Ne demişti Attilâ İlhan Karantinalı Despina’da: Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması. Peki kendimizi anlamak, tanımak mümkün mü? Ömrümüz bir yanılsama içinde mi geçiyor yoksa? Ömrümüz geçiyor mu; eyvah! Yaşlanıyor muyuz; eyvah mı gerçekten?
Belki de kendimizi tanımaya yetecek kadar uzun yaşamıyoruz. İşin doğrusu, hayatlarımız birbirimizi gerçekten tanımak için de kısa. Hattâ bir adım daha atıp, cesaretle söylemeliyiz ki, insan denen yaratığı tanıdığımızı iddia etmek bile anlamsız.
Adım atmaya devam edip soralım: Dünyamızı ne kadar tanıyoruz? Canlıları? Hayatı?..
Bilge Karasu Öteki Metinler’de, “Tanıdığınız bir yüz, belli bir durumunu değil, birçok, pek çok durumunu gördüğünüz bir yüzdür” diye yazmıştı. Yine de insanın insanı tanıması için yeterli olmayabilir sanırım.
Bildiğini görmek isteyen insanların oranı gördüğünü anlamak isteyenlerden fazla oldukça, insanlığın bu konuda kayda değer bir ilerleme göstermesi zor. Hem yaşadığımız çağda her şey hakkıyla izlenmesi neredeyse imkânsız bir hızda gerçekleşirken, ne zaman durup derinlemesine bakacağız kendimize ya da çevremize? Hiç şansımız yok!
“Ne bildiğimiz ne farkına vardığımız bir yaşam etrafımızda gürül gürül akıyor… Yeni yaşamın şafağı sökmeden bizler uğursuz ihtiyarlara dönüşecek ve bu şafağa duyduğumuz nefretten dolayı ona ilk çamuru biz atacağız” diyen Çehov karakterleri haksız mı?
Ama siz yaşlısınız
Tatsız bir durum tabiî, hayatın “yetmemesi”, daha da ötesi, hayatın kısa olduğunu hissetmemiz tatsız. Bu tatsızlığı kendimizden uzaklaştırmak, düşüncelerimizde olsun yaşlanmamak için acınası bir çaba sarfediyoruz birçok zaman.
Yakın zamanda köpeğimle birlikte yürürken sık sık duyduğum sözler tam da bunları düşündürdü bana. Büyük boy, görünüşüyle de zekâsıyla da sevilen bir köpek, dolayısıyla birlikteyken insanların ona hayranlıkla bakmasına aşinayım. Ancak son zamanlarda yaşlanması görünür hâle gelmeye başladıkça, etraftan duyduğum sevgi ve hayranlık cümlelerinin sonuna ‘ama’lı ekler gelmeye başladı. “Güzelliğe bak, ama yaşlanmış” ya da “Duruşunda bile asalet var, ama yaşlı” gibi sözler… Bu ama’ların devamı gelmiyor. Gelse nasıl ilerlerdi cümleler tahmini güç değil.
Yaygın bir kullanım olarak “ama” kendinden önceki önermeyi geçersiz kılıyor ya da önermeyi zayıflatıyor olmalı. “Dost deyip güvenmiştim, ama göründüğü gibi çıkmadı hain” dediğimde, “ama” dost gördüğüm kişinin dostluk göstermediğini, tersine bir tavır içinde olduğunu anlatır değil mi; beklentinin boşa çıktığını, bir tür olumsuzluğu belirtir. “Uzun atlamada olimpiyat rekoru kıracak kadar iyiydim ama artık yaşlandım” dersem, bulunduğum yaşta uzun atlama olimpiyat rekorunu kıramayacağımı söylemiş olurum. Gel gör ki, “Güzelliğe bak, ama yaşlanmış” dersem, yaşlanmanın güzelliği örttüğünü, bir zamanlar güzel olanı çirkinleştirdiğini söylemiş olurum. (Bir an için bunun dayatılan estetik anlamında sinir bozuculuğunu bir yana bırakalım.) Oysa hayvanların birçoğunda olduğu gibi köpeklerin de yaşlandıkları genellikle görünüşlerinden değil, mesela yavaşlamalarından anlaşılır. Yani büyük olasılıkla bir köpeğe güzel ama yaşlanmış demek, aslında ben yaşlanmaktan korkuyorum, yaşlılık bana çirkinlik, yetersizlik gibi duyguları çağrıştırıyor, birilerinin bir gün bana “ama yaşlısın” diyeceğinden çok rahatsızım demek.
Güzellikle bağdaştırılamayan yaşlılık arasında toplumsal bariyerler olduğu çok açık. Stendhal’in “Güzellik sadece bir mutluluk vaadidir” sözünü hatırlayalım. Eğer toplumsal bilinçdışımızda bu önermenin mantığı geçerliyse, güzellikle yaşlılık farklı yönlere bakan iki kavramdır. İlki vaat içerdiği için geleceğe, diğeri gelecekten yoksun olduğu için “toprağa”…
Meğer ne yabancıymışız
Eskilerin tabiriyle, ömrümüz yeterse bir gün hepimiz yaşlanacağız, yani yaşlanmak doğal ve doğal olan hem güzeldir hem de bize yabancı değildir. Ancak maalesef biliyoruz ki, yaşlılar ötekileştirilir, onlar amalarla yaşamak zorundadır. Ama’yı ekleyen de ötekileştiren de bir gün yaşlanacak olan da biz olmamıza rağmen, yaşlı olma hâli bir türlü güzelleşemez toplumun gözünde.
Ne yazık ki, bir tür fazlalık, ölümü beklerken geçirilmesi zorunlu bir zaman dilimi, mutlu olma haliyle bağdaşmayan, mecburi hizmette doldurulması gereken bir süre, estetik olmayan bir hayat simülasyonu olarak görülüyor yaşlılık. Kendinden önce söylenen her hoş şeyden sonra ama sözünün yapıştırıldığı bir durum…
Aptalca bir gurur ve inatla kendimizi diğer hayvanlardan ayırdığımızı anlatan kimdi, Montaigne mi; insanın terbiye edilemez bir iştah yüzünden güçsüz kaldığını söylemiyor muydu?
İnsan denen varlığı tanımak ne zor gerçekten!
Eugene O’Neill’in ünlü oyunu Büyük Tanrı Brown’da, bir oğlan çocuğunun babasının yasını tutarken söyledikleri sadece tiyatro repliklerinden ibaret değil belki de…
“Meğer birbirimize ne kadar yabancıymışız! Öldüğünde yüzü bana o kadar tanıdık geldi ki, bu adamı daha önce acaba nerede görmüştüm diye merak ettim. Ama sadece bir an için. Sonra utancımızı gizleyip yeniden birbirimize düşman kesildik.”
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.





