YILMAZ DAĞCI

Yeşim Yeliz Egeli

Dağ gibi taş gibi dimdik ayakta! YILMAZ DAĞCI

“Küçükken İnebolu’da, evin dışında, içinde su biriktirilen bir varil var. Onunla oynarken, baş üstü içine düşüveriyorum. Tesadüfen babam geliyor. Bir bakıyor ki, benim ayaklar havada! Son anda kurtarıyor beni.” İstanbul, Giresun, Norveç, Miami gibi farklı şehirlerde, birbirinden renkli mesleklerde ama en çok da denizle, denizcilikle geçen dolu dolu bir hayat! Onun insanda uyandırdığı hayranlıklar saymakla bitmez… [membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]Ancak beyefendilik marifetlerine sahip olmak isteyenlere müstesna bir örnek! Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlayan bir ömürde, geriye dönüp bakınca, suyu seven bir çocukla başlıyor sohbetimiz…

Kültürü, zekası, centilmenliği ile tanınan Kaptan Yılmaz Dağcı, 25 Eylül 1927’de Üsküdar’da doğdu. Cumhuriyet tarihimizde, Ziraat Fakültesi’nden mezun olan ilk kişi olan babası, ormancı olduğu için, 1936 yılında Atatürk’ün Soyadı İnkılabı yapıldığında, Dağcı soyadını almış. Babası orman müfettişi olduğundan, ailesi 15 yıl kadar, Karadeniz Bölgesi’nin merkezi olan Giresun’da oturmuş. Niğdeli bir bey ile İstanbullu bir hanımın evliliğinde, en büyük çocuk olan Yılmaz Dağcı İstanbul, ikinci çocukları İnebolu, son kardeş ise Giresun doğumlu.
Ailesinin de büyük fedakârlıkları ile 1947 yılında Galatasaray Lisesi’nden mezun olması, o dönem için büyük bir avantaj. Galatasaray’da yaz tatillerini, bitmek bilmeyen deniz yolculuklarıyla özetliyor. Ama şikayetle değil, keyifle… “Giresun’a 5 günde giderdik. Uçak yok, tren yok, otobüs yok; sadece vapur var, Alman denizaltıları Karadeniz’de vapurları kazara geceleyin batırmasın diye gündüz giderdik. İstanbul’dan hareket ettiğimiz gece, Zonguldak’ta yatardık,  ertesi gün İnebolu, Sinop, Samsun, ondan sonra Ünye, Fatsa, Ordu, Giresun… Beş günde Giresun’a varırdık. Giresun’da rıhtım yok. Gemi açıkta demirler, gelip sandalla alırlar. Yazı Giresun’un Bıcık ormanlarında geçirir, sonbaharda yine mektebime dönerdim. Belki bu 5 günlük yolculuğun verdiği huzur, bende denize karşı inanılmaz bir sevgi yarattı.”
İçindeki büyük bir deniz sevgisiyle okulu bitirir bitirmez, dünyanın denizcilikte en ileri ülkesi Norveç’te eğitim almaya karar vermesi, ailesinde, özellikle de annesinde,  büyük bir üzüntü yaratıyor. “O zaman Galatasaray mezunu olmak, bugün iyi bir üniversiteden mezun olmak kadar ciddi bir anlam taşıyor. Annemi düşünün; bin bir fedakârlık yapılmış, oğlu Galatasaray’ı bitirmiş. Bana, ‘Ne olacaksın?’ dediklerinde, ‘Norveç gemisinde miço’ dedim, kadın düştü bayıldı. ‘Oğlan serseri oluyor’ dediler. O zaman böyle algılanıyordu. Beni ikna edip, vazgeçirmeye çalıştılar. ‘Bir sene dinlen’ dediler. Aslında Norveç’e gidecek param yoktu. Fransızca bildiğim için Büyükelçiliğe girdim. Ankara’da Norveç Büyükelçisi’nin şoförlüğünü yapıyordum. Norveç’ten kalkan bir gemi, yola 1 tayfa eksik olarak çıktı. Ben 50 kuruş verip Galata’da vapur iskelesinden sandalla gemiye gittim. Gittiğimde kaptan bana yukardan aşağı bir baktı: Bu nasıl bir kıyafet? Oğlum sen çalışacaksın, böyle kibar giyinmekle, gömlekle kravatla bu iş olmaz dedi. Acenteyi çağırıp, bir iş eldiveni, bir pantolon ve bir gemici kazağı istedi. Çok sevindim ama ayın sonunda, bu yeni kıyafetlerimin masrafı, maaşımdan kesilmişti. İşte böyle yola çıktık. Annem çok üzüldü, herhalde babam da üzülmüştür ama belli etmedi. Bu konunun kızgınlığı,  2-3 yıl sürdü. Şartlar o kadar ağırdı ki, ben gittikten sonra 12 yıl kadar Türkiye’ye gelemedim ve ailemi göremedim. İlk 4 yıl tayfalığımda biriktirdiğim paralarla geçirdim, ondan sonra üniversite tahsili, etti 8 yıl. Ondan sonra gemiyle açıldığınız zaman ‘Pasifikteyim, oradayım, buradayım’ derken, 12 yıl gelemedim.

San Francisco sokakları
Liseyi bitirdiğim halde Norveç kanunlarına göre Denizcilik Fakültesi’ne giremedim. Çünkü 3,5 yıl tayfalık yapma şartı vardı. Dikkatinizi çekerim: Staj değil, tayfalık! Yani elime kovayı verdiler, subayların tuvaletini yıkamakla işe başladık. ‘İyi bir kaptan olacaksan, sıfırdan başlayacaksın’ dediler. Ben bu bakış açısının Türkiye’de de uygulanması için çok uğraştım ama başaramadım. Liseyi bitirmiş bir insan, Denizcilik Fakültesi’ne giriyor. Elinde stajyer yazısı var. Stajyer dediğiniz insan, hiçbir şey değildir, hiçbir sorumluluğu yoktur. Oradaki sistem öyle değil. Bana göre Norveçlilerin sistemi çok doğrudur. Ben 3,5 yıl tayfalık yaptım. Oradan kazandığım parayla da üniversiteyi okudum. Yurt dışında okumak için, ailem bir para veremeyeceğine göre, kendi ayaklarım üzerinde durmam gerekiyordu. Fakat acı tarafı da şudur: Aşık olduğum San Francisco’ya gittiğimde kaleye çıkacak param yoktu. Sonuçta tayfasınız; kazandığınız parayı biriktireceksiniz ki üniversiteye gidebilmek mümkün olsun. Çok sıkıntılı yıllar geçirdim tabii ki…”
Yılmaz Dağcı’nın İstanbul’daki gençliği, savaş yıllarına denk geliyor. Ülke savaşa girmese de geceleri karanlık. Dünyada en büyük eğlencenin sinema olduğu yıllar… Fonda kovboy filmlerinin unutulmaz aktörü John Wayne, Robert Tylor, Tyrone Power, Gary Cooper ve yarı çıplak film yaparak sansasyon yaratan Hedy Lamarr’ın filmleri var. Hedy Lamarr ilginç bir şahsiyet. Hollywood yıldızları içinde aynı zamanda mucit olan tek kadın. Filmlerinin pek çok ülkede Papa tarafından yasaklandığı düşünülürse, Türkiye’de gösterilmiş olması ilginç. Dağcı’nın anlattıkları da bu fikri destekliyor.  “İstanbul’dan sonra Norveç’e gittiğimde, bazı şeyler inanılmazdı. Mesela ben savaş yıllarında İstanbul’da gördüğüm filmleri, üzerinden 10 yıl geçtikten sonra Stockholm’de gördüm.  Biz İstanbul’da çok daha önce seyretmişiz yani. O günlerde, 16-17 yaşındaydım. Daha sonra Moon Over Miami diye bir film geldi İstanbul’a;  ilk renkli filmlerden ve müzikallerden biri… O filme o kadar hayran kaldım ki, 9 kere gittim. Gerçi gişedeki kıza da hayrandım ama önünden 1 dakikada geçtiğim için kız hiç farkında değildi. Artık filmden nasıl etkilenmişsem, daha sonra tesadüfen Miami’de yaşama imkanı buldum. Hemen gittim, “Miami’de Mehtap” filminin kasetini buldum, Amerika’da. Hala evimde durur.
Kaptan Dağcı, 4 yıl tayfa olarak çalışıp 1951-1953 yıllarında Fredrikstad Denizcilik Okulu’nu ardından da 1957-1958 yıllarında Oslo Yüksek Denizcilik Okulu’nda eğitimini tamamlamış. “Küçük bir kasabaydı, yolda beni gören, ‘Bak bir Türk geçiyor!” diye birbirine gösteriyordu. Norveç sistemine göre okulunuzu bitirmeyi şu şekilde yapıyorsunuz: Mesela 1. sınıfı bitirdiğiniz zaman 4. ve 3. Kaptan Ehliyeti alıyorsunuz. Paranız yetmediği zaman yine denize çıkıp çalışıyorsunuz, 2. sınıfı ondan sonra devam edebiliyorsunuz. Nitekim ben 4 yıl boyunca, büyük fedakârlıklarla para biriktirdiğim halde, okula başladıktan 4 ay sonra param bitti. Kara kara, ne yapacağımı düşünüyorum. Bütün heyecanımı yenerek, son çalıştığım geminin armatörüne gittim. Düşünsenize tanıdığınız yok, akrabanız yok, kefiliniz yok. Tir tir titriyorum. Adam, ‘Söyle evladım?’ dedi. ‘Efendim benim 2 alternatifim var, ya sizden ödünç para isteyip okulumu tamamlayacağım ya da tekrar okulu bırakıp denize çıkacağım, yeniden 1-1,5 sene kaybedeceğim’ dedim. Şöyle yüzüme baktı, zile bastı. Ne olacak diye heyecan içinde bekliyorum. Sekreter içeri girince, ‘Bizim gemilerde çalışmış, kaptandan ‘Çok iyi’ belgesi olduğunu biliyorum. Tayfalık yapmış. Bu çocuğa bugünden itibaren 4. Kaptan maaşı bağlanacak’ dedi. Dünyalar benim oldu! Hemen, ‘Sizin için kontrat imzalayayım’ dedim. ‘Kontrata gerek yok, istersen başkalarının gemilerinde çalışabilirsin, ben seni esir almıyorum’ diye yanıt verdi. Maaş bağlanınca, krallar gibi yaşamaya başladım. O zamanın parasıyla bana 200-250 dolar yeterken, 4. Kaptan maaşı 500 dolar’dı. Gayet tabi Fredrikstad’a döndüm. Ondan sonra okula otobüsle giderken, taksiyle gitmeye başladım. Bayağı rahat ettim. Norveç’te 40 seneye yakın yaşadım ama 20 senesi denizlerdeydi. Evinizde değilsiniz tabii, göçebe gibi yaşıyorsunuz.

“Her limanda bir sevgili sözü, tam bir palavradır”
Denize çıkanlar için, her limanda bir sevgili bulur denir. Tabii, her limanda bir aşk palavrasını bırakıp gerçeğe dönersek, geldiğiniz limanda sizi kim tanır? Hiç kimse. Oturup bekleyeniniz var mı? Yok. Gideceğiniz yer neresidir? En yakın bardır. Barda 2 kadeh içersiniz, sarhoş olursunuz, gemiye geri dönersiniz.  Geri geldiğinizde, cebinizdeki para da bitmiştir. Dolayısıyla ben okula başlayıp, sürekli karada kalıncaya kadar, herhangi bir gönül meselesine giremedim. Sonra da Norveç’te, Oslo’da görüştüğüm bir bayanla evlendik. Sürekli denizde olduğum için, onu ısrarlarımla ikna ederek, telgrafçı okuluna gönderdim. Çalıştığım gemide, benim telgrafçım oldu. İlk eşim Gert Hanım, hala hayattadır. Görüşürüz. Son derece hanımefendi bir insandır. Birlikte 20 yıl yaşadıktan sonra ayrı kültürlere sahip olmanın getirdiği zorluklarla ayrılma kararı verdik. Yani şöyle: Ben futbol seviyordum, o kayağa gitmekten hoşlanıyordu; ben alaturka seviyordum o alafranga… Bir baktık ki, her gün birbirimizden daha da uzaklaşıyoruz. Norveç’in iklimi de farklı. İnsan uzun gecelere alışacağını zannediyor ama belli bir noktadan sonra alışamıyorsunuz. Sonunda ben ‘Türkiye’ye gidelim’ dediğim zaman, o da haklı olarak, ‘Lisanım yok, orada ailem ya da arkadaşım yok. Bu yaştan sonra Türkiye’ye nasıl adapte olacağım?’ dedi. O da haklı. Dolayısıyla biz gayet medeni ve dosthane bir şekilde ayrıldık. İstanbul’a geldiğimde bugünkü eşimle tanıştım onunla da 20 yıldan uzun süredir mutlu bir evliliğim var.”

Yılmaz Bey ve Gert Hanım’ın evlenmeleri de son derece renkli bir anı… Çalışacakları gemi yola çıkacağı için geminin gideceği İngiltere’de evlenmeyi planlamışlar. İngiltere’ye başvurdukları anda, resmi makamlar tarafından, önlerine çok ciddi prosedürler çıkartılmış. Ertesi gün, Oslo’daki Nüfus İdaresi’nden Birleşmiş Milletler’in ilk genel sekreteri Trugue Lie imzalı bir yazı gelince, işler tam tersi, krallar gibi muameleye dönüşmüş. Ne büyük bir şans ki, Truque Lie, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ndeki görevinden ayrılınca, Oslo’ya yerleşip Belediye Başkanı olmuş ve doğal olarak, Oslo’dan gelen yazıda da imzası varmış. Dördüncü Kaptan maaşı bağlanması ve Truque Lie     imzası, insanı, zorlu koşullara katlanan kişilerin sıra dışı şanslara sahip olduklarına gerçekten inandırıyor. Yılmaz Bey, her ne kadar son derece ortalamanın üzerinde meziyetlere sahip olsa da tevazu göstererek, 1. Kaptanlığa yükselişinde bile şans faktörünü vurguluyor. “Ben denizciliğin altın devrini yaşadığım için,  çok kısa sürede kaptan oldum Niye? 2. Dünya Savaşı’nda binlerce kaptan ölmüş, kalanlar sinir buhranları içinde çalışmış. Dolayısıyla önüm açıktı. Lisan bilen, genç, enerjik, denizi seven ve akıllı bir adamsan. Ben mezun olduktan 7-8 sonra kaptan oldum. O da bir şanstı.”
Norveç’te 1951’den 1975’e kadar olan yıllar, denizlerde geçiyor. Norveç’in Türkiye’den farklarını anlatan usta denizci, özellikle kadın ve çalışan haklarına dikkat çekerken vergi sistemini de unutmuyor.
Yılmaz Dağcı’nın Türkiye’ye dönüş tarihi, 1985. Denize çıkmayı bıraktıktan sonra, hiç şarkı söyleyemeyen bir adam olarak, Norveç’te dünyanın en modern müzik fabrikasını kurmasına ne dersiniz? “Benim hiç müzik kulağım, şarkı söylemeye kabiliyetim yoktur. Hatta İstiklal Marşı’nı berbat okuyup okuldan ceza almışlığım vardır. Talihe bakın ki ben Norveç’te dünyanın en modern müzik fabrikasını kurdum. Abba benim müşterimdi. Denizi bırakıp karaya çıktığım zaman, ne yapacağımı düşünüyordum. Eşim telgrafçı, ben kaptan, iyi para kazanmışım, sıfır masrafla bayağı para biriktirmişim. Bana dediler ki, “Türkiye’de TRT’ye karşılık gelen Devlet Kanalı, NRK’dır. NRK, gramofon şubesini kapatmaya karar vermiş. Memleketin ihtiyacı var, git al. 100 liralık şeyi sana 10 liraya verirler” dediler, gerçekten de öyle oldu. Biraz modernleştirdim. 1966 yılında ilk defa Berlin’de kaset çıktı. Norveç’e kaseti getirmek istedim, kaseti bilen kimse yok. Bankaya gittim, kredi aldım. Abba tanınmadan önce benim müşterimdi, Abba olduktan sonra da benimle devam etti. Önceden bana 1 kasetten 5 bin tane yaptırırken 100 bin tane yaptırmaya başladı. 1985 yılında Japonlar bomboş bir piyasa olduğunu gördüler ve onların Norveç’e gelmeleri benim sonum oldu. Tıpkı bugün gemiciliğin yaşadığı gibi gramafon konusunda ve müzik aleminde biz zayıf devreye girdik. Böylece şirket battı. Resmen iflas ettim.” S.E.S adını taşıyan bu müzik şirketinde, bir çocuk kaseti ile sesli porno kasetinin etiketlerini birbirine karıştırdıklarını, benzersiz bir anı olarak yazmadan geçmek zor. Bir de tabii, Yılmaz Bey’in komşusu Maliye Bakanı olunca danışmanlık teklifi alıp, 4 yıl danışmanlık yaptığını söylersem, ne kadar renkli ve çok yönlü biriyle karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılacaktır. Böylesine renkli birinin hafızasında diplomasi içinde geçen zamanlar, daha ciddi ve mesafeli ortamlar olarak yer ediyor elbette…
Norveç’te bir kızı olan Dağcı, kızına İskandinavya’da popüler olan Türkçe “Gün” ismini vermiş. İsim orada iki “n” harfi ile yazılıyor. Eşinden ayrılarak Türkiye’ye gelen Yılmaz Bey, Türkiye’de Hilton Oteli’nde kalırken,  girişteki bankada, yeni eşiyle tanışıp evlenmiş. Eşi Nazan Hanım’ı “5 yıl İş Bankası’nda çalışmış ve geçen sene emekli olmuş, Teşvikiye gibi önemli bir şubenin başında müdirelik yapmış muhterem bir hanımefendidir. O da benden çok genç olmasına rağmen 60’ına merdiven dayadı’ diye anlatırken, bir Fransız ile evlenen kızından 3 torunu olduğunu da ekliyor.

Ataköy Marina’yı kurdu
1985 yılında Türkiye’ye gelince, Ataköy Marina’yı kurmak gibi önemli bir görevin ardından, “Avrupa’nın En Mükemmel Marina”sı ödülünü; plan, proje ve organizasyon sorumlu yönetim kurulu üyesi ve genel müdürü olarak alıp ardından 5/6 ödül aldıktan sonra, tahmin edileceği üzere, bazı tatsız olaylardan ötürü görevinden ayrılmış. 1991 yılına kadar Marina’da kaldıktan sonra 1992 yılında kuruluşunun fikir babalığını ve onursal kurucu üyeliğini yaptığı Deniz Temiz Turmepa Derneği’nin ilk genel sekreteri. Üç sene full-time genel sekreterlik, ardından 2004 yılına kadar dernekte çalışmayı sürdürürken, 2000 yılında Rahmi Bey, “Benim 6 marinam var, bir sürü sorunla uğraşıyoruz, lütfen başına geç” diyor. 70 yaşında olduğu için, kibarca reddetmeyi denese de 1.5-2 yıl kadar marinaların genel koordinatörlüğü görevini de yürütüyor. 2004 yılından itibaren de Deniz Ticaret Odası’nın Yönetim Kurulu Başkan Danışmanı… Marina ve deniz turizmi konusundaki bilgilerini paylaşıyor. Bu görev konusunda Metin (Kalkavan) Bey’e minnet borcu olduğunu dile getiriyor. “Metin Bey’i başkanlığını tebrik etmek için gittiğimde, son derece mütevazı bir şekilde, ‘Ben Deniz Ticaret Odası’nın Başkanı seçildim ama benim marinacılık ve deniz turizmi hakkında bilgilerim sınırlıdır bana danışmanlık yapar mısınız?’ dedi. Dünyanın hiçbir yerinde 74 yaşındaki bir insana iş teklifi yapılmaz. O nedenle kendisine minnettarım. Dokuz yıldır orada çalışıyorum.”

Türkiye’nin kaç yeni marina’ya ihtiyacı var?

Halen Miami’de devam eden Türk-Amerikan ortak projesi,  dünyanın ilk mega yat marinası için Hüseyin Bayraktar’ın oğlu Mehmet Bayraktar’a danışmanlık da yapan Yılmaz Dağcı, dünyanın en zor denizlerinde kaptanlık deneyimi ile görüşlerini her platformda gözü kara şekilde yetkililerle paylaşıyor. Tabii ki bu durumun bir gereği olarak, hükümet politikaları ile karşı karşıya kaldığı da oluyor. Son derece iyi argümanlarla desteklediği görüşlerini dinleyerek, üzerinde düşünmekte fayda var. Görüşler çarpışacak ki, bu ülke için neyin faydalı olduğunu sektör hep birlikte bulabilsin. İşte Dağcı’nın Karadeniz’deki Marina ihtiyacı ve Türkiye’deki marinaların ne kadar arttırılabileceği konusundaki çarpıcı görüşleri:
Uluslararası platformda, Karadeniz ile ilgili çok önemli bir madde var. Bu maddeden şimdi Ruslar faydalanmaya çalışıyor ama bizim de böyle bir şansımız var. Güney’deki adamlarımızı alıp Karadeniz’de marina açmalıyız. Rusların niyeti; Tuna ve Ren nehrinden küçük tekneler Karadeniz’e çıkacak, mega yatlar da Boğazlar’dan geçip gelecek; her iki konuda da Türkiye’nin mutlaka bu işin içinde olması lazım. Geçen yıl beni Brüksel’e davet ettiler, Avrupa Parlamentosu’ndaki yetkililer ile konuştuk, “projenizi getirin destekleyelim” dediler. Böyle bir söz verdiler. Ama bunu bir yetkiliye söylediğiniz zaman, duvarla konuşuyor gibi tepkisiz karşılanıyorsunuz. Karadeniz böyle, Ege ve Haliç’te başka meseleler… Birine ulaştığınızda da herhangi bir muhalif fikri kabul ettirmeniz imkansız gibi. Mesela DTO’yu temsilen Binali Yıldırım’a gittim. Birisi kalktı, ‘Akdeniz çanağında 1 milyon tekne var, bunun 2 bini Türkiye’ye gelmiş, bu binde 2 eder. Bizim yaptığımız hesaplara göre 2023 yılına kadar 60 tane yeni marinaya ihtiyacımız var’ dedi.  Müsaade alıp ayağa kalktım. ‘Bakın, sizin rakamlarınızı kullanacağım ama ben başka bir neticeye geleceğim’ deyip anlattım. ‘Akdeniz çanağında 1 milyon tekne var diyorsunuz; doğru. Türkiye’ye 2 bin tanesi geliyor diyorsunuz; doğru. Ama çok önemli bir şeyi unutuyorsunuz. O, 1 milyon tekneden 990 bin’i ülkeler arası değil, şehirler arası bile gezemez. Çünkü bu rakama, şişme botlar bile dahil. Bakın, Ataköy Marina’yı.  700 tekne var, kaç tanesi ülkeler arası gezebilir? 70 tanesi gezebilir mi? İnanmam. Ülkeler arası gezecek teknenin, mutfağı olacak, kamarası olacak, daha böyle bir sürü kritere uygun olması lazım. Akdeniz çanağında gezebilen 1 milyon tekne değil en fazla 10 bin tekne var. Bu 10 bin tekneden, 2 bini Türkiye’ye geliyorsa, burada oran, binde 2 değil, yüzde 20’dir. Biz başladığımızda Türkiye’de  bir tane Marina vardı. Aradan 20 yıl geçti, bugün sayı 35 oldu. Başlangıçtı boşluk vardı, şimdi doldu. Şu anda 35 marinamız var. Ve eğer tekne sayısı artmadan, hayat standardı yükselmeden 60 yeni marina yapılırsa, mevcut olanın yüzde 95’i batar. Yani Türkiye’ye kötülük yapmış olursunuz’ dedim. Salondan alkışlar koptu. Bu geçen sene eylül ayında oldu. Yılbaşında Binali Yıldırım Bey, bu profesörlerin söylediklerinin aynısını televizyonda söyledi. ‘1 milyon tekne var, 60 yeni marina yapacağız’ dedi. Sonra düşündüm, 60 yeni marina, 30 milyondan ne eder? Tam 2 milyar dolar. Ama içim acıyor bu yatırıma çünkü Türkiye’nin 60 marinaya ihtiyacı yok, dolduramazsın. 60 marina doldurmak için her birinde 30 bin yeni tekne lazım.  Türkiye’de 10 bin tane tekne ya var ya yok. O da 20 senede, sayı 10 bine ulaşmış. Önümüzdeki 10 senede, 50 bin tane daha tekneyle nasıl olacak? Ben bunu söylediğim zaman, doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulur sözüne geliyoruz. ‘Bu adam niye her şeye burnunu sokuyor’ diyorlar. Ben hiç çekinmiyorum menfaat de beklemiyorum.
Gelelim Karadeniz’e… Niye Karadeniz kıyılarında doğru dürüst marina yok. Zonguldak’ta bir çocuk kalktı, ‘Bizim Karadeniz’de marinamız yok’ dedi. ‘Evladım sana Marina için zaten para verecekler ama sorun Marina değil, kafaların değişmesi lazım’ dedim. Salon, ne diyeceğimi merak ediyor. ‘Tuna Nehri’nden arka arkaya 10 tane yelkenli çıktı, üzerinde bikinili 20 tane kızla, marinana girdi. Ertesi gün gazetedeki başlığı hayal edebiliyor musun? Acaba kaç kişi ölecek, kaç kişi parçalanacak, namus bekçiliği yaparken? Kafalar değişmeden marina olmaz önce kafayı değiştireceksiniz’ dedim. Karadeniz’de marina yapmak için para bol ama kafalar hazır değil. Karadenizli, biri birine yan baktı diye, kızlara sahip çıkarken, onların namusunu koruyoruz derken, kan gövdeyi götürecek. Bu kafalar değişene kadar, öbür taraftan atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Mesela Hollanda, geçen yıl 35 milyon harcadı. Suyollarını temizliyorlar, köprülerini yükseltiyorlar ki, deniz turizmi canlansın. Türkiye’de her şey konuşuluyor ama yanlış sonuçlara varılıyor.”
Tall Ships’lerin Türkiye’ye gelmelerini sağlayan ve başından sonuna kadar projeyi yürüten Yılmaz Bey’in onun devamı niteliğinde son gönül verdiği ve Cumhurbaşkanlığı himayesinde ilerleyecek projesi 4E, Eğitimde, Eğlencede, Evrensel, Eşitlik fikriyle oluşmuş. Engelli vatandaşlarımız için hızla yol alan proje insana, çevreye ve eğitime gönül verenlerin desteklerini şimdiden almış.
Yılmaz Bey’in güzel yaşamını espirili üslubuyla dinlemek oldukça keyifliydi, kendimi şanslı hissediyorum, çünkü kendisini yıllardır tanımama rağmen hakkında çok şeyi bilmediğimi anladım, bunun yanı sıra bol kahkahalı, ince esprilerle dolu geçen bir hoş sohbeti tattım. Kendisi sadık bir Galatasaraylı, Oslo, Östensjö Rotary Kulübü üyesi, Piri Reis Üniversitesi mütevelli heyeti üyesi… 3 sayfaya sığmayan bir özgeçmişte ulusal ve uluslararası nice ödüller, görevler, projeler….
Hayat herkese Kaptan Yılmaz Dağcı’ya bahşettiği şansa sahip olmakla birlikte, onun yaşında (maşallah!) dağ gibi taş gibi dimdik ayakta ve üretken olmayı da nasip etsin! Bana da yazmayı düşündüğü hayatının kitabını düzenlemeyi…

[/membership]

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın