Hayata yan masadan bir bira

MDN İstanbul

Yaz geldi. Geride kalan zor dönemi unutmak, açılıp saçılıp hayatımıza renk katmak istiyoruz. Tabii bütçeler elverirse, yeni savaşlar çıkmazsa, ekonomik kriz derinleşmezse, salgın yeni hamle yapmazsa vs, vs… Ama ne çok koşul var böyle. Ruh hâlimizi güzelleştirmek için bir bira lazım. O hâlde… Garson!

Boşuna dememiş Reşad Ekrem Koçu, “İstanbul’un baharı tadımlıktır, kış ile yaz arasında kaybolur” diye. Göz açıp kapatana kadar geçiverdi ilkbahar İstanbul’da…

Lâkin sadece İstanbul’da değil, tüm memlekette baharla birlikte başlayan açılıp saçılmamız, kendimizi sokaklara, kırlara, kafelere, “sosyalleşme mekânlarına” atmamız yaz boyu sürecek herhâlde. Söyleyeceğim, bahar hemen bitti ama onunla açılan bira mevsiminin yolu var daha. Her ne kadar ekonominin gösterdiği yolun alkol oranı düşük, bütçelerdeki yeri eskiye oranla sınırlıysa da hayat kendi bildiği rotada gidiyor, insan alıştığı gibi yudumluyor daima. Wolfgang Schivelbusch’un Keyif Verici Maddelerin Tarihi adlı kitabında aktarılana bakılırsa, Friedrich Engels, daha 1840’larda birayla döşenen yollardan söz ederken bu içkinin hayatımızdaki yerini tespit ediyordu, “Tahmin edileceği gibi, işçiler çok içiyorlar. Alison, Glaskow’da cumartesi akşamları 30.000 kişinin zilzurna sarhoş olduğunu söylüyor; bu küçük bir rakam değil elbette. (…) Böylesi gecelerde, sağa sola yalpa vuran ya da kaldırım kenarında sızıp kalan bir sürü sarhoşa rastlamadan Manchester dışına çıkabilmişliğim pek yoktur. Pazar günleri bu sahneler biraz daha az gürültülü bir biçimde tekrarlanır…”

Engels’in sözleri orijinal bağlamında başka bir zemine oturuyor elbette. Bizim alıntıladığımız cümleler ülke ve dönem farklılıklarına bakmaksızın çok uzun süredir biranın hayatımızda olduğuna vurgu yapmak için seçildi. Ve aslında biranın bedenimizde ve hayatımızda yarattığı etkilerin 1800’lerden çok daha eskiye dayandığı da herkes tarafından biliniyor. Kuşkusuz kil tabletlerde ya da hiyerogliflerde bira göbekli insanlar çizilmemiş ama biranın tarihinin o dönemlere kadar gittiğine dair kanıtlar var. Sümer mitolojisinde “bira tanrıçası” diyebileceğimiz bir tanrıça bile bulunuyor: Ninkasi. Yine de o kadar eski defterleri açmayalım, piramitleri bira kafasıyla yaptıkları için sırrı çözülemiyor deyip tabletleri okumaya çalışmayalım şimdi, insanlığın modern dönemlerinde hep zulamızdaydı hatırlatmasını yapalım, yeter. Yoksa tarihin daha az bilinen dönemleri, altından ayık kafayla kalkılamayacak bir bira deryası adeta… Çok zengin o dünya, biranın balayıyla ilgisini kuran efsaneler bile var, ki madem telaffuz ettik, kısaca şöyle: Binlerce yıl önce Babil’de kızını evlendiren babalar damadın bal birasını da yedeklemek zorundaymış. Ay takvimi kullanılan dönemler tabii, evliliğin ilk ayına da bu yüzden “balayı” dendiği iddia ediliyor… Ancak dünyanın keyfini çıkaran tek zeki toplum Babiller değil, Batı kültüründe de biralı efsaneler, mayaya yatırılmış hikâyeler var. Vikinglerin savaş öncesi içtiği biralardan tutun da Almanya’da mayayı zehirleyen bira cadılarına kadar…

Ancak yakın tarihe gelince eve dönmek daha kolay olacak. Dönmeyip bir bira için meyhaneye uğrayanların akıbeti ise dönemine göre değişiyor. Victoria dönemi İngiltere’sinde böyle bir meyhane ziyaretinde yakalanan burjuvaların adeta genelevde yakalanmış muamelesi gördüğü söyleniyor. Alkolün evcilleştirildiği dönemler belli ki. İçeceksen evde içeceksin, en fazla kulüplerde falan, dışarıdan gelenlere kapalı yani, ayaktakımı uzak dursun bizden denildiği devirler…

O “ayaktakımı” kendi arasında içmeye devam ediyor, o ayrı. Hem de ne içmek! Dönem işçi sınıfının yoklukla var olduğu dönem (aslında tam da şimdiki gibi). İçinde yaşadıkları berbat koşulları unutmak, birarada olmak ve kısa süre de olsa yaşamak zorunda kaldıkları sefaletin yarattığı ruh hâlinden uzaklaşmak için içiyorlar. Engels (aynı kitaptan aktarıyoruz) işçilerin bu içme hâlini şu sözlerle açıklıyor. “İşçi işten çıkıp yorgun argın eve döner; evi her tür konfordan uzaktır, nemli, sevimsiz ve pistir; acilen kendisine neşe verecek, bütün gün çalışıp didinmesine değecek, ertesi günü katlanılır kılacak bir şeye ihtiyaç duyar; (…) hoşsohbet bir ortama duyduğu ihtiyacı ancak bir meyhanede tatmin edebilir, dostlarıyla buluşabileceği başka bir yer yoktur – şimdi bu durumda işçi şiddetli bir içme ihtiyacını nasıl duymasın, içkinin cazibesine direnebilecek gücü kendinde nasıl bulsun?”

Karl Kautsky de işçi sınıfıyla alkol arasındaki ilişkide benzer fikirdedir. “Almanya’da bir proleter için alkolden tamamen vazgeçmek her tür muhabbetten vazgeçmek anlamına gelir, işçinin evinde salonu yoktur, küçücük odasına buyur edemez dostlarını; onlarla biraraya gelmek istiyorsa, onlarla ortak meseleleri hakkında konuşmak istiyorsa, meyhaneye gitmek zorundadır.”

İşin doğrusu, aradan geçen onca zamana rağmen bazı tespitler ana hatlarıyla geçerliliğini koruyor. Ekonomik kriz daha geniş kesimlere yayılırken kaçak içki sunulan mekânlar, plastik bardakta içki içilen kahvehaneler gibi çözümlerle yoksullar kendi yollarını buluyor. Orta sınıf yiyeceğinden, giyeceğinden artırdığı parayı haftada bir gün kalabalık sokaklarda, meyhane/bar/birahane bölgelerinde harcıyor, biraraya geliyor; depresif hayatında delik açacak anılar biriktiriyor. Yakın dönem toplumsal tarihte bira kafasının prim toplaması bu bağlamda ekonomiyle çok ilgili. Ancak tarihsel gelişimde bir başka faktörü de adisyona yazmazsak hesap eksik kalıyor. Biranın mâkbul bir içki olması bir dönem diğer içkilerin yaygınlaşmasıyla da alâkalı görünüyor. Distile edilerek elde edilen yüksek alkollü içkilerin kamusal alanda yaygınlaşması geleneksel olarak düşük alkollü biranın konumunu değiştiriyor. İşte İngiliz ressam William Hogarth’ın meşhur Bira Sokağı (Beer Street) ve Cin Yolu (Gin Lane) adlı eserleri konu buraya geldiğinde anılmazsa olmayacak türden iki çalışma. Cin Yolu’nda çizilen kendini kaybetmiş, kavga eden, çocuklarını düşüren insanlara karşılık Bira Sokağı’nda sakin ve keyifli insanlar yer alıyor.

İnsanlara binlerce yıldır eşlik eden biranın uygarlık tarihimizdeki yeri çeşitli dönemlerde farklılaşıyor kuşkusuz. Kimi zaman ilkel toplulukların ritüellerinde, kimi zaman manastırlarda keşişlerin ellerinde, çoğunlukla halkın masasında yer buluyor. Üstelik, ne olursa olsun, nispeten ucuz ama keyif veren, herkesin ulaşabileceği, tabiri caizse bu yanıyla daha “demokratik” bir içki olarak sanayi sonrası toplumlarda işlevi geçerliliğini koruyor hâlâ.

Ve belki içkiler arasında her zaman zirvede olmasa da en azından 1963’te Everest’in zirvesinde olduğu biliniyor. Everest’e tırmanmayı beceren ilk ABD’li olarak kayıtlara geçen Jim Whittaker’ın yanında götürdüğü bir kutu Rainier birası bunun kanıtı.

Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.

Bunu Paylaşın