Haydi hayırlısı!

Yeşim Yeliz Egeli

yesimegeli@marinedealnews.com

Sabahın erken bir saatiydi, kayıtlar sabah 8’de başlayacaktı. Ancak meraklılar oldukça erkenci ve aceleci olsa gerek, sona kalmadan kayıt için açılmayan kapıların dışında uzun bir kuyruk oluşturmuşlardı. Saat daha yedi bile değildi… Bazıları ise özel giriş kartlarıyla ayrı bir kapıdan girip kendileri için ayrılan özel turnikelerden geçerken bu uzun sıraya bakıp hem seviniyor hem de o kuyruğa girmeden içeri girebilme imtiyazıyla böbürlenerek daha bir havalı yürüyorlardı. Ne de olsa bu müthiş kalabalık onlar için oradaydı. Nasıl da yorulacaklardı, ama gerçekten değerdi. Aylardır bu anı beklemişler miydi… Herkes ne kadar şıktı. Sanki dünya jet seti bir parti veriyordu. İlki için gerçekten çok iyi çalışılmış olmalıydı, aslında hiç kimse bu kadarını beklemiyordu.

Akademisyenler, seçkin bilim adamları, dünyanın seçkin markalarının üst düzey yöneticileri, birçok milletten davetli davetsiz tekstilci, madenci, inşaatçı, sanayici, otelci… Duyan gelmişti. Beyaz yakalı finansçılar hiç bunu kaçırırlar mı, en üst düzeyde katılım göstermişlerdi. Havacılar bile vardı, imrenip gelmişler, “Bu nasıl bir sıçrama!” diye hayretler içinde basından duydukları kadar var mıymış, bir gidip gezelim diyerek, hem gurur hem gıpta içinde olduklarını girdikleri sırada arkadaşlarıyla fısıldaşıyorlardı. Her cümle sonunda “Vay bee! Ne teknoloji! O da mı var? Yapma yav! Müthişmiş!” diyorlardı. Tüm halkın da elçisi gibi bu organizasyonla canlanan ekonominin başarısı, taksi şoförlerinin keyfi mutlu yüzlerinden oluk oluk akıyordu. Türkiye dünyaya deniz ticaretiyle adını her alanda kazımıştı ama onların da Türk mühendisinin elinden çıkan son teknoloji dünya markası arabaları vardı.

Hava limonata gibiydi, turkuaza dönmüş rengiyle Boğaz, erguvanların neşesiyle yine çoşmuştu. Rengârenk yelkenliler, kürek çekenler, baharın tadını çıkarıyorlardı. Saat sekize geldiğinde kapı girişinde bir hareketlenme oldu. Siyah gözlüklü, siyah takım elbiseli kadınlı erkekli görevliler, flamalı onlarca araçtan aşağıya uçarak iniyor ve arka kapıları açıyorlardı. Protokol girişinde lüks araçlar ardı ardına sıralanmaya başladı. Protokol karşılaştığı diğer protokolü selamlıyor, kapıda çoğalan kalabalık son model araçların flamalarından kimler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kimler yoktu ki, Çin, Japonya, İngiltere, Amerika, İran, bak bak Rusya bayrağı, Hollanda, Norveç, Azerbaycan, Kuzey Kıbrıs, Kore, Almanya… İtalya, Brezilya ile Hindistan bile vardı. O da ne Avustralya! İnanılır gibi değildi, bu kadarını sayabilmişti bizim havacı. Ne de olsa uluslararası bir sektörde çalıştığı için oldukça donanımlıydı. Arkasından protokol sırasında beyaz üniformalarıyla denizci komutanlar belirince gözleri kısılıp derin bir iç geçirdi. Kayıt yaptırıp içeri geçenler uzayan koridorlarda yönlendirmelere bakıyor, dışarıda arkası kesilmeyen kalabalık ise kapı önünde uzayıp gidiyordu. Birbirinden güzel gençler güleryüzleriyle ikişer yana ayrılmış yaklaşık 30 metrelik karşılama standı arkasında gülümseyerek kayıtları alıyordu.

Bir diğer hareketlilik Afyon mermeriyle döşenmiş geniş fuayesi, yüksek tavanları ve duvarları yalın Türk medeniyetlerinin çizgilerini taşıyan konferans salonunda başlamıştı. Ciddi bir mimarlığın eseri büyük bir titizlikle işlenmiş, muazzam bir bütünlük içinde sadelik, tevazuyla adeta her detaydan fışkırıyordu. Dünya dilleri kalabalığa karışmış, sözcükler kaynaşmıştı. Herkesin yüzü gülüyordu. Hele Çinli dostlarımız, Koreli kardeşlerimiz çok mutlu görünüyorlardı. Komşularımız, hepsi en özel konuk olduklarının edasıyla ve vakur bir gururla başarılarımızı anlatıyorlardı. Azerbaycan, kendi komşularına misafirperverliğini tüm içtenliğiyle; ikramda ve sohbette ağırlamayı en üst düzeyde yapıyordu. Bir grup Amerikalı kenara çekilmiş ellerindeki programı okurken, içlerinden biri “Ooo noo! Hey you guys, look at the list! Who is the speaker?” diye heyecanla sesini yükseltince meraklı kalabalık aniden onlara döndü ve sesleri aniden küçüldü. Şımarık bir çıkıştı o anın konuşması ve “şimdi sırası değil” diyen gözler kendilerini zerafete davet eder gibiydi. Dünyanın haylaz çocuğu, yine kadim medeniyetlerin sessiz ikazıyla kendini toparladı.

Mini ziller zarif görevlilerin ellerinde tebessümle çalındığında, binlerce kişilik salonda herkes yerini almıştı. En önde protokol sırasına göre devlet başkanları oturuyordu.

Salon karardı, sesler küçüldü, küçüldü… Derin bir sessizlik beklendi ve dev ekranda resmi beliren kişinin konuşması, katılımcıların hem verilen tabletlerde kendi dillerinde alt yazıyla hem de kulaklıklarında yine kendi dillerinde seslendirmeyle sunulmuştu. Bunlara ihtiyaç yoktu, çoğu zaten anlıyordu, ama her şey düşünülmüştü. Yazılı ve sesli çeviriler son bir cümleden sonra kesildi ve konuşmayı önce Türkçe dinlediler. Yeniden o müthiş cümle tekrarlanarak her dilde tek tek söylenip bittiğinde salonda müthiş bir alkış koptu ve ekranda; mavi deniz üzerinde dalgalanan Türk bayrağının önünde gülümseyen kişi Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu, her daim barışın en adil savunucusu, Atatürk idi. Tüm devlet adamları büyük bir mütevazılıkla dünya barış liderini yıllar sonra ve yine saygıyla ayakta alkışlarken salon “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözlerinin her dilde söylenmesiyle, dalgaların hareketi gibi bir azalıp bir çoğalarak inliyordu.

Uluslararası misafirler, Türk denizcisinin, Türk işçisinin, Türk armatörünün, Türk tersanecisinin, Türk mühendisinin, Türk tasarımcısının ve daha nicelerinin üstün zekayla yarattığı harikaları görüp esinlenmek, alıp kullanmak için Türkiye Deniz Ticaret Odası’nın himayesinde ağırlanıyordu. Organizasyon müthişti! Türkiye Cumhuriyeti Devleti tüm organlarıyla ev sahibi olarak bu konferansta hazır bulunuyordu. Ve beklenen an geldi, alkışlar sustu, dikkat sahneye yöneldi ve zarif sunucu, açış konuşmasını yapmak üzere kürsüye Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhurbaşkanı Sayın…. Sayın… Sayın…

Bir ses ritmik olarak yankılanmaya, bağlantı kopmaya başladı. Eyvah dedim bir aksilik var! “Şimdi sırası mı” deyip paniklediğimde gözüm abimi aradı, bana gözleriyle “Korkma sorun yok! Her şey kontrol altında” der gibiyken, birden gözüm açıldı.

“Offf yaa rüyaymış!” Gözümü hemen yumdum ama çok geçti. Uyanmıştım. Zamanı kavramak için el yordamıyla telefona baktım: 23 Nisan. İçimden zihnime kazılı o cümle tekrarlandı, “Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” ve gerçekten “Ne neşe ama, vay canına!” denilecek bir rüyaydı. Anladım: Sanırım bu bir hediyeydi. Ne de olsa günlerden 23 Nisan’a uyanmıştım, her daim coşkunun yüreğimde tazelendiği O güne… Zihnimde tekrar tekrar canlanan sevdiğim ve inandığım “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” diyen Atatürk’ün gülümseyen yüzü tüm gün canlılığını korudu.

Rüyayı düşünüp ‘Ne hayal kurmuşum’ dedim kendi kendime… Yorgan atma huyum da yoktur ama(!) Neyse, herhalde alt-üst bilinç karma olmuştu. Sigmund Amcanın alanına girer mi bu rüya, neyse rüyalar geleceğin habercisidir derler… Allahım bu olabilir mi? “Abartma” dedim kendime. “Niye olmasın” diye geçirirken zihnimden, içimdeki O ses dedi ki: “Belki yarın, belki yarından da yakın…”

19 Mayıs’ı heyecanla bekliyorum. Haydi hayırlısı!

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın
yesimegeli@marinedealnews.com