Yönünü arayan Avrupa’da AB’nin jeostratejik açmazları ve Türkiye

MDN İstanbul

Yaşlı kıta Avrupa, küresel dengelerin değişmeye başladığı günümüzde yönünü arıyor. Stratejide genel kabuldür, küresel ağırlık merkezleri belirli dönemlerde el değiştirir. Her 100-150 yılda bir hegemonya savaşları yaşanır, yeni aktörler ortaya çıkar ve yerküre domine edilmek istenir…
‘Donanma ve deniz gücü olmayan bir ülkenin hegemonya kurma kapasitesi yoktur’
Gücün el değiştirmesi 21’inci yüzyıla dek hep kanla, savaşla yani sert güçle oldu. Çok geriye gitmeye gerek yok. 20’inci yüzyılın başında yaşanan iki dünya savaşı Birleşik Krallık’ın hegemonyasını bitirdi ve ABD yüzyılını başlattı. Esasen bir kıta içi devleti olan Almanya’nın Birleşik Krallık’a meydan okuması, Avrupa’ın yıkılmasına ve ABD döneminin başlamasına vesile oldu. Burada bir parantez açalım, hiçbir zaman denizci bir millet olmayı başaramayan ve kara odaklı stratejilere bel bağlayan Almanya’nın çöküşü bu bakımdan ibretliktir. Donanma ve deniz gücü olmayan bir ülkenin hegemonya kurma kapasitesi kadük ve hep eksik kalacaktır. Ders çıkarılmalı…
ABD elde ettiği küresel üstünlüğü 20’nci yüzyılda doyasıya yaşadı. Hele ki SSCB’nin yıkılışı sonrası tek süper güç haline geldi ve tek kutuplu düzeni başlattı. Bu dönemde ABD kovboy mantığı ve kabalığı ile dünyayı sürklase etti. Tüm bunları güçlü donanma varlığı ile başardı… 21’inci yüzyılda durum üstünlüğünü kaybetmeye başlayan ve sorgulanan ABD’nin günleri artık sayılı. Nitekim çok kutuplu yapıya yeniden evrilen yerkürede artık Rusya ve Çin faktörleri var ve ABD gerçekten zor durumda.
Bu köşede ABD’nin açmazlarını, yitirdiği hegemonik ve ekolojik gücünü, Rusya’nın yükselen askeri kapasitesi ile Çin’in devasa ekonomik gücü ile artık rekabet etmede zorlandığına sıklıkla temas ettik. Ve şimdilik olmak kaydıyla, konjonktürel Rusya – Çin birlikteliğinin ABD’yi bir küresel güç olmaktan çıkaracağı, ABD’den doğacak boşluğun ise kaçınılmaz olarak Çin’i küresel tahta çıkaracağı tespitini yaptık. Üstelik görünen o ki, bu yüzyılda küresel üstünlük mücadelesi bir dünya savaşı ile de olmayacak. Güç değişimi örtülü vekalet savaşlarıyla, hibrit yöntemlerle, ekonomi savaşları ve siber yöntemlerle el değiştirecek…
Peki, Avrupa nereye gidiyor?
Bu süreçte Avrupa’nın rotası önemli… Dünya tarihinde Avrupa hep belirleyici, itici güç, cazibe merkezi ve çekim alanı oldu. İki dünya savaşı sonrası yıpranan, yıkılan ve dünyaya hükmetmeye takati kalmayan Avrupa, kendini restorasyona tabi tuttu. Genetik olarak emperyal kodlara sahip olan Avrupa şunu gördü. Artık kıtadan yeni bir hegemonik güç çıkması olası değil. Üstelik SSCB ve ABD’nin belirleyici ve başat aktörler oldukları 20’nci yüzyılda jeopolitik bir gerçeklik. Dolayısıyla AB’nin doğuşu esasen iki süper güç arasında sıkışan Avrupa’nın daha fazla nüfuz alanlarına ayrılmadan birleşerek ayakta kalma çabasından ibaret. Hikâyenin özeti bu…
Kısmen başarılı olan bu proje dönemin şartlarında SSCB’ye karşı ABD tarafından desteklendi ve arkadan itildi. Nitekim İngiltere’nin bu aksiyonun içinde yer alması bir ABD projesi olarak öne çıktı… AB’nin desteklenmesi ve yaşatılması, deyim yerindeyse, beslenip büyütülmesi olarak nitelendirebileceğimiz bu stratejik hamle ile aslında SSCB’nin Avrupa’ya yönelik hegemonyasının dengelenmesi öncelendi. Soğuk Savaş bitene dek durum böyleydi…
Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD artık tek güç, dünya ise tek kutuplu idi. Bu dönemde güçlenmeye başlayan Avrupa, ABD için pekâlâ bir rakip olabilirdi. ABD bu nedenle AB’yi hep kollamak ve gözetmek durumunda kaldı. Askeri kapasitesi zayıf Avrupa elbette küresel güç ABD ile boy ölçüşemezdi ancak ekonomik olarak Avrupa her zaman dikkate alınması gereken bir oyuncuydu. Bu nedenle ABD, AB’yi NATO üzerinden kontrol etme yoluna gitti. Ve bugün… Nasıl ki İngiltere’nin AB’ye girişi ABD’nin stratejik bir hamlesi ise, çıkışı da elbette benzer bir yaklaşımın sonucu… Bu nedenle BREXIT meselesine bu optikten bakmak isabetli olacaktır.Jeopolitik açmazlarla boğuşan Avrupa
Bakınız, vatandaşlarına yeterince değer vermeyen, sosyal alanlarda politika üretemeyen 28 üyeli AB günümüzde güç erozyonuna uğruyor ve yönünü arıyor. Jeopolitik açmazlarla boğuşan Avrupa aslında savruluyor, sallanıyor ve istikrarlı bir görüntü veremiyor… 23-26 Mayıs tarihlerinde parlamento seçimlerine giden AB, görünen o ki yavaş yavaş kırılma noktasına yaklaşıyor. Merkezini AB karşıtları ve aşırı sağ grupların oluşturduğu senaryoları artık çok daha şiddetli hisseden AB, belki de en korkulan senaryo ile yüzleşmek zorunda kalabilir… Nitekim bu yapıların güçlü bir şekilde parlamentoda yer alması Avrupa’da entegrasyonun, reformlarının önünün kesilmesi anlamına gelecek ki bu; AB’nin iflası ve sonu anlamına gelebilir.

Sağa kayan Avrupa
Bakınız, Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde beklendiği üzere geleneksel merkez sağ ve merkez sol partiler büyük kayıplar yaşadı. Avrupalılar, geleneksel partileri tehdit eden aşırı sağ ve popülistlerin gölgesinde sandığa gitti. Avrupalı seçmen yüzde 51 katılım oranıyla (2014’te yüzde 42) sandığa son 20 yılın en yoğun ilgisini gösterdi. Buna karşın Parlamentodaki en büyük grup olan Avrupa Halk Partisi (PPE) 180 sandalyenin sahibi olabildi. Bu sonuç 2014 seçimlerine göre 42 sandalyenin kaybedildiği anlamına geliyor. Benzer şekilde Avrupa Sosyalistler ve Demokratlar Grubu (S&D) da 146 sandalyede kaldı. Oysa Sosyal Demokratlar 2014 seçimlerinde 191 sandalye kazanmıştı. Dikkat çekici gelişme Yeşiller kanadında yaşandı. Yeşiller’in özellikle Almanya ve Fransa’daki başarısı herkesi şaşırttı.
Gelinen noktada AP, 2019-2024 yasama dönemi için yapılan seçimlerle birlikte beklendiği gibi daha da sağa kaydı. Federal Avrupa yanlısı liberaller (ALDE) sandalye sayılarını 68’den 109’a yükseltti. Bir önceki AP’de 52 sandalyesi olan Yeşiller’in artık 69 sandalyesi var. AB karşıtı aşırı sağcı, milliyetçi, muhafazakâr ve popülist hareketler ise 751 sandalyeli yeni AP’de 180 üyeyle temsil edilecekler. Stratejik bir gerçeklik olarak Avrupa siyasetinde yer alan aşırı sağ ve popülist hareketlerin, 2019 seçimlerinde başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu seçimden sonra AB için hiçbir şey eskisi gibi olmayabilir. Nitekim, aşırı sağ partilerin AB içerisinde üye ülkelerde ve AB üyesi olmayan diğer ülkelerde birlikte hareket etmeleri de yüksek bir olasılık…
Her ne kadar AP seçimlerinde sandalyelerin üçte ikisini AB yanlısı partiler kazansa da, AB karşıtı partiler de kıta çapında tek bir cephe oluşturma yolunda ilerleme kaydetti. AB karşıtı partilerin, seçimlerin hemen ertesinde AP’de “Kimlik ve Demokrasi (ID)” adında yeni bir grup oluşturmaları öngörümüzü teyit ediyor. Fransız Le Pen’in Partisi, İtalyan Salvini’nin Partisi ve Alman AfD’nin başını çektiği ID, 73 sandalyeyle AP’de 5’inci büyük grup haline evrildi ve diğer AB karşıtı partileri de kendisine katılmaya davet ederek cepheleşme çağrısı yaptı.
Avrupa’da aşırı sağ, 2017 yılı başında Almanya Koblenz’de yaptığı ENF toplantısı ile gücünü konsolide etti ve diğer siyasi hareketleri baskı altına almaya başladı. Bu toplantıda, ENF grubu adına konuşanlar mevcut AB düzeninin bittiğini, Avrupa’da ve dünyada yeni bir gelecek inşasına başlandığını üst perde çıkışlarla tehditvari bir şekilde ifade ettiler. Koblenz toplantısı sonrasında yaşanan gelişmeler, adeta bu tehdidin gerçekleşmeye başladığını gösterdi. 2014 AP seçimlerinde 70’in üzerinde sandalye kazanan aşırı sağ ya da AB karşıtı partiler, o günden bugüne Avrupa siyasetinde daha etkili ve görünür hale geldiler. Macaristan, Avusturya ve İtalya gibi ülkelerde iktidar partisi ya da koalisyon ortağı, Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkelerde ise ana muhalefet olarak ulusal parlamentolarda yer almayı başardılar. Gelinen aşamada 2019 seçimlerinden sonra Avrupaya yeni karmaşık yapıya ayak uydurup kuruluş felsefesine uygun olarak reformlara devam edecek ya da aşırı sağın ve AB karşıtlarının elinde kendi kuruluş değerlerinden uzaklaşarak, kendini izole etmeye devam edecek… Bizim öngörümüz AB’nin kuruluş felsefesinden uzaklaşıp dağılma trendine gireceği şeklinde…

Türkiye, AB ile yol ayrımına
gelecek

AP seçimlerinde dikkat çeken bir diğer başlık, ABD Başkanı Trump’ın seçimleri kazanmasında da etkili olan, ABD aşırı sağının önemli figürü; Steve Bannon oldu. Kurduğu Brüksel merkezli “The Movement” organizasyonuyla 2019 seçimlerinde, AP’de güçlü bir aşırı sağ ve AB karşıtı bloğun oluşması için çalışan Bannon; Fransa, Almanya, İtalya ve Macaristan’daki aşırı sağ ile sıkı bir işbirliği sergiledi. Neticede Bannon, Avrupa’nın geleceğinin şekillenmesinde takip edilmesi önemli bir figür haline geldi. Bizden söylemesi…
Organize bir şekilde Avrupa’nın üzerine çöken aşırı sağ ve popülist akımlar ulusal sorunlar etrafında politika yaparak göçmen ve İslam karşıtlığını öne çıkarıyor. Aşırı sağın ve AB karşıtlarının güçlenmesi, elbette AB’nin temel kuruluş değerlerinden ödün verilmesi anlamına geliyor. Burada dikkat çeken konu; bu yeni dönemde ülkemizi neyin beklediği… Türkiye’nin tam üyelik başvurusunun gündemde olması ve AB ile uzun yıllardan beri süre-gelen ilişkiler, seçim sonuçlarının Türkiye’ye de kaçınılmaz etkilerinin olacağını gösteriyor. Yaşanacak gelişmeler Türkiye ile AB’nin yol ayrımına neden olabilir.
AP’nin Türkiye’yle ilişkileri büyük ölçüde Karma Parlamento Komisyonu (KPK) adı verilen organ tarafından yürütülüyor. Bu organ Türkiye-AB ortaklığının denetim organı olarak 1963’te tasarlandı. 25’i AP, 25’i de TBMM’den olmak üzere toplam 50 parlamenterden oluşuyor. KPK’nın normal şartlarda Türkiye-AB diyaloğu ve ilişkisinin ilerlemesine katkı sağlaması gerekiyor. Ancak bu mekanizma özellikle 2014-2019 yasama döneminde etkisiz bir platforma dönüştü, zira 2014 AP seçimleri sonrasında KPK’nın AP kanadının başkanlığına bir Yunan, başkan yardımcılıklarına da bir Yunan ve bir de Kıbrıslı Rum’un getirilmesi ilişkileri gerdi ve bu durum ülkemiz tarafından provokasyon olarak algılandı.
KPK’ya ek olarak, AP ile ilişkilerin bir diğer önemli figürü Türkiye raportörü. AP Türkiye raportörlüğü görevi 2014-2019 yasama döneminde Hollandalı sosyal demokrat parlamenter Kati Piri tarafından yürütüldü. Piri ilk başlarda, Avrupalı sosyal demokratların çoğu gibi Türkiye’nin üyelik perspektifini destekler göründü. Ancak hazırladığı raporlarının çoğu aleyhimize oldu ve Türkiye tarafından yok hükmünde sayıldı. Sonuç olarak AP yavaş yavaş, Türkiye’ye yönelik yardımları kesen, Türkiye ile katılım müzakerelerinin askıya alınmasını tavsiye eden bir platforma evrildi.
Gelinen aşamada, önümüzdeki beş yıllık dönemde Türkiye’yi daha zor bir AP’nin bekleyeceği kesin. Zira yeni AP’de aşırı sağcılar, milliyetçiler ve popülistler AP Başkanlık Divanı’nda, komisyonlarında, özellikle de Türkiye’yi yakından ilgilendiren Dışişleri Komisyonu’nda daha etkin olacaklar. Komisyonlarda ve genel kurulda daha fazla konuşacaklar. Özetle, eskiye oranla sesleri daha fazla duyulacak ve bu durum ne yazık ki aleyhimize olacak.
AP muhtemelen Türkiye dosyasını sonbaharda kaldığı yerden yeniden açacak. Malum, AP son olarak Mart 2019’da “Türkiye ile katılım müzakerelerinin askıya alınması” tavsiyesinde bulunan bir karara imza atmıştı. Bu karar, Türkiye-AP ilişkilerinde önümüzdeki dönemin nirengi noktasını teşkil edecek. AP cephesindeki genel beklenti, Türkiye’de özellikle demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarındaki reform süreci olacak. Bu alanlarda bir ilerleme sağlanamazsa yeni AP ile ilişkiler bir önceki yasama döneminde olduğu gibi bir kısır döngüye dönüşme riskiyle karşı karşıya kalabilir. Bu durum ister istemez Türkiye-AB ilişkilerini katılım sürecinde olan bir aday ülkeyle olan ilişkiden ziyade, güvenlik, sığınmacı krizi, enerji, ticaret gibi sadece karşılıklı çıkara dayalı konularla sınırlı bir ilişkiye, esasen imtiyazlı bir ortaklığa dönüştürecek. Tıpkı BREXIT sonrası İngiltere’ye önerilecek model gibi. Sonuç olarak Türkiye’nin AP marjında herhangi bir üçüncü ülkeden farkı kalmayabilir…
Nitekim mayıs ayı sonunda açıklanan AB Komisyonu 2019 Türkiye Raporu, adeta yeni dönemin habercisi gibi… Raporda geçtiğimiz senelerde olduğu gibi Türkiye’nin hukukun üstünlüğü ve demokrasiden uzaklaşmaya devam ettiği ifade edilirken, mağduriyetler ve insan hakları ihlalleri tek tek vurgulanıyor. Raporda; “Cumhurbaşkanlığı sistemi yürütmeyi tümüyle kontrolü altına aldı ve kamu yönetiminde önemli atamaları kendisine bağlayarak, kamu idaresini siyasallaştırdı. Yasama kurumu olan Parlamento zayıflatıldı. Yargı Bağımsızlığı ve tarafsızlığı ciddi biçimde yara aldı” ifadeleri dikkat çekiyor. Diğer taraftan Avrupa Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Johannes Hahn, AP Dış İşleri Komitesi’nde Türkiye’yi de yakından ilgilendiren ve toplam yedi ülkeyi kapsayan genişleme paketini sunarken, Türkiye’nin önemli bir partner olduğunu dile getirmesine karşın, demokrasi ve insan hakları ihlallerinin devam ettiğini, Türkiye’nin AB’den giderek uzaklaştığını, bu yüzden 2018 yılında verilen karar doğrultusunda üyelik konusunda hiçbir faslın açılamayacağını vurguladı. Adeta kral çıplak dedi. Elbette anlayana…

AB için tünelin sonu karanlık
Israrla belirtiyoruz: AB için tünelin ucu karanlık ve bu zorlama yapıdaki zoraki birliktelik kaçınılmaz olarak dağılacak… Bu nedenle Türkiye’nin de reel politiğe aykırı AB’ye üye olma rüyasından ayılıp jeopolitik gerçeklerle yüzleşmesi ve yeni bir rota belirlemesi isabetli olacaktır. Günümüzde Doğu Akdeniz’de enerji jeopolitiği ve deniz yetki alanlarının hakka ve hukuka uygun paylaşımında sürdürdüğümüz haklı ve kararlı mücadelemiz karşısında AB’nin, Yunanistan-GKRY ikilisine yönelik sergilediği koşulsuz ve hukuk dışı destek ve kendisini adeta hakem yerine koyan mesnetsiz yaklaşım, kabul edilemez cüret bile bizim asla bu emperyal yapının içinde olamayacağımızın ispatıdır. Ülkemizi her daim düşman ve hakir gören bu yapının dağılması, sanırız ki ülkemizin hayrına olacaktır.

ETİKETLER: , , , ,
Bunu Paylaşın