Tekila sever misiniz?

Gökhan Esin

gokhanesin@marinedealnews.com

Tekila sert bir Meksika içkisidir. Tekila bir seferde içilir. Artık keyfe keder… “Bir yudumluk tekiladan ne olur?” diyerek arka arkaya “shot” yapanlar bir bakmışsınız “şok” olmuşlar. Tıpkı 1994’de Meksika’nın “şok” olduğu gibi…

Şimdi “Nereden çıktı bu tekila?” diyebilirsiniz. Yaklaşık 20 yıl öncesindeki Meksika’nın yaşadıklarını hatırlatmak istediğimiz bu yazımızda, olayları biraz hafifletmek için böyle bir giriş yaptık. Ayrıca “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla!”  misalini de aklınızın bir köşesine yazmanızı öneriyorum…
Hikâyenin başlangıcı 1974 yılına kadar gidiyor. 1974’deki petrol krizinden sonra, dünyadaki birçok ülke gibi krize giren Meksika’da yüksek enflasyon ve ekonomik durgunluk yaşanmaya başlar. Yaklaşık on yıl boyunca, netice vermeyen pek çok ekonomik önlem alan Meksika; 1987’den itibaren geniş kapsamlı yeni bir ekonomik programı uygulamaya koyar. Siyasi iktidarın öncülüğünde, hem devlet hem de özel kuruluşlar; ülkede önemli ve kalıcı değişikliklerin hayata geçirildiği konusunda yabancı sermaye kaynaklarını ikna eder. Girişimler başarılı olur ve 1993’te ülkedeki enflasyon, 20 küsur yıldan sonra ilk defa iki haneli sayılardan tek haneli sayılara düşer. 1988’de yüzde 114 olan enflasyon yüzde 7-8’lere, faizler de yüzde 90’lardan 1994’de yüzde 16’lara kadar düşer.
1989-1994 arasındaki beş yıl içinde Meksika ekonomisi yılda ortalama yüzde 3,1 büyüme hızı yakalar. Meksika ekonomisinin adeta şaha kalkmasındaki bir başka itici güç de ABD ile imzalanan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA) 1993’te onaylanıp yürürlüğe girmesiyle sağlanır. Elimizdeki verilere baktığımızda; 1989-1994 yılları arasında Meksika’ya yaklaşık 100 milyar dolar yabancı sermaye girişi olduğunu görürüz ki bu; aynı zaman aralığında tüm dünyada gelişmekte olan ülkelere giden toplam yabancı sermayenin yüzde 20’si demektir. Aynı yıllarda ülkedeki borsa endeksinin 10 kattan fazla arttığını da hatırlatalım.
Ne var ki, bu pembe günler bir seçim yılı olan 1994’de bir krize dönüşür ve aynı yılın aralık ayında Meksika Pesosu dalgalanmaya bırakılır. Aniden değer kaybeden peso, dolar’a endeksli bonolar çıkarmış olan Meksika hükümetinin dolar bazında aşırı değerlenmiş borçlarla karşı karşıya kalmasına yol açar ve herkesin gözünü kamaştıran yabancı sermaye hızla kaçmaya başlar. Örneklemek gerekirse; Aralık 1994’den Aralık 1995’e kadar peso yüzde 55 değer kaybeder; 1995 yılı sonunda enflasyon yüzde 52’ye yükselirken faizler yüzde 16’lardan yüzde 80’lere kadar çıkar. Ülkedeki işsizlik oranı 1994 Aralık ayında yüzde 3,2 iken, bir yıl sonra iki kattan fazla artarak yüzde 7.6’ya yükselir ve ortalama bir Meksikalı’nın satın alma gücü yaklaşık yüzde 20 azalır…

“Keser döner sap döner,
gün gelir hesap döner”…

Şimdi günümüze dönelim ve Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schauble’nin Financial Times’a yaptığı açıklamaya kulak verelim…
“Her ne kadar piyasalar borç krizini katalize etmiş olsa dahi, yüksek orandaki kamu harcamaları, borç ve zararların sabitlenemez hale gelmesine neden olmuş; ekonomik refahı tehdit eder hale gelmiştir.”
Wolfgang Schauble’nin durumun vahametini açıkça ortaya koyan bu söylemine karşılık; Yunan Başbakan Yardımcısı “Avrupa ve uluslararası kurumların kriz yönetiminde yaşadıkları tecrübe ve bilgi eksiklikleri nedeni ile biz günah keçisi olmamalıyız. Kurumlar, dünyanın en güçlü para birimi olan euro’ya yapılan saldırılara karşı kesin ve tam cevap vermek zorundadır” diyebilmektedir.
Günümüzde herkes topu birbirine atıyor ve “kabahat samur kürk olsa kimse giymez” misalinde olduğu gibi “Biz masumuz onlar yanlış davrandı” diyor. Örneğin kimileri Yunanistan, Portekiz, İrlanda, İtalya ve hatta İspanya gibi ülkelerin ve de bu ülke bireylerinin sorumsuz davranışları nedeniyle krize girildiğine inanıyor. Kimileri de uluslararası yanlış kararlara bağlı oluşan 2008 krizi tetiklememiş olsa Avrupa’nın borç krizi yaşamayacağını,  dolayısıyla da bugünkü krizin yerel değil uluslararası sistematik nedenlere bağlı olduğuna inanıyor.

Zurnanın zırt dediği yer…
Bu noktada, yaptığım bir analizi sizlerle paylaşmak istiyorum. OECD verilerine bakıldığında, 2000-2007 yılları arasında cari işlemler açığı negatif olan beş ülke görüyoruz. Portekiz, Yunanistan, İspanya, İrlanda ve İtalya… Bu beş ülkenin Avrupa borç krizi listesinde olması rastlantı olamaz. Yine OECD verilerine göre; krizdeki ülkelerin 1992-1999 ile 2000-2007 dönemlerindeki kamu harcamaları karşılaştırıldığında, 2000’li yıllarda harcamaların azaldığı, buna karşılık kamu yatırımlarının arttığı görülmektedir.
Şimdi kriz öncesine bir bakalım. Euro’ya olan güven yüksek, dolayısıyla yatırımcılar kendilerini çok güvende hissediyor ve borçlu ülkelerin aktif değerlerini satın alıyor. Netice olarak Avrupa’ya müthiş bir fon girişi sağlanıyor olsun. Bu senaryo size ne hatırlatıyor?
Acaba, uluslararası sistematik bir kriz nedeni ile euro’ya olan güvenin sarsılmış olması, bu ülkelere akan fon trafiğine kırmızı ışık yakmış olabilir mi? Benim cevabım “tekila”!
Elbette yabancı fon akışı; teorik olarak iyi ve ekonomik açıdan da yararlı. Ancak; 1994 Meksika Krizi gösterdi ki sermaye akışının aniden durması, iyi performansa sahip bir ekonomiyi bile çökertebilmektedir. Bu krizin analizi; ekonomisi dış ülkeler tarafından kontrol edilen bir ülkede kriz yaşanmasının yalnızca iç etkenlere değil çok daha vahim olan bir şekilde dış etkenlere bağlı olduğunu, olacağını göstermektedir.
Sinemada olayların taşrada geçtiği bazı korku filmlerinde, ormanda gece yarısı gezmeye giden birisini gören seyirciler, onun başına kötü bir şeyler geleceğini tahmin ederler ister istemez. Finans dünyasında böyle bir sahnenin eşdeğer görüntüsü ise, ülkemizde de dillere pelesenk olan cari işlemler açığı ve yüksek kamu harcamalarıdır. Cari açığın azaldığı günler yaşanması dileğiyle…

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın
gokhanesin@marinedealnews.com