Telli turnam ne gidersin bu yerden

MDN İstanbul

BBC’de yayınlanan bir makalenin başlığı şöyleydi: İnsanlık için en büyük tehditler neler? Cevapların başında, tahmini zor değil, en büyük tehlike olarak, artık bir ölüm kalım meselesi diye kabul edilen iklim değişikliği ve olası etkileri gösteriliyordu.
Geçen ay duyurulan, 350 araştırmacının katkısıyla ortaya çıkan Hindukuş Himalaya Değerlendirmesi’nde (The Hindu Kush Himalaya Assessment) de küresel ısınmanın en fazla tehdit ettiği bölgelerden birinin Himalaya Dağları olduğu ve yüzyılın sonuna kadar bu bölgede yaşayanların kıtlıkla karşı karşıya kalacağı dile getiriliyordu.
Nepal’deki Uluslararası Entegre Dağ Gelişimi Merkezi (ICIMOD) tarafından beş yılda hazırlanan raporda, dağ bölgesinde yaşayan 230 milyon insanın yanı sıra, toplamda 1,6 milyar insanın su kaynağı olan Hindukuş-Himalaya bölgesindeki buzulların erimesini durdurmayı önlemenin imkansız olduğu belirtiliyordu.
Hesaplar küresel ısınmanın şimdiki hızında sürmesi halinde, yüzyılın sonunda dağlık bölgedeki sıcaklıkların dört santigrat dereceden fazla artabileceğini gösteriyor. Bu, dünyanın en yüksek tepesi olan Everest’in de dâhil olduğu dağlık bölgedeki buzulların üçte ikisinin eriyebileceği anlamına geliyor. Senaryonun sonrası tam bir felaket: Buzullar erirse su kaynakları azalacağından, tarım ve hayvancılık da sıkıntıya girecek ve dünyada daha önce hiç karşılaşılmadığı kadar büyük bir kıtlık yaşanacak.

Biyolojik çeşitlilik
Yaşamsal tehditlerden ve iklim değişikliğinin sonuçlarından söz ederken akla gelen sorunlardan biri de biyolojik çeşitlilikteki olumsuz değişimler oluyor tabii. 2018 yılının sonlarında Dünya Doğayı Koruma Vakfı ve Londra Zooloji Derneği’nin ortaklaşa hazırladığı Yaşayan Gezegen 2018 Raporu’nda alarm zillerinin çoktan çalması gerektiği belirtiliyordu. Rapora göre, biyolojik çeşitlilik açısından dünyadaki kötü gidişat dikkat çekici boyutta; dünya ölçeğinde canlı türlerinin popülasyonlarında yüzde 60’lık genel bir düşüş bulunuyor. Türkiye de bu duruma eşlik eder şekilde, hızla canlı türleri için cazip bir coğrafya olmaktan uzaklaşıyor. Rapora bakılırsa, küresel düzeyde tehlike altında olan türlerin Türkiye’deki sayısı 2008’de 131’ken, bugün 400’e yaklaşmış halde.
Dünyanın her yanından gelen veriler bildiğimiz sistemin dağılmakta olduğunu gösteriyor. Geçen ay yayımlanan Türkiye Üreyen Kuş Atlası bu anlamda çok değerli bir çalışma. Yüzlerce kuş gözlemcisinin, Türkiye’nin dört bir yanındaki gözlemleri bir araya getirilerek hazırladığı çalışma, Türkiye’de yuvalayan 316 kuş türünün yayılış ve bolluk haritalarını da içeriyor. Türkiye’de bugüne kadar hazırlanmış ülke çapındaki ilk kuş atlası, bu topraklarda hangi türlerin güncel olarak ürediğini tespit etmekle kalmıyor, bu türlerin yayılış haritalarını da oluşturuyor.
2014-2017 yıllarında yapılan bu çalışmada, Türkiye’de farklı coğrafi bölgelerin sunduğu yüksek biyoçeşitlilik vurgulanıyor. Atlasa göre, Türkiye’de düzenli bulunan 400 türün 313’ü ürüyor.

Telli turnadan veda
Türkiye Üreyen Kuş Atlası’nda yer alan bulguların bazıları şöyle:
n Üç kuş türü, Türkiye’de üreyen kuş faunasına eklendi. Bu türler; Eskişehir’de yuvalayan ‘Aladoğan’ (Falco vespertinus), Hakkari’de yuvalayan ‘Sazak Mukallidi’ (Iduna [Hippolais] rama) ve Şanlıurfa Birecik’te yuvalayan ‘Ak Yanaklı Arapbülbülü’ (Pycnonotus leucotos).
n Üç önemli türün ise ne yazık ki artık burada üremediği tespit edildi; ‘Yaz Ördeği’ (Marmaronetta angustirostris), ‘Telli Turna’ (Grus virgo) ve ‘Kadife Ördek’ (Melanitta fusca). Bu kuşların üçü de sulak alanlara bağımlı canlılar.
Yaz ördeğinin son yıllarda üremekte olduğu tek alan Mersin’deki Göksu Deltası’ydı. 1995 yılında yapılan çalışmada 31 çift yaz ördeğinin ürediği tespit edilmişti. 2010 yılında yaklaşık 4-7 çiftin ürediği, 2011-2013 arasında ise sadece bir çiftin ürediği gözlendi. 2014 yılından itibaren ise yaz ördeği üreme alanında görülmemiş. Raporda belirtildiği üzere, bugüne kadar iki kapsamlı çalışma ve bir tür eylem planı yapılmasına rağmen türün yok olmasının nedeni bilinmiyor. Çeltik üretiminin azalarak yerini çilek üretimine bırakması nedenlerden biri olabilir.
Telli turnanın son ürediği alan ise Muş’ta; Bulanık Ovası’ndaki Murat Nehri üzerinde bulunan adalar. Bu adalarda son yıllarda binlerce koyunun otlatıldığı ve kuşların barınabileceği alanların kalmadığı gözlenmiş. Büyük ihtimalle türün ürediği alanlardaki yoğun otlatma baskısı ve üreme alanlarının çitle koruma altına alınamaması da soyunun yok olmasına yol açmış.
Kadife ördeğin yuvalama alanlarına gelince… Buralar Doğu Anadolu’daki 2 bin metre üzerindeki soğuk, berrak ve oligotrofik göller. Eski üreme alanlarından Bingöl’deki Nemrut Gölü’nde artık görülmemesinin nedeni, gölün çevresine yapılan yollar ve ziyaretçi baskısı olarak tahmin ediliyor. Diğer göllerde de rahatsız etme, avlanma ve yumurta toplama gibi nedenlerin etkili olduğu düşünülebilir. Bunun ötesinde, küresel iklim değişikliği nedeniyle bu yüksek irtifa göllerindeki su sıcaklığının artması sonucunda gölün özelliklerinde yaşanan değişiklikler de yok olmasının bir nedeni olabilir.
n Avrupa ülkelerinde, kısmen Avrupa Birliği’ne geçiş nedeniyle, tarım ve ormancılık uygulamalarında yaşanan değişiklikler sonucunda bazı yaygın türlerin popülasyonları ciddi oranda azalmış bulunuyor. Bu türler arasında bulunan; ‘Üveyik’ (Streptopelia decaocto), ‘Tarlakuşu’ (Alauda arvensis), ‘Kızıl Sırtlı Örümcekkuşu’ (Lanius collurio) ve ‘Kirazkuşu’ (Emberiza hortulana) gibi türler Türkiye’de hala bol ve yaygın bir şekilde ürüyor. Bunun başlıca nedenleri, birçok bölgede devam eden geleneksel üretim sistemleri, tarla kenarlarında yetişen yabani otların varlığı, engebeli ve kayalık arazide korunan yaşam alanları olarak sıralanıyor.
n Her yıl insan eliyle başka coğrafyalardan getirilen türler de bir şekilde doğal yaşama karışıyor. Bu türler arasında özellikle şehirlerde yaşayan ve artık yerleşik nüfuslar oluşturmuş üç tür bulunuyor. ‘Yeşil Papağan’ (Psittacula krameri), ‘İskender Papağanı’ (Psittacula eupatria) ve ‘Çiğdeci’ (Acridotheres tristris) artık birçok alanda yerleşik topluluklar oluşturmuş durumda. Bu üç tür, kentsel alanlardan çıkıp doğal yaşam alanlarına yayılmadıkları için henüz “istilacı” türler olarak sınıflandırılmıyor.

Gezegenin geleceği
Türkiye’de bazı türlerin yok oluşunun sebeplerini tam olarak bilmiyoruz. Kesin olan şu ki, doğa biyolojik çeşitlilik açısından tüm dünyada alarm veriyor. Yaşayan Gezegen 2018 Raporu’na göre, son 50 yıl içinde karasal türlerin popülasyonlarında yüzde 38, deniz türlerinin popülasyonlarında yüzde 36 azalma oldu. En yüksek kayıp oranı yüzde 81 ile sulak alanlarda görüldü.
Bu gidişatı tersine çevirmek gezegenimizdeki yaşam için çok önemli. Bu yolda devletler ve doğal kaynak kullanan bütün sektörler iş birliği yapmak, aldıkları kararlarda biyoçeşitliliği gözetmek zorundalar. Yaşamaya değer bir gezegenimiz olsun istiyorsak başka şansımız yok.

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın