Sürdürülebilir kentleri kurgulama zamanı

MDN İstanbul

İklim krizi, şehirlerdeki hayatı ciddi ölçüde etkileyecek. Londra’nın iklimi Barselona’ya benzerken, tropikal bölgelerdeki kentler şiddetli kuraklıklar görecek. Çok geç olmadan şehirlerimizde iklim değişikliğiyle mücadele için politikalar üretip hayata geçirmeliyiz

Geçen ay Marmara’daki fırtına kentlere çatılarda hasar, zeminlerde su baskını şeklinde yansıyıp günlük hayatın akışını engelleyince yine “kentten kaçalım, kırsala gidelim” içerikli konuşmaların sayısı arttı. Ancak bu defa farklı olarak, en azından benim kulak misafiri olduklarımda, iklim değişikliğinden de söz ediliyordu. Nihayet, dedim kendi kendime, yaşananların iklim kriziyle ilişkisi herkes tarafından kabul edilmeye başlandı. Kimimiz hayatını kent dışında geçirmeye gönüllüyüz, kimimiz kent yaşamının nimetlerinden kopmaya hazır değiliz; ancak iklim değişikliğinin hayatımıza getirdiği tehditkâr sonuçlar insanlar arasında ayrım gözetmiyor tabii. Ve madem hep birlikte kırsala gitmeyeceğiz, kentleri iklim değişikliğine nasıl hazırlarız, nasıl yeşil ekonomili kentler yaratırız diye düşünenlere kulak vermenin zamanı geldi de geçiyor.
Bunlardan biri, şehir tasarımcısı/plancısı Peter Calthorpe, yaptığı bir konuşmada, 2050’ye gelindiğinde, kentlerdeki nüfusun iki katına çıkacağını belirtmiş. Yeşil Odak internet sitesinde aktarılan bilgiye göre, buna uyum sağlamanın çelişkilerinden, aynı zamanda hem iklim değişikliği sorununu çözmek için çalışmanın hem de üç milyar insan için şehirler inşa etmenin yarattığı gerilimden söz etmiş. Sürdürülebilir ve pratik bir yapı kurmayı başarmak için kentsel yayılmanın önüne geçilmesi gerektiğini vurgulamış. Yayılmadan kasıt, insanları izole eden, farklı kriterlere göre bölgelere ayırıp doğadan koparan, araç taşımacılığına bağlı bir yapılanma ki bunun iklim değişikliğiyle mücadele önünde engel olduğunu tartışmaya gerek yok, sanırım.

Şehirler değişecek
Sonuçları artık tüm dünyada görülen iklim değişikliğiyle mücadele zorunlu. Nasıl olmasın; geçen yıl yapılan bir araştırma şehirlerimizin iklim krizinden nasıl etkileneceğini çok iyi gösteriyordu. İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü ETH Zürih’ten bilim insanlarının şehirler üzerindeki iklim krizi etkisine odaklanan çalışmasına göre, dünyanın büyük şehirlerinin yüzde 77’sinin ikliminde bir değişim yaşanacak. Bu değişimin hangi şehri hangi şehrin iklimine dönüştüreceğini anlatan çalışmaya bakılırsa, 2050’de Londra’nın ikliminin Barselona kadar sıcak olma olasılığı var. Tıpkı Paris’in ikliminin Kanberra’nınkine benzeme olasılığı gibi. Çalışmaya göre, Kuzey Yarımküre’deki şehirlerde hava daha ısınarak, kabaca 1,000 kilometre güneylerinde bulunan şehirlerin iklimlerine benzeyecek. Tropikal bölgelerdeki şehirler daha küçük sıcaklık değişiklikleri yaşayacak, fakat daha fazla yağış ve daha şiddetli kuraklık görülecek. Dünyadaki şehirlerin yüzde 22’sinde ise şu anda herhangi bir büyük şehirde olmayan bir iklim hissedilecek.
Araştırma verilerinin bazıları şöyle: 2050 yılında; İstanbul Roma’nın, Roma Adana’nın, Adana Lefkoşa’nın, Lefkoşa Musul’un, Ankara Taşkent’in, Madrid Marakeş’in, Zürih Milano’nun, Antep Erbil’in, Batum Joinville’in iklimini yaşayacak.
Kısaca, iklim değişikliğini hissettiğimiz ve daha da hissedeceğimiz bir gerçek. Bir başka gerçek de onunla mücadelenin zorunluluğu. Calthorpe’un şehirlerin iklim kriziyle mücadelesine yönelik geliştirdiği ilkeler şöyle sıralanıyor: Doğal ekolojileri korumak, karma kullanımlı ve karma nüfuslu mahalleler oluşturmak, yürünebilir caddeler ve insan ölçekli mahalleler tasarlamak, bisikleti teşvik etmek, yol sistemlerinin bağlantısını artırmak, verimli toplu taşıma sistemleri geliştirmek ve yoğunluğu toplu taşıma kapasitesiyle eşleştirmek.
Bu ilkelerin bizim coğrafyamızın bağlantısının daha fazla olduğu şehirlerde yaygın biçimde uygulanmadığı ortada. Buralarda şimdilik konu daha fazla yeşil alan ihtiyacı düzeyinde kurgulanıyor.

Gri İstanbul
World Cities Culture Forum’a göre, 34 büyük kentin halka açık yeşil alanlarının kentlerin yüzölçümü oranına bakıldığında, en fazla yeşil alanı olan şehir yüzde 68 ile Oslo, en az yeşil alanı olan ise yüzde 2,2 ile İstanbul. Şehirlerin yeşil alan yüzdesi halka açık park ve bahçelere ayrılmış olan yeşil alanları kapsıyor.
Vesileyle, İstanbul’un bu içler acısı haline rağmen liman, tünel, otoyol gibi bahanelerle az sayıdaki mevcut parkının dahi tehdit altında olduğunu, zaman zaman Validebağ Korusu, Belgrad Ormanı gibi doğal yeşil alanlarının da rant peşindekilerin hırsı yüzünden saldırı altında kaldığını hatırlatalım.
Peki, sadece yeşil alanlar oluşturmak yetmiyorsa, bir şehrin nüfusuna sürdürülebilir bir yaşam sunması ve iklim kriziyle mücadele etmesi mümkün mü? Bu çok daha bütüncül bir bakış açısıyla gerçekleşebilir herhalde. Sorunu, iyi işleyen ve sürekli güçlendirilen bir toplu taşıma sisteminden adaletli bir gelir dağılımına uzanan çok geniş bir alanda ele almak gerekir, ki bu yazının da yazarın da sınırlarını aşacaktır. Yine de olmazsa olmaz birkaç unsuru sayabiliriz. Bunların başında bilinçli, belirlenmiş hedeflere giden ve denetlenebilir bir çevre politikası geliyor. Yanı sıra yerel belediyelere inisiyatif tanınması ve kendi çözümlerini üretebilmeleri için de destek olunması çok önemli. Gerek ekonomik dinamiklerin gerek coğrafi yapısının gerekse nüfus yoğunluğunun her kentin kendine özgü sorunlarını da beraberinde getirdiğini unutmamak lazım.

Yenilenebilir enerji
Kentleri sürdürülebilir kılmanın tartışılmaz koşullarından bir diğeri de yenilenebilir enerjiye yatırım yapılması ve vakit geçirmeden dönüşümün sağlanması, kuşkusuz. Sonuçta, kentli yaşam pratiğimizin bugüne kadarki şekli fosil yakıtlara olan bağımlılığımızı derinleştirdi, tüketim alışkanlıklarımız da üzerine tuz biber ekti. Dolayısıyla, belediyeler yenilenebilir enerji yatırımlarına ağırlık verip kaynak ayırmalı. Ayrıca şehiriçi ulaşımda araba odaklı sistemden süratle uzaklaşmak, toplu taşımaya, yaya ve bisiklet ulaşımına öncelik vermek de bu yolda önemli bir katkı sunabilir.
Ve son olarak, çevreci bir katı atık yönetiminin kentleri sürdürülebilir kılmak için zorunlu olduğunun da altını çizelim.
Bir de yerele yaptığımız vurgunun bir yanlış anlaşılmayı beraberinde getirmesinden kaçınmak adına belirtelim: Merkezi yapının ulusal düzeyde alacağı çevreci kararlar olmadan, destek politikaları üretilmeden yerelde yapılacak çalışmaları hayata geçirmek çok zor olacaktır. Tam da bu nedenle, iklim değişikliğiyle mücadele eden ve sürdürülebilir kentler için merkezdeki karar alıcıların yönlendirilmesi ve denetlenmesi arzulanan hedeflere ulaşmak için hayatî öneme sahiptir.

Bunu Paylaşın