
Önüm, arkam, sağım, solum despotizm. Zorbaca bir dayatmacılık, sınır tanımaz bir tahakküm isteği, sadece güçlünün borusunun öttüğü bir sistem… Mevcut düzen ve benmerkezci güç delileri varoluşumuzu tehdit ediyor. Çözüm ayrışmadan ortaklaşabilmekten, çatışmayıp dayanışmaktan geçiyor.
1934’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış ünlü oyun yazarı Luigi Pirandello’nun son seçilen ABD Başkanı Donald Trump’ı tanımadığı kesin. Yine de IV. Henry oyununda ana karakterine söylettikleri bu imkânsız karşılaşmayı hayâlimizde mümkün kılıyor.
Karşınızda bir deli görmek ne demek biliyor musunuz, diye sorar IV. Henry. “Bu, içinizde, çevrenizde kurduğunuz her şeyi, bütün yaptıklarınızın mantığını temelinden sarsan biri ile burun buruna olmak demektir. Ne mutlu delilere! Çünkü yaptıklarında mantık yoktur. Ya da öyle bir mantıkları vardır ki bir tüy gibi hafif uçar gider. Gelgitlidirler. Bugün böyle, yarın kim bilir nasıl?”
Duymuşsunuzdur, Trump Panama Kanalı’nı, Grönland’ı ve Kanada’yı istiyor. Güçlü olan her şeyi alır zihniyetiyle hareket ediyor. İlkel çağlardaymışız gibi. Gerçi insanlığın pek de gelişkin tepkiler verdiği bir dönemde değiliz, o başka… Tam da bu yüzden tedirgin edici bir politik perspektif Trump’ınki. Ne yapmayı amaçladığına dair yazıldı, çizildi: Panama Kanalı’nın kontrolünü ele geçirerek Çin’in etkisini sınırlamayı istiyor. Grönland’ın satın alınması fikri Arktik bölgede stratejik hâkimiyeti sağlama çabası, Kanada ile derdi de iki ülke arasındaki ticaret ve sınır güvenliği ilişkilerini çıkarına göre şekillendirme planı.
Görev süresinin sınırlı olması kimsenin içini rahatlatmıyor. Gidene kadar kurcalayacak dünyayı, belli. Trump ve onun gibi gücü elinde tutup hegemonik ilişkileri tek biçim olarak kabul edenler ne yazık ki günümüzün gerçeği. Yoksa trajedisi mi demeliydik?
Yalnız trajedinin herhangi bir insanın yaptıklarında değil, bütünsel bir durumda saklı olduğunu da unutmamak lâzım. O bütünsel durumun da bizim kuşatılmış, sömürülen yaşamlarımızın içine tıkıştırıldığı acımasız bir düzen olduğunu söylemek yanlış olmaz. İşte bizim güncel gerçeğimiz!
Modern trajediler
Gerçeklik en iyi ihtimalle geçicidir, diyor Raymond Williams, Modern Trajedi adlı kitabında. Gel gör ki, bu insanın içini rahatlatmıyor. IV. Henry’ye atıfla söylersek bir tür trajediye hapsolmuş gibiyiz. “…insanın muazzam bir endişe ve acıyla kendine işkence ettiğini düşünmek, gelecekte olayların nasıl gelişeceğini biliyor olmak… İnsanlar telaşla etrafta dolanıyorlar; kaderleri ve geleceklerini düşünmekten delirmiş, kendilerini nelerin beklediğini merak etmekten çıldırmış haldeler.”
Elindeki güçle kendinden olmayana, kendine biat etmeyene hayatı dar etmeye niyetli zorbaca anlayışın düzenimize hâkimiyetini kabullenemiyor bazen insan. Aksi tarafta saf tuttuğumuz için değil sadece. İnsanın özüne güvendiğimiz için. İnsandaki dürtüleri anlamaya yönelik bir araştırmayı hatırlayalım. Bebekler üzerinde yapılan bu çalışmada, temel eğilimin dayanışmacılıktan yana olduğu görülüyordu. Bruce Hood’un Evcilleşmiş Beyin kitabında anlattığına göre, çocuk ruhbilimcisi Kiley Hamlin bir yaşındaki çocuklara, yardım eden ve engelleyen kuklaların bir sekansını izlettirmiş. “Hamlin bebeklere kuklalarla oynama fırsatı sundu. 12 aylık bebeklerin beşinden dördü, yardımsever görünen kuklayla oynamayı yeğledi. Diğer bir senaryodaysa, bir kukla topunu düşürür, top karşıdaki iki kukladan birine doğru yuvarlanır. Kuklalardan biri topu sahibine geri verirken, diğeri topla kaçar. Seçim şansı verildiğinde çocuklar yine yardımsever kuklayla oynamayı yeğledi. Bebekler bu kukla gösterilerindeki davranışları ayırt etmekle kalmıyor, yardımcı olana yönelik bir yeğleme de sergiliyorlardı.”
Ama işte çocuk kalmıyoruz maalesef… Ne zaman şaşıyor aklımız diye sormanın anlamı yok, ne yapıyoruz da bu çocuklar topu çalan kuklalara dönüşüyor diye daha fazla kafa yormak gerek. Görülen o ki, insanlık teknolojiyi geliştirmeyi başarabildi ancak toplumsal düzenin paylaşımcı ve kolektif üretilmesinde pek ilerleme kaydedemedi, hatta açıkça tarihte bu anlamda geriye doğru gidiyor. Başlı başına bir trajedinin içinde debeleniyoruz yani. Yine de biliyoruz ki antik bir oyunun içinde değiliz, bu trajediden kurtulmanın yolunu bulmak zorundayız. Trajedinin kurallarından birini yıkmayı, kendi makûs kaderinden kaçmayı başarmalı insanlar.
Gerçek trajedi çoğunlukla sanıldığı gibi ölümde değil, yaşamdadır. Yaşamı kutsamak, dayanışmayla yaşamanın yolunu bulmak artık bir varoluş meselesi. Evcilleştirilmiş beynimiz topluluklar hâlinde yaşayarak gelişen hayvanlar olmamıza olanak sağladı, diyor Bruce Hood. Teknolojik ilerlemeyle bu topluluğun büyüklüğünün neredeyse coğrafya ve zaman dilimleri açısından sınırsız ölçüye ulaştığını belirtiyor. Bu sürekli genişleyen topluluğun sonunda herkesi içine alıp alamayacağını kurcalarken özellikle kültürel çatışmalara dikkat çekiyor. “…topluluk kimliklerimizden ve bizi ayıran önyargılardan vazgeçmek, belki de sınırlı kaynakları olan bir gezegende eşgüdümü, işbirliğini ve ortak yaşamı sağlamak için gerekli çözümdür. Küresel ölçekte bir toplum olarak düşünmeye ve eylemeye başladığımızda, türümüzün karşı karşıya kaldığı pek çok sorunla -nüfus artışı, yiyecek kıtlığı, ormanların tahribatı, salgınlar, hatta iklim değişikliği- baş etmeye daha uygun hâle geleceğiz.”
Hood’a hak vermemek mümkün değil. Kaderimizi ancak kolektif biçimde çizebileceğimizi unutmamak, her şart altında kimseyi dışlamadan ortak yönümüzü bulmak zorundayız.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.