‘Atatürk, tarihin kıskandığı liderdir’

Yeşim Yeliz Egeli

Cumhuriyetimizin kutlu bu ilk yüzyılında, Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün varlığı ve yüksek karakteriyle Türk milleti için ileriye, yükselmeye ve hür yaşamaya doğru verdiği hak mücadelesini, cumhuriyeti ilanına kadar olan süreçte ana yurdumuzu korumak için verdiği savaşı ve tabii Aziz Türk Milleti’nin bu bağımsızlık mücadelesindeki kararlı duruşu, kazanımları ve kazanacakları üzerine İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Strateji Uzmanı Tuğgeneral (E) Dr. Naim Babüroğlu ile özel bir söyleşi yaptık 

“Türk İhtilali, kayıtsız şartsız öz Türklerin elinde kalmalıdır. Yabancıların yardımlarıyla başarılan ihtilallerde yabancılara borçlu kalınır” der Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt Atatürk İhtilali kitabında. Bu sözden yola çıkarak Cumhuriyete giden süreci özetleyebilir misiniz? 

1683 yılından itibaren İkinci Viyana Kuşatması’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu toprak kaybetmeye başlar ve bu toprak kaybı; tarihçilerin “Türk çekilmesi” dediğimiz bu durumu Osmanlı İmparatorluğu durduramaz. 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nde birinci millî felaketi yaşar. Osmanlı tüm Tuna vilayetlerini kaybeder. İkinci millî felaketi Balkan faciasıyla yaşar, durduramaz geri çekilmeyi. Bütün Balkan coğrafyasını 1912-1913 yılında elinden çıkarır.  Dört yüz-beş yüz yıldır hüküm sürdüğü Balkan topraklarını dört beş haftada elden çıkarır ve burada daha sonra tanışacağımız Anafartalar kahramanı ve Millî Mücadele kahramanı, Türk İstiklâl Savaşı’nın Başkomutanı ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu yer olan Selanik, tek kurşun atılmadan Yunan ordusuna teslim edilir. Sadece Selanik de değil, Manastır, Üsküp de tek kurşun atılmadan teslim edilir. Buralar Türk sanat ve kültür kentleridir. Yüzde ellinin üzerinde Türk nüfusu vardır.  Dolayısıyla Osmanlı, ikinci millî felaketini çok dramatik bir şekilde yaşar. Birinci Dünya Savaşı’na geldiğimizde Osmanlı Devleti Almanya ile birlikte savaşa girer. Osmanlı İngiltere ile ittifak yapmak istemiştir, arayışları olmuştur fakat kabul etmemişlerdir. Çünkü Osmanlı hastadır, Tuna vilayetlerini elden çıkarmış bir devlet ve Balkan faciası yaşamış bir ordu vardır.  Osmanlı’nın dirileceğine kimse inanmamaktadır. 

Peki Osmanlı, savaşa girmek zorunda bırakılmıştır diyebilir miyiz? 

Bir noktada öyle diyebiliriz. Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı’nın savaşa girmesinin büyük bir yanlış olduğunu söyler. Anılarında “Osmanlı Devleti’nin, Birinci Dünya Harbi’ne girmesi yanlıştır” der.  Osmanlı Devleti; Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale, Galiçya, Kafkas Cephesi ve Süveyş Kanalı-Mısır’da, Filistin’de vardır. Yegâne kazandığı savaş ise Çanakkale cephesidir. Kut’ül Amare’de bir başarı elde edilir ama maalesef daha sonra Bağdat’ta tekrar yenilir Osmanlı Devleti. Bu yüzden Kut’ül Amare siyasi olarak amacımıza ulaşmaz. Çanakkale Muharebeleri tamamen zaferle sonuçlanır ve siyasi maksadı da ele geçirir. Nedir bu siyasi amaç? İstanbul’un ve Boğazların ele geçirilmesini önler ama demem o ki Kut’ül Amare’de Irak elden çıkar. Osmanlı Devleti’nin üçüncü felaketi Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra 600 yıllık İmparatorluğu tarih sahnesinden silen Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasıdır. Mustafa Kemal Paşa çok şiddetli bir şekilde eleştirir bunu. Padişah Vahdettin’i eleştirir ve der ki, “Devletin çukura gitmesine neden olmuştur.” Hatta daha da ağır ifadeler kullanır. 

Esasen Osmanlı Devleti’nin bir subayı olarak tüm bu kayıplardan üzüntü duyuyor…

Çok, çok… Ali Fuat Cebesoy anılarında anlatır. Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşıdır ve Selaniklidir o da. Libya cephesine geçmeden önce Selanik’te buluşur ikisi. Mustafa Kemal, Cebesoy’a veda eder. Çünkü Trablusgarp cephesine gidecektir. Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun geldiği durumu hisseder. O anda sohbet ederken Atatürk’ün gözyaşları dökülür. Cebesoy neden ağladığını sorar ve Atatürk, “Baba ocağım, Ana ocağım Selanik’i bir daha görebilecek miyim…” der ve göremez bir daha. Mustafa Kemal’in ilk gözyaşları Selanik için dökülür. 

Balkan faciasında Atatürk, Sofya’da 33 yaşında Askerî Ataşedir, Kurmay Yarbay’dır. Balkan faciasından sonra Atatürk’ün arkadaşı Nuri Conker, “Zabit ve Kumandan” diye bir kitap hazırlar ve arkadaşlarına gönderir. Arkadaşlarından biri de Atatürk’tür. Balkan Savaşı’nda hezimete uğrayan Osmanlı ordusunun başarısızlık nedenlerini o kitapta yazmıştır Nuri Conker. Eğitim, komutanların yetersizliği şeklinde nedenler sıralar. Atatürk, o kitaba ilave niteliğinde “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” diye bir kitap yazar. Kitapta, Nuri Conker’in yazdığı her paragrafının altına kendi yorumunu ve değerlendirmesini yapar. Balkan felaketine neden olan Osmanlı Komutanlarını ağır ve şiddetli bir şekilde eleştirir. Der ki, “Ordunun can damarı olup köklü geleneklere bağlı olarak gelişip olgunlaşan askerî disiplin duygularını bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda görmeyi beklemek insanın ruh ve tabiatını bilmemektir.”  Yani köklü bu orduyla savaş kazanılamayacağını Balkan faciasıyla noktalar. Ancak Sofya’da Askerî Ataşe iken Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Sofya Büyükelçisi Fethi Okyar’a savaşa katılmak istediğini söyler. Enver Paşa’ya mektup yazar. “Ordu savaştayken ben burada ataşelik görevi yapamam, pasif görevde bulunamam” der. Sonuçta 25 Şubat 1915’te 57’nci Alayı kurar ve 19’uncu Tümen Komutanı olarak Çanakkale cephesinde görevlendirilir. Biz Yarbay Mustafa Kemal ile burada tanışacağız. Mustafa Kemal Atatürk’ün doğum tarihi 1881’dir, Atatürk sarı saçlı mavi gözlüdür, doğum yeri Selanik’tir. Hiç kuşku yoktur. Ancak bana sorarsanız savaş ve insanlık tarihi açısından baktığınızda Mustafa Kemal Atatürk’ün doğum yeri, Çanakkale Gelibolu’da kara harekâtını sevk ve idare ettiği gözetleme yeri olan ‘Kemal’in Yeri’dir. Güneş orada doğar ve o güneş Anafartalar Kahramanı olarak yükselir. Millî mücadele ile, Cumhuriyet ile birlikte tüm Türkiye Cumhuriyeti’ni, mazlum ülkeleri, sömürge ülkeleri ve tüm insanlığı aydınlatır. Ama Güneş’in doğduğu yer Çanakkale, Gelibolu ve Mustafa Kemal’in isminden ötürü Fahrettin Altay’ın adını “Kemalyeri” olarak verdiği yer olan Kemalyeri’nde doğar. Mustafa Kemal 34 yaşında, cesur, gözü kara genç, yakışıklı bir Türk subayıdır. Tarih sahnesine ve Türk milletinin karşısına burada çıkar. 

Napolyon’u, Fatih Sultan Mehmet’i, Sezar’ı, Hannibal’ı, Timur’u okumuş o genç subay; okuduğu tüm taktik ve strateji bilgilerini Çanakkale cephesinde uygular ve muhteşem başarılar kazanır. Mustafa Kemal aslında taktik bir görevde bulunmasına rağmen inisiyatif alarak elde ettiği başarılar stratejik sonuçları da getirmiştir.  Atatürk’ün üstünde bir ordu vardır ve o ordunun başında Enver Paşa’nın Alman hayranlığından ötürü Alman bir komutan bulunur. Hiç de iyi olmamıştır bu. Çünkü Çanakkale’de 214 bin gürbüz gencimizin, askerimizin kaybına neden olmuştur. 25 Nisan 1915’te Kahraman 57’nci Alay ve 27’nci Alay’ı alarak çıkan düşmana karşı ordu komutanından emir alamamasına rağmen kendi inisiyatifini kullanmıştır ki o zaman kurşuna dizilme tehlikesi de vardır. “Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir” der. Bu dünya savaş tarihinde yerini alan çok stratejik bir emirdir. Dikkat edin bazı tarih nankörleri der ki, “Atatürk, askerleri ölüme göndermiştir.” Yanlış! Yalan! ‘Siz ölünceye kadar’ demiyor. “Biz ölünceye kadar” diyor ve Mustafa Kemal muharebe boyunca 25 Şubat 1915’ten 9 Ocak 1916’ya kadar kaderin tecellisi 9 ay 13 gün sürecek destanı burada yazar.  Osmanlı’yı, İstanbul’u, Padişahı 25 Nisan’da ilk kez kurtarır. Bu yetmez 9 Ağustos 1915 Birinci Anafartalar Muharebesi’nde kıyıya çıkan İngilizleri püskürtür. Osmanlı’yı, Padişah’ı ve İstanbul’u ikinci kez kurtarır. O da yetmez 10 Ağustos 1915’te Conk Bayırı hücumuyla üçüncü kez kurtarır ve o zaman adı Anafartalar Kahramanı olarak Türk milleti arasında kulaktan kulağa yayılır. Dördüncü kurtarışı; 21 Ağustos 1915’te İkinci Anafartalar Muharebesi’dir. Dolayısıyla 34 yaşında bu genç Komutan Osmanlı’yı tam dört kez kurtarır. 

18 Mart Çanakkale deniz şehitlerimizi de analım Hocam bu vesileyle…

Tabii… Kahraman denizcilerimiz muhteşem bir zafere imza atmışlardır. Boğaz’ın geçilmezliğini damgalamışlardır. Burada doğru bilinen bir yanlış var. Nusrat Mayın Gemisi, 26 mayını 18 Mart gecesi döşememiştir. 8 Mart sabaha karşı döşemiştir ve oradan gelen İngiltere ve Fransa zırhlılarının yarısı denizin dibine gönderilmiştir. 18 Mart Deniz Zaferi’nde 26 şehidimiz, 53 yaralımız var. Çanakkale muharebeleriyle mukayese ettiğimizde 120 bin şehidimiz var karada. Fakat şehit ve yaralı sayısının azlığı Deniz Zaferi’nin önemini azaltmaz. Deniz Zaferi “Boğaz’ın geçilmezliğini” ispatlamıştır.  Burada iki kahraman vardır. Kahraman denizcilerimiz (y.n. Gemi Komutanı Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey ve Müstahkem Mevkii Mayın Grup Komutanı Yüzbaşı Hafız Nazmi Bey ile gemi personelinin yaptıkları stratejik önemde gözlemler sonucu düşman gemilerinin manevra alanına Karanlık Liman’a paralel döktükleri mayınlar) Nusrat Mayın Gemisi ve Gelibolu Yarımadası’ndaki topçularımız. Hepsini saygı ve minnetle anıyoruz. Ancak kanın gövdeyi götürdüğü asıl yer 260 gün süren kara muharebeleridir. Orada 101 bin şehidimiz, 123 bin yaralımız olacak, 214 bin zayiatımız olacak. Karşı tarafın kaybı 252 bin olacak. Bizim 300 bin askerimiz vardır orada. Toplam 800 bin asker çatışmıştır. Kilometre kareye 4 bin 100 kayıp düşmüştür. Kilometrekareye 800 bin yaralı asker düşmüştür. Kara harekâtı bir devler savaşıdır.

Bu dönemde Atatürk, ülkeyi kurma fikrini zihninde olgunlaştırmıştır.  Özellikle 1917’de İhtilâl Raporu veya İsyan Muhtırası gibi yazılı kayıtlar var. Kerem Çalışkan’ın kitabında okumuştum. Aynı zamanda İngiltere’nin ve ABD’nin Türk milletinin ve Atatürk’ün başarısından sonraki durumlarına da değinebilir misiniz? 

Mustafa Kemal’e hakkını yabancılar verir. Mustafa Kemal, Almanların emrini fazla dinlemediği için kendi tümenine, grubuna veya birliğine gönderilen Almanlara da görev vermezdi. Böyle bir emir almasına rağmen itaatsizlik ederdi. O kadar millî bir subaydır. Onun için ordu komutanıyla da arası bozuktur ama Liman von Sanders’in yaptığı iki hayırlı iş var. Birincisi Conk Bayırı’nda Alman subaylar dâhil Mustafa Kemal’den çok daha kıdemli tüm komutanlar arasında Kurmay Kazım İnanç’a “Mustafa Kemal’in fikrini sor. Ne yapabiliriz bu kötü durumda?” diye sorar. Durum çok kritiktir. Gelibolu işgal edilecek ve işgal devletleri İstanbul’a gideceklerdir. Artık umut kesilmiştir. Mustafa Kemal’e Fahrettin Altay ve Kazım İnanç telefon eder. Mustafa Kemal “Evet çözüm var. Bütün kuvvetleri emrime verin. Ortaya çıkan tehlikeyi bertaraf ederim” der. Kazım İnanç’la aynı çadırda olan Liman von Sanders  “Çok gelmez mi bütün kuvvetler?” diye sorar. Atatürk, Kazım İnanç’a “Hayır, az gelir” der. Liman von Sanders böylece tüm yetkiyi Mustafa Kemal’in üzerine verir. Liman von Sanders, daha kıdemli Alman ve Türk komutanlarına rağmen Mustafa Kemal’e Anafartalar Grup Komutanlığı görevini vererek Anafartalar Zaferi kazanılmasını sağlamıştır. İstanbul, Osmanlı Devleti ve padişahı kurtarmıştır. Anafartalar kahramanını bize tanıtmıştır. İkinci hayırlı işi,  26 Eylül’de Enver Paşa cepheye gelir. Her yeri gezer. Anafartalar destanını yazan Atatürk’e ve Anafartalar Grup Karargâhına gelmez. Atatürk’ü ziyaret etmez. Neden? Çekemiyor. Mustafa Kemal, akşam istifa dilekçesini yazar. Ordu komutanına gönderir. Geri almasını isterler, geri çekmez. Liman von Sanders mecburen bu dilekçeyi Savunma Bakanlığı’na, Enver Paşa’ya gönderir ama der ki, “Bu subay çok başarılıdır. Çanakkale cephesinden bu yana çok büyük başarıları olmuştu. Ona ihtiyacımız var. Siz onu ziyaret etmediğiniz için üzüntülüdür. Lütfen onun gönlünü alın”. Enver Paşa’nın da yaptığı hayırlı bir iş vardır. “Kusura bakma, çok zamanım yoktu. O yüzden sana uğrayamadım” diye gönlünü alır ve Mustafa Kemal orada istifa dilekçesini geri çeker. Dolayısıyla Liman von Sanders, bizim Anafartalar kahramanıyla tanışmamızı sağlamış ve Mustafa Kemal’in Millî Mücadele yolculuğuna çıkmasını engelleyecek dilekçeyi ortadan kaldırmıştır. Ama bunun haricinde hayırlı bir işi yok. Burada Mustafa Kemal’e hakkını İşgal Kuvvetleri Komutanı İngiliz General Hamilton verir. 10 Ağustos 1915 gecesi Londra’ya çektiği telgrafta şunu yazar “Türkler Conk Bayırı’nda çok iyi bir komutana sahip. Sürekli baskın tarzı uyguluyorlar. Çok iyi ve yiğitçe dövüşen bir orduya karşı savaşıyoruz”. Anılarına 10 Ağustos’u yazarken de bir cümlesi şöyle olur, “Kalbim nasır tuttu” der. Yarım milyon askere emir-komuta eden İngiliz Kumandan Hamilton der bunları ve “Türkler çok iyi bir komutana sahip” derken Atatürk’ü tanımaz. Bir komutan vardır uzakta… Hakkını verir. İngiliz harp tarihi yazarı Alan Moorehead şöyle der, “O anda Çanakkale’de, o şefin; Mustafa Kemal’in bulunması İtilaf Devletleri için en talihsiz olay olmuştur” der. Hakkını verir. Churchill, Çanakkale Zaferi’nden sonra görevden alınır ve 24 yıl zorunlu tatile çıkarılır. O da der ki, “Çanakkale beni zorunlu tatile çıkardı” 24 yıl sonra ilk kez Churchill İkinci Dünya Savaşı’yla tarih sahnesine geri döner.

Mustafa Kemal burada bizim bilmediğimiz, bilmek istemediğimiz ya da tarihin ayrıntılarında kalan çok önemli bir olaya imza atar. 10 Ağustos 1915’te Conk Bayırı süngü hücumunda komutanlara der ki “Tüfek ve tabanca kullanmayın. Çünkü düşmanla aramızda 25-30 metre var” Sonra sabahleyin askerleri denetler önden kırbacıyla hızlı geçer. “Askerler siz acele etmeyin. Ben kırbacımı aşağı indirdiğimde hep beraber atılırsınız“ der.  Biraz ileri gider.  Tam güneş aydınlanmak üzereyken bakar bütün askerlerine, süngüyü takmışlar, subaylar askerlerin önünde kırbacını indirir, kaldırır ve askerler hücum eder.  İngilizler (savaş alanında) biraz aşağıdadır. Uçarak hücum ederler ve püskürtürler.

Savaş tarihi açısından 1915 süngü hücumu Truva Savaşı’nın Hektor’un intikamının alınışıdır. Çünkü 3 bin yıl önce aynı yerde Troya Akalar tarafından istila edilmiştir. Akalar nereden geldi? Batı’dan. Akaların komutanı kimdi? Agamemnon. İngilizlerin en önemli savaş gemilerinden birinin adı Agamemnon’du. Bu Agamemnon gemisi Osmanlı Devleti’nin idam fermanı olan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın (1918) imzalandığı gemidir. Evet, İngilizler bu kadar önem verir buna. O yüzden tarih der ki, Mustafa Kemal, Truva Savaşı’nın intikamını almıştır.

Orada yaralanır. Saati paramparça olmuştur. O saati Alman ordu komutanına verir. Alman ordu komutanı da ona aile amblemli kol saatini verir. Mustafa Kemal, Türk İstiklâl Mücadelesi’nde görev alacak çekirdek kadroyu burada seçmiştir. Fevzi Çakmak’la, Kazım Karabekir’le, İsmet İnönü’yle, İzzettin Çalışlar, Nuri Conker’le, Fahrettin Altay, Kazım İnanç gibi kahramanlarla burada tanışmıştır. 

O yüzden sonuçları itibarıyla şöyle diyebilirim ben, “Çanakkale Zaferi, Millî Mücadele’nin ve Cumhuriyetin bir önsözüdür.” Eğer Çanakkale cephesi olmasaydı ne siz ne ben burada bulunma imkânına sahip olurduk. Burada bir işgal devletinin bayrağı sallanacaktı. 

Karşısında tüm dünyayı buldu. İmkânsızı gerçekten nasıl mümkün kıldı? Esasen Atatürk ne buldu ne yaptı ve bizlere ne bıraktı? 18 Mart’ta bahriyelilerimizle başlayan denizcilerimizle kenetlenmesi 19 Mayıs’ta Bandırma Vapuruyla Samsun’a çıkarken de devam ediyor. Donanma da yıllarca Haliç’te yatırılmış? 

İkinci Abdülhamid zamanında oluyor bu. Amcası Abdülaziz’e darbe düzenlendi diye İkinci Abdülhamid o endişeyle o korkuyla Donanmayı Haliç’e hapsetti, çürüdü. Yedek parça ikmâli yapılmadı. Çürüdüğü için Balkan Savaşı’nda donanmamız yoktu. Çürüdüğü için Balkan Savaşları’nda On İki Ada’yı ve Ege Adaları’nı İtalya ve Yunanistan işgal etti. 

Burada bir parantez açalım: On İki Ada da hukuki açıdan tartışmaya çok açık… 

Lozan Anlaşması ile On iki Ada’yı verdik diyenler var. Yok öyle bir şey. On İki Ada, Trablusgarp’ta Osmanlılar yenilince İtalyanlar On İki Ada’yı işgal eder. Bu 1912’de Uşi Barış Antlaşması ile gerçekleşir. (y.n. Lozan’ın Uşi beldesinde Osmanlı’nın Bingazi ve Trablusgarp’tan askerlerini çekmesinden sonra İtalya’nın da Adalar’dan çekilmesi şartını içeren Antlaşma imza edilmiştir. İtalya bu Antlaşmaya uymaz. İtalya, adaları Yunanistan’ın işgal edebileceğini öne sürer ve adalardan çıkmaz. Osmanlı Balkan Savaşı nedeniyle bu ihlali sonraya bırakır, nitekim İtalya ile imza ettiği Uşi Antlaşması’na güvenir. Çünkü İtalya Antlaşma’ya göre adalardan çıkma sözü vermiştir.) Buna Birinci Lozan Anlaşması da derler. Yani Lozan’a, Millî Mücadele Dönemi’ne geldiğimizde On İki Ada işgal edilmiştir. Meclis-i Mebusan, 28 Ocak 1920’de Mîsâk-ı Millî sınırlarını kabul eder.  16 Mart 1920’de resmî olarak İstanbul işgal edilir. Mîsâk-ı Millî sınırlarında On İki Ada ve Ege Adaları yok! Neden? Çünkü Mîsâk-ı Millî için Atatürk ne diyor? “Türk süngüsünün bulunduğu, Türk askerinin bulunduğu topraklar” diyor. Lozan’da şu sağlandı: On İki Ada ve Ege Adaları askersizleştirme şartıyla onlarda kalacak. Bunu sağladı Lozan. İyi ki sağladı bunu. Şimdi gayri askerî statüdeki bütün adalar silahlandırıldı.  Bırakın askeri… Tümen, tugay, alay, tabur var. 

Aynı zamanda halkın içinden çıkmamış mıdır Mustafa Kemal Atatürk? 

Muhteşem bir uzmanlık sorusu. Mustafa Kemal halktan biri olarak doğdu. Adı Mustafa’ydı, sonra Mustafa Kemal oldu. Daha sonra Gazi Mareşal Mustafa Kemal oldu. 38 yaşında Millî Mücadele yolculuğunu başlattı. İdama mahkûm edildiğinde 39 yaşındaydı. 40 yaşında, 1683 yılında Viyana Kuşatması’yla başlayan Türk çekilmesini Sakarya Meydan Muharebesi’yle durdurdu ve savaş tarihine öyle kaydedildi. Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk diye… 41 yaşında Büyük Taarruz ile işgalcilerin hayâllerini yerle bir etti. 42 yaşında Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu ve ilk Cumhurbaşkanı olarak seçildi. “Bunalıyorum çocuk. Büyük bir acı içinde bunalıyorum” dediği zamanlar oldu.  Gözyaşı döktüğü günler oldu. “Ölüm demek ki böyle olacakmış kızım” dediği zaman sona yaklaştığının farkındaydı. 

Atatürk’ün 1919’da Samsun’a çıkışı, daha sonra Havza Genelgesi ve Amasya Genelgesi’nden Erzurum Kongresi’ne bir sivil olarak katılışını özetleyebilir misiniz? 

19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal, Milli Mücadele ateşini başlatmak için Samsun’a çıktı. Fakat Vahdettin’in amacı burada Karadeniz’de işgal devletlerine karşı çıkan protestoların bastırılmasıydı. Asayişin sağlanmasıydı. Atatürk, Samsun’a ayak bastıktan sonra emrindeki komutanlara ve valilere bir rapor yazar. Raporda şöyle bir cümle geçer, “Millet, millî egemenliği benimsemiştir ve milli egemenlik ilkesine göre hareket edecektir.” Bu millî egemenlik cumhuriyetin işaret fişeğidir. Millî egemenlik, milletin kendi kendisini yönetmesi demek. Padişahın olmaması demek. Bunu ilk önce İstanbul Hükûmeti anlamaz. Fakat 21-22 Haziran 1919 İhtilâl Beyannamesi dediğimiz Amasya Genelgesi’nde geçen “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ibaresi üzerine İstanbul Hükûmeti uyanır ve Mustafa Kemal’i geri çağırır. 8-9 Temmuz 1919 gecesi padişah onu görevden alır. Padişahın onu görevden aldığını bildiren telgraf yoldayken Mustafa Kemal istifasını verir. Mustafa Kemal artık rütbesi olmayan emir yetkisi olmayan sivil biridir. 

Cumhuriyetimizin kuruluşuna giden süreç nasıl hızlanıyor? Atatürk’ün demokrasi kültüründen bahseder misiniz? 

Erzurum ve Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal şöyle der, “Millî kuvvetleri yetkin, millî iradeyi hâkim kılmak esastır”. Yani TBMM’nin işaret fişeğini veriyor. Sivas Kongresi’nde de benzer kararlar alınıyor. Dünyanın en haklı, meşru ve en kutsal savaşlarından biri olan Türk İstiklâl Savaşı’nı gece gündüz tek saniye bile kapanmadan TBMM (İlk Meclis) idare etmiştir. Bu dünyada bir ilktir. Mustafa Kemal’e, “Başkomutanlık yetkisini Meclis sana kavgalarla veriyor. Bütün enerjimiz gidiyor. Düşmanla mı uğraşacağız yoksa Meclis ile mi? Meclisi yok sayalım Paşa. Çünkü başkomutanlık yetkileriniz var” diyorlar. Mustafa Kemal diyor ki, “Başkomutanlık yetkilerini bana verin ama üç ayla sınırlandırın. Çocuk, ben Meclis’le çatışırım, çelişirim ama Meclis’siz yapamam” der. Bakın dikkat edin. Türk İstiklâl Savaşı’nı gece gündüz kapatmadan yöneten Gazi Meclis’tir bu. Sakarya Meydan Muharebesi ile TBMM’nin ağırlığı artmıştır. Diğer ülkeler Meclisi tanımıştır. Türklerin geri çekilme süreci Viyana’dan başlamış, Ankara Haymana-Polatlı’ya kadar gelmiştir. Bazı yabancı tarihçiler buna “Türk kovulması” da der. Kim durdurmuştur bu çekilmeyi? Üç Mustafa. Mustafa Kemal: Başkomutan; Mustafa Fevzi Çakmak: Genel Kurmay Başkanı; Mustafa İsmet: Batı Cephesi Komutanı. 

Mustafa Kemal Atatürk tüm bu zorluklara karşı kendini bir lider olarak nasıl yetiştirmiştir?

Mustafa Kemal Atatürk sadece doğu, batı, güney cephesinde savaşmıyor. İstanbul işgal edilmiş, Batı Anadolu Ankara’ya kadar işgal edilmiş. Bu şekilde bir durum. Sakarya Meydan Muharebesi 230 yıllık çekilmeyi durdurur ve sonra Büyük Taarruz’da işgalcilerin hayâllerini yerle bir eder.  Onun için Mustafa Kemal Paşa’yı yetiştiren faktörlere baktığımızda silah arkadaşlarının da söylediğine göre cephede dahi sürekli kitap okuduğunu görürüz.  İlerde hastalığı ilerlediğinde de bir arkadaşı, “Paşam artık okumayın, hastalığınız ilerledi” dediğinde Mustafa Kemal der ki, “Çocuk, ben küçükken fakirdim. Elime geçen 2 kuruştan birini kitaplara vermeseydim şu anda yaptıklarımın hiçbirini başaramazdım”. Kitap, kitap, kitap… Mustafa Kemal’i ileri getiren budur. 

28 Ekim 1923’te, “Efendiler! Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” der Mustafa Kemal ancak bu tek gecede alınmış bir karar değildir. Cumhuriyet fikri, Mustafa Kemal’in kafasında gençliğinden itibaren uzun yıllar boyunca şekillenen, Türkiye’nin modernleşme projesinin bir eseridir. Gençliğinden itibaren J.J. Rousseau’yu, Moltke’yi, Kant’ı, Tevfik Fikret’i, Namık Kemal’i, Ziya Gökalp’i okur ve bunlardan beslenir.  Devlet nedir, demokrasi nedir, özgürlük nedir… Dolayısıyla, “Efendiler! Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” dediğinde cebinde kendi el yazısıyla anayasanın değişikliği hazırdır. Lozan Barış Antlaşması devam ederken, kendisi Salih Bozok’a bunları müsveddede yazar, “Bunları temize çek, kimseye söyleme ve bunları git Adalet Bakanı’na götür. Bana görüşünü yazsın. Ona da söyle kimseye söylemesin” der. Adalet Bakanı Seyit Bey’e… Ve cebindedir. Sonra İsmet Paşa’yla kalır ona da cebinden çıkarır, 1921 Teşkilat-ı Esasiye dediğimiz Anayasa’nın, birinci Anayasa’nın, maddesinde cumhuriyet şeklini yazar ve ertesi gün cumhuriyet ilan edilir. Kendisi de Cumhurbaşkanı seçilir. Arkadaşlarına haber verilir, orada olunur. Mesela Kazım Karabekir’in İstanbul’da haberi olur. Bu tabii Mustafa Kemal’in teşkilatçılığıdır. Çünkü onlar cumhuriyeti istemez. Mustafa Kemal Atatürk der ki, “Yola beraber çıktığım arkadaşlarımın bazıları kafalarındaki o sınıra geldikçe maalesef ayrıldı”. Çünkü cumhuriyet rejimini, saltanatın kaldırılmasını hele hele hilafetin ve halifeliğin kaldırılmasını Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Kazım Karabekir akıllarına getirmiyor. Neden? Çünkü hayatı boyunca padişahın ekmeğini yemiş, öyle düşünüyor. İşte öyle gelince Kazım Karabekir İstanbul’da top atışları duyulunca, “Aa… Bu ne?”, “Cumhuriyet ilan edildi!” diyor Mustafa Kemal Atatürk. Teşkilatçılık önemli.  Cumhuriyet ilan edildikten sonra… 

“Cumhuriyet nedir?” derseniz; Cumhuriyet, doğuda fakir ve yoksul bir ilçeden, Mardin’in bir köyünden, annesi ve babası okuma yazma bilmeyen, Türkçe bilmeyen Aziz Sancar’ı Nobel Bilim Ödülü’ne taşıyan; güneyde Isparta’da yoksul, fakir bir köyden çobanlık yapan “çoban Sülü’yü”, Süleyman Demirel’i, cumhurbaşkanlık makamına taşıyan rejimin adıdır cumhuriyet.  Atatürk’ün cumhuriyeti… Ben mucizeye inanmam Yeşim Hanım ama Atatürk’ün mucizesi cumhuriyet, bir mucizedir. Fırsat eşitliğidir, liyakattir. İsimsizleri ve sahipsizleri, yoksul bir köyden, fakir bir mahalleden cumhurbaşkanı, kurmay başkanı, bakan, milletvekili, bilim insanı yapan rejimin adıdır cumhuriyet. Bazı tarihe haksızlık edenler der ki, “Atatürk milliyetçiliği ırkçılıktır”. Ben bunlara “çeyrek eğitimli” diyorum.  Bakın Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti” der. Cumhuriyette etnik, mezhep, inançsal veya dinsel farklılık gözetmez. Atatürk’ün cumhuriyetçilik ve milliyetçilik anlayışında din, mezhep, ırk ayrımı gözetilmez. Ayrıştırıcı değil, birleştiricidir. Aziz Sancar fakir bir ilçeden Nobel Bilim Ödülü’ne gitmiştir ve ödülünü almıştır ve ödülünü Anıtkabir’e vermiştir. Demiştir ki, “Atatürk’ün eğitimi sayesinde oldu.” Niye? Çünkü o zaman dershane yoktu. Liyakat ve fırsat eşitliği sayesinde orada kazandı. Ben de fırsat eşitliği sayesinde 1974’te Kuleli Askeri Lisesi’ne gittim, dershaneye gitmeden kazandım. Antakya’nın fakir bir köyünden… O zamanlar sorular çalınmıyordu. Cumhuriyet bu, fırsat ve liyakat eşitliği. 

“Atatürk nedir?” derseniz; Atatürk akıl, bilim, tam bağımsızlık, anti-emperyalizm ve umut, umut, umut demektir.  Atatürk budur. Onun için hakkını vermemiz lâzım. Dolayısıyla milliyetçilik anlayışı bizim Türkiye’de bazı kesimler, soldan veya başka yerden, yelpazen ne olursa olsun Atatürk’ün ilkelerine ve milliyetçilik anlayışına burun kıvıran, elinin tersiyle iten, sıradanlaştıran ve küçümseyen hiçbir siyasi yelpaze Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde başarılı olamaz. “Efendim milliyetçilik anlayışı ırkçı. E Atatürk’ün Türk İstiklâl Savaşı, o kurtuluş dönemi tamam, tanıyorum ama…” E sonra? “E ben Atatürk sistemini tam tanımıyorum.” Olmaz. İşte bunlar çeyrek eğitimli. 

Atatürk bir Türk olarak aslında Türk ulusunu tekrardan kendi özgül ağırlığıyla, kendi özlerine döndürmüştür… 

 Şimdi kadınlarımız Atatürk’ün hakkını çok iyi bilir. Neden biliyor musunuz? Osmanlı’da nüfus sayıldığında erkek sayılır, eşek, inek, katır, öküz sayılır ama kadın sayılmazdı. Niye? E kadının yararı yok diye düşünülürdü. Neden? Erkek vergi verir, askere gider. Eşek, katır, inek, öküz mühimmat taşır ama kadının yararı yok. Kadını saymazlar nüfus sayımında. Kaç at olduğu belli Osmanlı’da ama kaç kadın olduğu belli değil. Fakat 1923’te Cumhuriyet kurulduğunda 13 milyon nüfuslu Anadolu’nun, sıkı durun, Anadolu’da 40 bin köyün 37 bininde yol ve posta yok. Okuma-yazma oranı erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4. Doğu Anadolu’ya doğru gidildikçe sıfır. Çok değil, Atatürk 3 yıl sonra muhteşem bir devrim gerçekleştirecek ve o soldaki liberallere diyorum. Kadınlarla ilgili Medeni Kanuna atıfla Fidel Castro, “Atatürk’ün yaptığını yapamazdım” der. Kendinize başka önder aramayın. Türk kadınına… Dört kadınla evliliği kaldırır, tek eşliliği getirir. Cumhuriyet kurulduğunda kadının mahkemede şahitlik hakkı yoktu, eşitlik getirdi. Miras hakkı yoktu, eşitlik getirdi. Ekonomik hayata katılımı yoktu. Pilot olması, doktor olması, asker olması vb. hayâlden öte bir şey. 17 Şubat 1926’da bütün hakları verir. Bakın Cumhuriyet kurulduktan 3 yıl sonra. O zaman kaç ortaokul vardı biliyor musunuz? 72 ortaokul, 23 lise, 1 üniversite var. Bazıları derler ki, “Kasım 1928’de Dil Devrimi oldu. Bir günde cahil kaldık.” Yahu arkadaş, senin okuma yazma oranın erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4 bir de 37 bin köyde okulun yok. Sen zaten cahilsin! Tersine, okuma-yazma oranı artar ve kadınlara muhteşem bir devrim daha gerçekleştirir. 1934’te Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkını veren Mustafa Kemal Atatürk’tür. Dünya tarihinde, sıkı durun, İtalya 1945’te ve Fransa 1944’te verir. İsviçre 37 yıl sonra kendi kadınına Atatürk’ün 1934’te verdiği milletvekili seçme ve seçilme hakkını verir. Atatürk der ki: “Dünyada hiçbir kadın Türk kadını kadar ‘Ben milletimin kurtuluşunda, vatanın kurtuluşunda o kadar emek verdim, çalıştım didindim’ demezler.”  Mustafa Kemal Atatürk Türk kadınının hakkını verir. Der ki, “Kadını toplumdan çıkarırsanız, toplumun yarısını kesmiş olursunuz”. Onun için kadının daima önde olmasını ister ve 1923’te Latife Hanım’la evliliğinin ana nedenlerinden biri budur. Türk kadınının çağdaşlaşma, modernleşme projesinde bir halka olarak görür. Latife Hanım’la evlenir ama evliliği fırtınalı denizde bir yolculuk gibidir. Fırtınaya tutulur, çok sarsıntılı olur ve 2 yıl 6 ay 4 gün sonra ayrılırlar ve “Hayatımda yaptığım en büyük hatalardan biri de evliliktir” der. 

Türkler, nüfus olarak da baktığımız zaman, o dönemde çok ciddi anlamda beyin gücünü de yitirmiştir. Yıllar boyu süren savaşlarda çok uzun yıllar savaşmıştır esasında…

Cumhuriyet Atatürk’ün mucizesi dedik ya, kadınlara o hakları veriyor ama Kayseri Uçak Fabrikası’nı kuruyor 1926’dan 1642’ye kadar, 212 Türk uçağı üretiliyor. İtibar nedir, onur nedir diye sorarsanız, işte bu. 72 ortaokulu olan bir ülke 3 yıl sonra kendi uçak fabrikasını kuruyor ve 1934’te de Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İran Şahı’na bir Türk uçağını hediye ediyor. Sıkı durun, 15 yıl sonra kendi ürettiği kolera aşısını Çin’e yardım olarak gönderiyor. 

Laiklik ilkesinin önemini bir asker aynı zamanda bir akademisyen olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir evladı olarak bize açıklayabilir misiniz?

Elbette. Atatürk’ün 1921 Anayasası, 23 ve ilave 1 madde ile kurulur. O çok genel, yetersiz bir anayasadır. Daha sonra 1 Kasım 1922 saltanat kaldırılır, zaten millî egemenlik var. Millet Meclisi herkesin üzerindedir, padişahla saltanata gerek kalmaz. Cumhuriyet ilan edilir ve 3 Mart 1924 halifelik kaldırılır. Artık cumhuriyet tamamen millî egemenliğe dayalı olur. 1924 Anayasası’nda Türkiye Cumhuriyeti yer alır, 1928’de Türkiye Cumhuriyeti “İslâm Devleti” ibaresi ortadan kaldırılır, 1937 yılında da Laiklik ilkesi Anayasa’da yer alır. Osmanlı’da “Türk” ifadesi kullanılmazdı onun da altını çizelim. Osmanlı’da yönetim Türklerde değildi; devşirme dediğimiz Yahudi, Rum, Ermeni, Rus… Bu insanlar yönetimdeydi. 

Atatürk ilkelerinin önemini, günümüzde de (bizi) koruduğunu ve bu çağda da bu ilkelere tutunmamız gerektiğini nasıl ifade edersiniz? 

Atatürk’ün 6 tane temel ilkesi var: Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, inkılapçılık. Bunlar bir zincir, bir halkayı kopardığınızda tüm zincir kopar. İlkeler önemlidir ve önemli olduğu şu anda çok daha ortaya çıkmıştır. Bazıları milliyetçiliğe burun kıvırmıştır ama ne kadar önemli olduğu Covid zamanında ortaya çıkmıştır. Tüm ülkeler şu an ulus devlete doğru yol almakta, herkes kendi sınırını korumaya çalışmakta. 

Laiklik ilkesi bütün ilkelerin temel taşıdır. Türkiye’den laiklik ilkesini, kadını, cumhuriyeti ve Atatürk’ü çıkarın; geriye Afganistan, Suriye, Yemen gibi kanın ve gözyaşının dinmediği bir coğrafya kalır. Hadise budur. Bu, bu kadar açıktır. Bu yüzden laiklik ilkesi Cumhuriyetin temel taşıdır ve zincirin en önemli halkasıdır. Devlet laiktir ama laiklik ilkesinde temel sadece din ve dünya işlerinin ayrılması değildir. Laiklik, o ülkede yaşayan her inanca ve çeşitli mezhebe sahip insanların ibadet özgürlüğünü de sağlar. Laiklik, Musevi vatandaşın havrada, Hristiyan vatandaşın kilisede, Müslüman vatandaşın camide ibadetini özgürce yapmasını ve yaparken de güvenliğini sağlar.  

Atatürk’ün tek adam olmadığını göstermek için de size şunu söyleyeyim. Bakın o zamanlar Almanya’da Hitler var, Rusya’da Stalin var, İtalya’da Mussolini var, İspanya’da Franco var… Liderler, seçimi kazandıktan sonra diktatörlüklerini ilan ederken ve Atatürk’ün bazı arkadaşları onu bu konuda telkin etmeye çalışırken Atatürk ne yapıyordu biliyor musunuz? Medeni Bilgiler kitabını yazıyor ve orada Türk toplumuna insan haklarını, özgürlüğü ve demokrasiyi anlatıyor. Onun için Atatürk, tarihin kıskandığı liderdir. 

Dolayısıyla Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” politikası vardır. Bu, dış politikayla ilgili çok önemli bir prensiptir. Bazıları bunu pasif, kendi kabuğuna çekilme politikası olarak söyler ama bu külliyen yanlıştır. Atatürk’ün politikası dünyanın en aktif politikalarından biridir. Bu politikayla Lozan’da çözülemeyen Hatay, tek kurşun atmadan Türkiye topraklarına katılmıştır. Yine bu politikayla, İkinci Dünya Savaşı’nın gelişini öngören Atatürk kuzeyde Balkan Antantı’yla Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan’la olası bir savaşa karşı herkes birbirine yardım edecek diye ittifak antlaşması yapmıştır.  Güneyde 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan’la Sadabat Paktı imzalamıştır. “Yurtta barış, dünyada barış” politikası tam bağımsızlığın en fazla vurgulandığı politikadır, Atatürk bağımsızlıktan hiçbir zaman ödün vermez. 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile de bu politika, Türk Boğazları’nın (Çanakkale, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı) da Türk egemenliğini sağlamıştır. “Yurtta barış, dünyada barış” politikasında tam bağımsızlık, uluslararası hukuk, millî sınırlar ve millî refah önem kazanır. 

 Yani Hatay’ın Ana Yurda katılmasıyla birlikte, o hasta halinde 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni bile gerçekleştirmiş. Ölümüne 2 sene kala… 

Lozan’ı tamamlayan bir antlaşmadır. 5 Temmuz 1938’de Türk askeri Hatay’a girdiğinde… Atatürk’ün erken ölümünün nedenlerinden biri, hastalığının ilerlemesinin sebebi Hatay meselesidir. Gece gündüz onunla uğraşır. 1938’de hastalığın daha yavaş yavaş ortaya çıkıp, daha tam ilerlemediği dönemlerinde Başbakan Celal Bayar’ın yabancı doktor getirme teklifini “Çocuk, yabancı doktor getirirsen Hatay tehlikeye girer, alamayız. Herkes benim hasta olduğumu duyar. O yüzden ertele” diyerek reddeder. Hatay’la ilgili birkaç adım daha atar. Doktorların itirazına rağmen 20 Mayıs’ta Mersin’i, 24 Mayıs’ta Adana’yı ziyaret eder. Türk askerinin tören geçidini ayakta 40 dk. karşılar ve akşam odaya çekildiğinde yaklaşık 1 saat burnu kanar. Paşamız başarılı olur, 1938’de Türk askeri Hatay’a girer, Mustafa Kemal Atatürk Dolmabahçe’de hasta yatağından kalkar; küçük bir sandala, motora biner Türk askerinin Hatay’a girişini çocuk coşkusuyla kutlar. Ateşi 39-40 derece yükselince yatağına götürürler ve bir daha da kalkamaz. Onun için Atatürk Hatay şehididir ve Hatay Atatürk’ün emanetidir. “Hatay benim şahsi meselemdir. Gerekirse Cumhurbaşkanlığından ayrılır, elime bir silah ve birkaç kişi alırım. Yine de Hatay’ı alırım. Ben milletime söz verdim” der ve alır. 1938 Temmuz’da Türk askeri girer, Kasım’da da Atatürk ebediyete intikal eder. 

Saygıyla ve minnetle anıyoruz.  Son cümlelerinizi tamamlarken, hukukun üstünlüğünü cumhuriyetin temellerinin bir çatısı olarak görebilir miyiz? 

Kesinlikle. Bir devletin olmazsa olmaz iki temel görevi var: Birincisi adalet, ikincisi güvenlik. Hem ülkenin hem insanların güvenliği… Adalet nedir? Hukukun üstünlüğü demektir. Biliyorsunuz Atatürk Cumhuriyeti Türk gençliğine armağan eder ama “Gençlikle neyi kastediyorsunuz Paşam?” diye sorarlar. “Modernleşmede, çağdaşlaşmada, yenilikte herhangi bir problemi olmayan; düşüncesi bu yönde ilerleyen herkes gençtir” der. Yaşça yaşlı olan bunu yapıyorsa gençtir eğer genç bunu yapmıyorsa yaşlıdır. Atatürk aslında Türk gençliği derken, kendi ilkelerini, çağdaşlaşmayı, çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkmayı hedefleyen herkesi genç kabul eder.

Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.

Naim Babüroğlu kimdir?

Naim Babüroğlu, 1960 yılında Hatay‘da doğmuştur. 1977 yılında Kuleli Askeri Lisesi’nden, 1981 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun olan Babüroğlu, 1992 yılında Kara Harp Akademisi’nden kurmay yüzbaşı olarak mezun olduktan sonra, Hakkâri dağ ve komando tugay komutanlığında görev yaptı. Ardından, Kara Harp Akademisi’nde öğretim üyeliği ve Plan subaylığı görevlerine devam etti. 1995 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisi’ni bitirdi. 1996-1997 yılında, Türk silahlı kuvvetlerini temsilen Kuveyt ve Irak‘ta Birleşmiş milletler askeri gözlemci subayı olarak görev yaptı.

Naim Babüroğlu, 2001-2004 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı karargâhında çalıştı. 2004-2006 yıllarında, Iğdır-Yüksekova arasında yaklaşık 300 kilometrelik sınırdan sorumlu Van Hudut alay komutanlığı görevini yaptı. 2006 yılında Tuğgeneralliğe yükseltildi ve 2006-2009 yılları arasına Manisa 1.Piyade Eğitim Tugay Komutanlığı’na atandı. 2009-2011 yıllarında Ege Ordusu Harekat Kurmay Yarbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nda Karargâh Subayı görevlerinde bulundu.

1996-1997 yılında, Kuveyt ve Irak‘ta Birleşmiş Milletler Gözlemci Misyonu’nda Askeri Gözlemci olarak görev yaptı. 1998-2001 yıllarında, Mons-Belçika‘da NATO Karargâhında Kuvvet Plan subayı görevinde bulundu. Tuğgeneral rütbesinde iken 2011 yılında emekli oldu. ABD Oklahoma Üniversitesi’nde İnsan İletişimi ve İlişkileri (Human Relations) konusunda yüksek lisans yapan Naim Babüroğlu, Çanakkale Muharebelerinde Osmanlı ve Alman Komutanlarının Askerî Planları ve Alınan Sonuçlar başlıklı teziyle doktorasını tamamlamıştır. Naim Babüroğlu, hâlen İstanbul Aydın Üniversitesi Tarih bölümünde öğretim üyesi olarak görevini sürdürmektedir.

İngilizce ve Arapça bilen Naim Babüroğlu, evli ve iki çocuk babasıdır.

Bunu Paylaşın