Yüce Yöney – Tanrıların gazabına gerek yok

MDN İstanbul

Tüm canlılara ve kendi varoluşuna ihanet ederek yaşamın başladığı denizlerdeki hayatı yok ediyor insanlar, kendileriyle birlikte. Olimpos’un tanrıları bile böyle cezalandırmamıştı yeryüzünü…

Sinemasal değeri pek de olmayan bir Hollywood filmiydi. Olimpos tanrıları insanlara kızgın, insanların paçayı kurtarması için yapması gerekenler var; iyi insanlar var, kötüler var, yetmiyormuş gibi, yarı tanrılar, yarı insanlar, vs… Tanrıların öfkesi tipik, insanlara güçlerinin yetmeyeceği felaketler yaratmak. Eh, bunlar tanrı tabi, hiç de zor değil bu. Zeus şiddetli iki fırtına gönderse, Poseidon denizleri kabartsa, Hades yeraltından biraz sallasa, tamam. Neyse ki bir film işte, dünya felaketlerden kurtulup kapanış jeneriği akarken biz hayatımıza döneceğiz; kaldığımız yerden devam…
Ama asıl mesele orada başlıyor zaten, bulunduğumuz yerde. Biraz dikkatli bakınca yaşadığımız dünyanın haline, felaketlerin içinde yaşamakta olduğumuzu görmek zor değil. Bizim dünyamıza yaptıklarımızın yanında Olimposluların öfkesi sıradan kalıyor. Belli ki tanrılardan daha tehlikeli bir türüz biz. Poseidon denizleri çalkalarken insanlardan başkasını hedeflemiyor, biz ise kendimizle birlikte denizlerdeki hayatı da yok ediyoruz.
“Current Biology” dergisi 1990 – 2010 yılları arasındaki 20 yıllık dönemde, Akdeniz’de daha fazla yavru balığın avlanmış olduğunu saptayan bir araştırmadan söz ediyor. Saptama çok açık: Balıklar üreyecek erişkinliğe gelemeden avlanıyor ve sonuçta balık stokları azalıyor. Verilere göre en çok trolle avlanan balık türlerinde görülüyor azalma. Malum, büyük balıkçılık şirketlerine uygulanan kısıtlamaların takibi ve denetlenmesi daha kolay, ama küçük balıkçı teknelerinin trolle yaptığı avcılığın denetimi daha zor, kontrol mekanizmaları kurulsa bile çeşitli nedenlerle işlemiyor. Sadece Akdeniz’de değil, birçok denizde durum böyle.
Gidişat denizlerdeki hayatın sona ermekte olduğu yönünde. İnsanların neden olduğu iklim değişikliği nedeniyle okyanusların ısındığı artık herkesin bildiği bir gerçek. İşte bu ısınmanın sonuçlarından biri de denizlerdeki balık dağılımının etkilenmesi. Ayrıca dünyanın ısınmasına neden olan karbondioksit gazı okyanus suyunda da çözünüyor, asit oranını artırıyor, ki bu da okyanus suyunun balıkların yaşaması için uygunluğunu yitirmeye başlaması demek. Günde 24 milyon ton karbondioksitin denizler tarafından emildiği tahmin ediliyor. Okyanuslardaki asit oranının sanayi öncesi döneme oranla önümüzdeki on yıllarda yüzde 170 artış göstereceği söyleniyor.
Bu sürece denizlerin uzun vadede nasıl tepki vereceği tam olarak kestirilemiyor ama somut gelişmeler hiç de iç açıcı değil. Bilim dünyasına göre mercanlar karbondioksit ortamında canlı kalmakta zorlandığı için resifler kendini yenileyemeyecek ve bugünkü anlamda mercan resifleri yok olacak, bu nedenle birçok balığın temel besini olan deniz salyangozları hızla azalacak. Balıklar bu durumdan etkilenecek, tabi sonunda insanlar da… Bilim insanları şimdiden mercan resiflerinin üçte birinin kirlilik ve aşırı avlanma nedeniyle yok olduğunu belirtiyor. Uzmanların ifadelerine bakılırsa, insan faaliyetiyle yaratılan değişikliklerin onbinlerce yıl boyunca tersine çevrilemez etkisi var ve karbondioksit etkisini ortadan kaldırmak mümkün gözükmüyor.

Kısır döngü
Biz insanlar böyleyiz işte, bir yandan yarattığımız çevre kirliliği gibi nedenlerle canlıların doğal yaşam alanlarını yok ediyor, bir yandan da yanlış ve aşırı avlanma sonucu deniz canlılarının soylarını tüketiyoruz. Bir kısır döngüye girilmiş durumda. Yeni geliştirilen balık avlama yöntemleri de çevreye zarar veriyor. Kosta Rika’dan bir örnek verelim, 2010’da BBC kaynaklı bir haberde Kosta Rika‘da 2000-2010 arası balıkçıların avlanırken yanlışlıkla öldürdüğü köpekbalığı sayısı 402, vatoz sayısı 625, kaplumbağa sayısı 1348 olarak veriliyordu. Denizanası yiyerek beslenen kaplumbağalar ölünce kıyıları denizanaları bastı. Vatoz yiyen köpekbalıklarının öldürülmesi de vatoz sayısının artmasına, artan vatoz nüfusu da deniz kabuklularının tükenmesine yol açtı.
En yakınımızdaki Akdeniz’e bir göz atalım… Orfoz tüm dünya denizlerinde olduğu gibi Akdeniz’de de tehlike altındaki türlerden artık. Orfozun dişi olması için en az 5-8 yıla, erkek olması içinse 12-18 yıla ihtiyacı var. Bir başka ifadeyle üreme ergenliğine geç ulaşıyorlar. Ortalama 50 yıl yaşayabilen bu hayvanların yaşamı uzun ama insanlar bilinçsiz avlanmayla bu türün kendi yaşam döngüsünü tamamlamasına, dahası üreme olgunluğuna gelmesine izin vermiyor. Zaten üreme dönemlerinde belirli alanlarda toplanıyor oluşları onları balıkçılar için daha da kolay bir av haline getiriyor. Ve maalesef orfozun akıbeti Akdeniz dışındaki denizlerde de farklı değil. Araştırmalara göre orfoz popülasyonu başka yerlerde de son 20 yıllık zaman diliminde hızla azalıyor. Uzmanlara göre bunun nedenleri birçok balık türünün yok olmasıyla aynı: Doğal yaşam alanlarının değişmesi, çevre kirliliği, yasadışı ve aşırı avcılık. Nesli tehlikede türler arasında sayılan orfoz kağıt üzerinde Bern Sözleşmesi kapsamında Akdeniz ülkeleri tarafından koruma altında ama alınan önlemlerin yeterli olmadığı ortada. Orfoz bir örnek sadece, denizlerdeki somon 1993’ten bu yana, morina 1960’lardan beri hızla azalıyor. Örnekler çoğaltılabilir, neslini tehlikeye attığımız deniz canlılarının hepsini burada sıralamak mümkün değil.
Uzatmaya da gerek yok zaten, yakın tarihli basit iki veri meselenin boyutunu açıklamak için yeterli aslında: Dünyada her yıl 90 milyon ton deniz ürünü tüketiliyor ve dünyada denizlerindeki balıkların yüzde 75’inin tükendiği hesaplanıyor.

İnsan aklı
Peki, bu durum karşısında ne yapıyoruz biz insanlar? Bu konuda çalışan sivil toplum örgütleri ve doğanın döngüsüne yaptığımız müdahalenin bizi de yok edeceğinin bilincinde olan az sayıdaki insanın çabalarını bir kenara koyarsak aslında hiç!
Ekonomik karşılığı olan ama sistemi bozmaya devam eden balık üretme çiftlikleri kuruyoruz. Kuruyoruz da ne oluyor; evet, önemli bir gelir kaynağı ve azalan deniz ürünlerine yönelik ihtiyacı karşılamak için bir yöntem tabi ama tartışmalı bir yöntem olduğunu da unutmamalı. Sonuçta doğal çevrede yetiştirilen “sofralık“ balık birçok başka soruna yol açıyor. Bu amaçla en çok üretilen türlerden somonun  yetiştirilmesinde yem olarak kullanılan balık unu da yakalanan balıklarla hazırlanıyor. Hesap şöyle: Somonlar kendi ağırlıklarından fazla balık yiyor, bir kilo somon eti elde etmek için dört kilo sardalye kullanılıyor. Yem olacak bu balıklar da doğadan yakalanıyor.
Dahası, önceden beri dikkat çekildiği gibi, balık çiftliklerinde antibiyotik kullanılıyor. Bitmedi, bize kadar ulaşan bu antibiyotikler çiftliğin çevresindeki sulara da yayılıyor, oralardaki canlıları da etkiliyor. Bir de balık çiftliklerinden dağılan atık sorunu var elbette. Balıklar yedikleri atıklar nedeniyle vücutlarında zehir biriktiriyor. Sonuçları tartışmalı bir sistem böyle zincirleme başka sorunlara yol açarak çetrefilleşiyor, geri dönüşü zor, birçok zaman mümkün olmayan zararlar veriyor. Ama işte, birçok ülkede hala önemli bir sektör olarak varlığını sürdürüyor. 2010 verilerine göre, İngiltere’de yenen balıkların yüzde 25’i, Çin’de yenenlerin yüzde 80‘i çiftliklerden geliyor. Vietnam’da ise son verilere göre balık çiftliklerinde suni yemle beslenen balıkların bir milyon tonu ihraç ediliyor. Bu birkaç rakama göz atmak bile sektörün ne denli geliştiğini göstermek için bir ipucu veriyor, olsa gerek.
Yazının başında sözünü ettiğimiz film “mutlu sonla” bitiyor, insanlar tanrıların gazabından kurtuluyordu. Ne yazık ki gerçek hayat filmler gibi değil, ne mutlu son garantisi var ne sinema salonundan çıkar gibi gidebileceğimiz başka bir dünya.

Bunu Paylaşın