Küresel ısınmada yerel bir yürüyüş

MDN İstanbul

Doğa yürüyüşündeyiz. Kaçak yapılardan, beton sevdasından, gölleri çevreleyip fıskiyeli havuza döndürmeyi vaat eden anlayıştan kurtulan ne varsa onun peşinde, doğadan geriye ne kaldıysa ona bakarak ilerliyoruz. Bazen yan yanayız, bazen destek amaçlı kolkola; bazen yenik ordular gibi aramızda açılıyor mesafeler…

Dördümüz yürüyoruz. Bir iki saat oldu yanılmıyorsam. İkimiz tanıyoruz birbirimizi, diğer ikisi hızlı tanışmak için olsa gerek pek geveze. Oradan oraya savruluyor cümleler, sıçraya sıçraya üst üste yığılıyor konular.

Mesleki nedenlerle Avrupa’da çok gezme şansı olduğunu söyleyen kadın gittiği her ülkenin sıcak dalgaları içinde olduğunu anlatıyor, insan kaynaklı kirletici faaliyetler nedeniyle artan iklim krizinin etkilerinden kurtulmanın çok zaman alacağını söylüyor. “Fransa, Portekiz, İspanya, Yunanistan ve Hırvatistan orman yangınlarıyla mücadele ediyor. İngiltere tarihinin en sıcak döneminde belki de; ülkenin yarısında kuraklık ilan edildi. Sıcaklık bunaltıcı düzeyde…”

Bunun üzerine “Şapkasız çıkmam abi” diyor yanındaki, sadece bir dönem Türkiye’de yaşamış olanların anlayabileceği bir espri olduğunu düşünmeden. Kendisine abi denilen kadın belki bu yüzden cevap vermiyor ya da belki espriyi yersiz bulduğundan. Durumu farkedince havada kalan şakayı bir yere oturtmak için “Ben maskesiz çıkmam” diyorum. Çoktan derime nüfuz etmiş güneş kremi artıklarını arayan bakışlar bana dönüyor bir an. “Öyle değil” diyerek devam ediyorum, dikkatleri değiştirebilmenin verdiği şevkle. “İnsanlar arası ilişkiler yeterince saf değil, herkesin bir maskesi var, dürüstlük yok, kimse kimseyi gerçek haliyle kucaklamaya hevesli değil.” Yılların tanışıklığının verdiği rahatlıkla ve biraz da belli ki ukalalık olarak gördüğü sözlerime yönelik bir tavırla lafı sokuveriyor arkadaşım: “Senin masken tanınmamak için mi, başkası gibi görünmek için mi?”

Konuyu bana değen noktadan uzaklaştırmak için hızla o an aklıma gelen seçenekleri tarıyorum: Zorro, V for Vendetta, ölüm maskı, yüz boyası… Ama zaman geçmesine rağmen toparlayamıyorum. Gerçi bir iki saniye ama malum, böyle anlarda uzayıverir zaman… Hah! Buldum: Kabuki!

“Geleneksel Japon tiyatrosunda olduğu gibi bazen bir maske daha dürüsttür, oyuncunun kim olduğunu daha iyi anlatır.”

Kafayı sıcaklıklara takmış ya da sıcak başına geçmiş kadın, arkadaşımla aramızdaki kişisel dokundurmalarımızı farketmemiş gibi yaparak, iklim krizinin neden olduğu yüksek yaz sıcaklıklarının ölümcül cilt kanseri vakalarında artışa neden olabileceğini söylüyor. Sanırım bu örtük biçimde verilmiş, bir tür “Şu ölümlü dünyada tartışıp tadınızı kaçırmayın” mesajı.

“İnsanlar hava ısındıkça daha fazla dışarı çıkma eğiliminde. Böylece her zamankinden daha fazla güneş ışığına, dolayısıyla cilt kanseri riski içeren UV ışınlarına maruz kalıyorlar.”

Deniz neyi simgeler?
Akış yönünde takip ettiğimiz dereye paralel yürüyüş rotamız bizi denizle derenin birbirine karıştığı bir buluşma noktasına çıkarıyor. Can sıkıcı konular dağılıyor, sanki denize biz kavuşmuşuz gibi mutluyuz, oysa suya girilecek bir yer yok. Ama işte, amaçsızca giden yolun sonu da varmış duygusu, kıyıdan denize bakmanın huzuru, derken herkeste bir rahatlama…

“Vardık mı, yoksa durduk mu” diyor eski dostum. Doğada iki adım atar atmaz filozof kesildi başımıza; genellikle içki eşliğinde böyle olur, bu kez açıkhava çarptı galiba. Duymamış gibi davranıyorum, fakat güneşe şapkasız çıkmaktan hoşlanmayan yol arkadaşımız yakalanıyor oltaya: “Nasıl yani?”

Anlatıyor bizimki: “Eskiden deniz farklı toplumlar için farklı anlamlara gelirdi. İç bölgelerde yaşayanlar için bir sınır, zaman zaman farklı nedenlerle yer değiştiren topluluklar için bir engeldi. Fakat mesela Vikingler gibi denizle haşır neşir olan kıyı toplumları için yol anlamına gelirdi deniz…”

Dostum dinleyicisini bulmanın hazzıyla anlatıyor; yorulan şapkacı teslim olmuş dinleniyor ve dinliyor; sıcağa duyarlı kadın uzaklara bakarak dalıp gitmiş, belki küresel ısınmaya yerel karşı çıkışların hesabını yapıyor; bense kendi halimde, deniz fasulyesi avındayım.

Yıllar önce Marmara Denizi’nin kıyısında kurulu bir kasabadaki pazarcıdan öğrendiğim bilgiyle dereyle denizin birleştiği yerde deniz fasulyesi arıyorum. Dereye sürdüğümüz büyükbaş hayvanlar çok sever, onlar yemeden toplamak lazım, demişti pazarcı. Görünüşe göre geç kalmışım, onlar benden önce gelmiş buraya ya da dereyi çevreleyen sazlıkların arasında görebilecek kadar tecrübeli değilim veya pek ihtimal vermesem de bu bitki Marmara’nın derelerine özgü belki.

Sinirli haller
Deniz herkeste başka bir etki yaratıyor. Aktive olanlar, şalteri kapatanlar, huzura yelken açanlar, stres atanlar, makaraları koyverenler, zevke düşenler, şevke gelenler…

Ben hangi gruptayım bilmiyorum. Ama toplayıp getireceğim bitkilerle hava atmayı planlarken deniz fasulyesi yarışında hayvanların gerisinde kalınca kendimi öne çıkarmanın yolu olarak kafa ütülemeyi buluyorum. Kısık sesle denizin verdiği duygularla yazılmış bir iki şiir okurken yeterli ilgiyi bulduğumda duygularımız konusunda ahkâm kesmeye başlıyorum. Hemen reytingim düşüyor. Toparlamak için geçen ay okuduğum Küresel Duygu Raporu’ndan söz ediyorum.

100 ülkede 15 yaş üstündeki kişilerle yapılan ankette Türkiye’nin sinir, üzüntü, stres ve az zevk alma duygusunda ilk sıralarda yer aldığını hatırlatıyorum. Anket sonuçlarında, Türkiye’de yaşayanlar Avrupa’nın en sinirli insanları çıkarken, Türkiye dünya genelinde “bir önceki gün sinirlenme duygusuna kapılan ülkeler” arasında ikinci sırada yer alıyor. “Dün çok güldünüz mü?” sorusuna olumlu yanıt veren ülkeler arasında ise sondan ikinci ülke. Anketten bir gün önce üzüntü hissini yaşayanlar sıralamasında ise üçüncü.

Genel olarak üzüntü duyduğunu söyleyenlere bakarsak Türkiye yine üçüncü sırada. Stres konusuna gelince… Bu duyguda da Türkiye’yi sadece sırasıyla Afganistan ve Lübnan geçebiliyor, ne yazık ki.

Anlattıklarım herkesin kendi yaşamına dair sevimsiz şeyler düşünmesine yol açıyor. Eski dostum ortamın tadını kaçırdığım için kızgın bakışlarla beni süzüyor. Şapkacı umutsuzca aklında, yol boyunca tüm çabasına rağmen yakınlaşmayı başaramadığı kadını tebessüm ettirecek bir cümle arıyor. Kadın ise ciddileştiğinde daha da mesafeli görünüyor.

Dönüş yolunda
Sırtımızı denize vermiş yürürken kampa vardığımızda yapacağım anketi düşünüyorum. Bu yürüyüşten kim, ne kadar zevk aldı, diye soracağım ve sonuçları Duygu Raporu’nun sonuçları ile karşılaştıracağım. Her hâlükârda rapordaki sonuç kadar kötü olamaz inancındayım. Raporda Türkiye zevk duygusunu en az yaşayan üç ülkeden biri çıkmıştı.

Dostane bir dürtmeyle sıyrılıyorum düşüncelerimden. “Hızlanalım ihtiyar” diyor arkadaşım; önde bizle farkı açmış adeta tek başına yürüyen kadını ve arkasından süzgün gözlerle bakan şapkacıyı işaret ediyor.

Sonra gülerek Nazım Hikmet’in mısralarını fısıldıyor kulağıma.

“Deponun kapısında indik son tramvaydan

Yaya dönüyoruz

Dördümüz

İhtiyarlık, yalnızlık, bir de ben, bir de karasevda.”

Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.

Bunu Paylaşın