Ne kadar milli, ne kadar yerli? Savunma sanayimiz için akılcı yaklaşımlar

MDN İstanbul

Hançer Çakıroğlu
Hançer Çakıroğlu

Girne Amerikan Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dz. Kur. Albay (E) Hançer Çakıroğlu, savunma sanayi ve MİLGEM ile oluşan yerli ve milli altyapıyı, gelişen Ar-Ge çalışmalarını ve edinilen bilgi ve tecrübeleri değerlendirdi

Soğuk Savaş sonrası ikili kutuplaşmanın yerini çoklu kutuplaşmaya bıraktığı 1980’lerden 1998’e kadar olan dönemde, ülkelerin tehdit algılamalarında meydana gelen değişiklikler nedeniyle başta Ortadoğu, Güney Asya ve Kuzey Afrika’da olmak üzere birçok gelişmekte olan ülkenin savunma harcamalarında önemli azalmalar olmuştur. 1998’den sonraki dönemde ise global ölçekte ülkelerin savunma harcamaları tekrar artmaya başlamıştır. 1998-2017 yılları arasındaki dönemde söz konusu artış reel olarak yaklaşık yüzde 7 civarında gerçekleşmiştir. Dünyada son çeyrekte bu trend hâkim iken, Türkiye, sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik önemini Soğuk Savaş sonrasında da kaybetmeyen birkaç ülkeden biri olmuştur. Türkiye jeopolitik konumu itibariyle kendisini çevreleyen Balkanlar-Ortadoğu-Kafkaslar üçgeninde, medeniyetlerin kırılma noktalarının, istikrarsızlıkların, din, mezhep ve etnik çatışmaların, su, enerji ve ekonomik çıkar beklentilerinin, emperyalist devletlerin vesayet savaşlarının neden olduğu çekişme alanlarının tam ortasında bulunmaktadır. Körfez Savaşı ile başlayan, Balkanlardaki bunalım ile devam eden ve yakın zamanda Kafkasya-Karadeniz bölgesinde oluşan bölünme, kriz ve işgaller, günümüzde Arap Baharı ile başlayıp Ortadoğu’da Suriye krizi ile en tepe noktaya varan iç çatışmalar, DAEŞ terör örgütü ile yapılan mücadelenin yanında büyük devletlerin güneyimizde kendilerine müzahir bir devleti, PKK terör örgütü ve onun uzantılarına kurdurma gayeleriyle yaşanan gelişmeler bekamızı tehdit eder hale gelmiştir. Ayrıca son 10 yıl öncesinden farklı olarak günümüzde diplomasi ve uluslararası kuruluşların dünya barışını korumaktaki yetersizlikleri, ülkelerin güvenliklerini kendi başlarına silahlanma ile sağlamaya yönelmelerine sebebiyet vermiştir.

Buraya kadar özetle ortaya koymaya çalıştığım durum karşısında ülkemiz coğrafyasında söz sahibi olmak, meydana gelebilecek gelişmelerde kendi çıkarlarımız doğrultusunda inisiyatif alabilmek, kendisine yöneltilmiş tehditlere karşı caydırıcı olabilmek için güçlü, etkin ve yeterli donanıma sahip silahlı kuvvetlere ihtiyaç vardır. İyi eğitilmiş yetkin personel, modern silah sistemleri ve mühimmatı ile teçhiz edilmiş birlikler ve silahlı kuvvetlere tam destek sağlayabilecek güçlü ve milli bir savunma sanayi bu ihtiyacı karşılamada üç ana esası teşkil etmektedir.

Bu kapsamda değerlendirildiğinde, Türkiye halen bütçesinin yüzde 8,5-10 arasındaki bir bölümünü savunma giderleri için kullanmaktadır. Savunma harcamaları içindeki en büyük pay ise modernizasyona, modern silah ve sistemlerin tedarikine ayrılmaktadır. Bunun için Türkiye’nin gelecek 20-25 yıllık dönemde 200 milyar doları aşan bir miktarı harcayacağı değerlendirilmektedir. Çok büyük miktarlar tutan bu harcamaların tümünün dış ülkelerden silah sistem ve teçhize tedariki maksadıyla kullanılması yerine; büyük kısmının mevcut teknolojik altyapının güçlendirilmesi ve Ar-Ge faaliyetlerinin geliştirilmesi yönünde kullanılması gerekmektedir. Bu sayede milli ve yerli savunma sanayi hedefine ulaşılmasında büyük katkı sağlanabilecektir. Savunma sistemlerinin güvenilir, emniyetli ve özelliklerinin gizli olabilmesi için savunma sanayi ilke olarak milli olmalıdır. Bu kavram; üretim sürecinde milli olarak kullanılan yazılım, tasarım/dizayn, teknolojik üstünlükler, imkân ve kabiliyetleri kapsamaktadır. Kısaca silah sistem ve teçhizlerinin “soft” kısmı ifade edilmektedir.

Bununla beraber hemen hemen hiçbir ülkenin savunma sistemlerinin tümünü yerli hammadde ve ürünlerle tek başına üretmesi mümkün ve ekonomik gözükmemektedir. Yerli kavramı kapsamında, üretim sürecinde yerli olarak kullanılan ve daha çok silah sistem ve teçhizlerin parçalarını teşkil eden “donanım” kısmı ifade edilmektedir. Bu açıdan yaklaşıldığında bir taraftan yerli sanayi süratle geliştirilmeye çalışılırken diğer taraftan yabancı devlet ve şirketlerle olan ilişkilerin korunması ve geliştirilmesi önem taşımaktadır. Diğer ülkelerin savunma alanında sahip olduğu teknolojik birikimini ülke politikası olarak başka ülkelere vermemesi nedeniyle para karşılığı almak mümkün olmamaktadır. Bununla beraber alınabilen savunma sistemi ile transfer edilen teknolojilerin çoğu eski nesil olmakta ve üretim için gerekli bilgi alt yapısı (know-how) verilmek istenmemektedir. Bazı durumlarda verilen teknoloji imalatın küçük bir bölümünü kapsamakta, kalan teknoloji veya parçalar yurt dışından getirilerek montaj teknolojisi geliştirilmekte, böylece bağımlılık devam ettirilmeye çalışılmaktadır.

Türkiye’nin milli savunma sanayisini kalkındırırken asıl ihtiyacı; çekirdek teknolojiyi, kaynak kodlarını ve bilim alt yapısını oluşturarak, sıradan bilgiyi kullanılabilir teknoloji haline getirecek ve sonrasında bunu sanayi için temel girdi olarak kullanacak çarkı oluşturmaktır.  Türkiye’nin sahip olduğu teknolojik alt yapının gelişmesi için kendi Ar-Ge faaliyetlerini artırması, dolayısıyla tahsis ettiği bütçeyi büyütmesi bir gereklilik halini almıştır. Fakat ekonomik ve teknolojik alt yapının hali hazırdaki durumu değerlendirildiğinde bu külfetin başka ülkeler ile ortaklıklar kurarak paylaşılması akılcı bir hareket tarzı olacaktır. Zaten birçok gelişmiş ülke çeşitli birliktelikler kurarak (Konsorsiyum) bu yola başvurmaktadır. Türk savunma sanayinin, bu alanda faaliyetlerini etkin bir şekilde sürdürebilmesi ve kaynaklarını amaçları doğrultusunda en iyi şekilde kullanabilmesi için bazı yönetim politikalarına ve metotlara ihtiyaç duyacağı değerlendirilmektedir. Ayrıca Ar-Ge faaliyetlerinde başarısızlığın da bir seçenek olduğu göz önüne alındığında, zararı azaltmak, kazanılmış hakları ve çıkarları korumak en büyük önceliklerden biri olacaktır.

Buraya kadar açıklama getirdiğim millilik, yerlilik ve savunma sanayinin geliştirilmesine yönelik çabaların, daha verimli bir şekilde icra edilebilmesi maksadıyla; bugüne kadar tamamlanan projeler kapsamında edindiğimiz tecrübelerimizi bir “yaklaşım örneklemesi” ile göz önüne getirmeye çalışacağım. Burada ortaya koyacağım, meslek hayatımın çok büyük bir kısmında içinde bulunduğum ve yakinen şahit olduğum “yaklaşım örneklemesi”; Türkiye’nin savunma sanayini geliştirirken milli ve yerli bir alt yapı oluşturabilmesine, diğer ülkelerle çıkarlarına uygun gördüğü her konuda ittifak halinde çalışmasına, Ar-Ge faaliyetlerinin ekonomik yükünün ve başarısızlık zararının hafifletilmesine karşılık en çok faydanın sağlanmasını mümkün kılacak uygun yöntem ve metotların geliştirilmesine ışık tutmak amacıyla yapılmıştır. “1982 yılında Alman Blohm und Voss tersanesi ile imzalanan Track I projesi sözleşmesi ile 4 adet MEKO 200TN tipi genel maksat fırkateyninin ilk ikisinin Almanya’da, geri kalan ikisinin Gölcük Tersanesi’nde inşa edilmesini içeren proje ile Türk Deniz Kuvvetleri ilk kez gerekli bilgi alt yapısını (know-how) oluşturmaya başlamıştır. Bu projeyi 19.01.1990 tarihinde imzalanan ve iki adet fırkateyni içeren Track IIA ve 14.12.1992 tarihinde imzalanan, yine iki gemiyi kapsayan Track IIB projeleri takip etmiştir. Track I firkateynleri Yavuz sınıfı olarak 1987-1989 yılları arasında, Track II fırkateynleri ise Barbaros (Track IIA) ve Salihreis (Track IIB) sınıfı olarak 1997-2000 yılları arasında hizmete girmişlerdir. Bu projeler ile birlikte Türk gemi inşa sanayi, modern savaş gemisi tasarım, inşa ve sistem entegrasyon konularında bilgi ve tecrübe sahibi olmuştur. Özellikle Track IIA projesi öncesi alınan mühendislik eğitimleri ile yazılım ve donanım olarak bakım, onarım, kısıtlı parça bazında üretim ve yetişmiş personelin de katkısıyla ters mühendislik yöntemiyle büyük teknolojik ilerlemeler kaydedilmiştir. Bugün MİLGEM projesi ile gelinen noktada sahip olunan gemi inşa imkân ve kabiliyetlerimizin temelleri 25-26 yıl önce bahse konu bu projeler ile ve yaklaşımla atılmıştır.  Milli olarak geliştirilmiş silah sistem ve teçhizlerle MİLGEM projesi maliyetinde yaklaşık yüzde 65’lik yerlilik oranına ulaşılmıştır. Bu aşamada ulaşılan oran diğer ülke projelerine oranla nispeten düşük gözükse de çok umut verici bir noktadadır. Bununla beraber 1982 yılında başlamış bir süreçte ancak yüzde 65 oranında ve 25-26 yılda (çeyrek yüzyıl) bahsedilen aşamaya gelinebildiği düşünüldüğünde, bu sürecin tenkit edilebilecek ve daha ayrıntılı olarak analiz edilmesi gereken yönleri olduğunun da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Mevcut savunma sanayi yapısının incelemesi ve istenen doğrultuda gelişimin sağlanabilmesi için savunma sanayinin millileştirilmesi ve yerlileştirilmesinde kazandığımız bu ve benzeri tecrübeleri bir yaklaşım olarak tek tek analiz etmek, dersler çıkararak (lessons learned) ilerlemek savunma sanayimiz açısından doğru stratejiler ortaya konmasında rehber olacaktır.

Bu analizlerden elde edilecek sonuçlar, savunma sanayi faaliyetlerinin nasıl yöneltilmesi gerektiği ve bilhassa dış ülkeler ile aynı bağlamda ittifak halinde çalışma metotlarının neler olabileceği hakkında ipuçları içermesi bakımından önem taşımaktadır. Türkiye’nin güçlü, etkin ve yeterli silahlı kuvvetlere sahip olarak güvenliğini devam ettirebilmesi ve etkin bir bölgesel güç olarak ortaya çıkabilmesi için kazanması gereken teknolojik imkân ve kabiliyetlerin en kısa zamanda edinilmesi gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında ortaya koymaya çalıştığım ve başlıkta sorduğum sorunun cevabı; “Yüzde yüz oranla MİLLİ, nihai hedefi yüzde yüz olan optimize edilmiş oranda YERLİ” olmalıdır.

Bunu Paylaşın