The Face of Violence (Şiddetin Yüzü) adlı oyundaki karakterlerden biri “Şiddette düşmüş meleklerin yüzü vardır,” der. Psikolog Rollo May, düşmüş melekler insanoğlu değil midir, diye sorar ve oyunun sonunda bir başka karakterin cevabı verdiğine işaret eder: “Şiddeti yüzünden insanı bağışla… çünkü şiddette insan yüzü var.”
Ya haber bültenlerinde yer alan tüyler ürpertici olayları böyle uzaktan izlemiyor da içinde yaşıyor olsaydık…
Zaten içindeyiz, bu dünyadayız işte, diyenleri duyar gibi oluyorum: Hayvanlara zulmeden, yaşam hakkını umursamayan, doğayı katledip ticari kârına yol açan, kendi türüne, insanlara karşı acımasız savaşlar çıkaran, soykırımlara göz yuman, kendi evindekilerden başlayarak gücünün yettiği herkesi ezilebilecek, yok edilebilecek kişiler olarak gören, vahşi bir şiddetle yoğrulmuş bir anlayış hâkim tüm dünyada. Orada yaşıyoruz işte. İnsan dediğin bu. Kötülük her yerde.
Bu isyanın hakkını teslim ederim elbette ancak benim söylemeye çalıştığım bu değil. Kötülüğün, onun en somut yansıması olarak şiddetin tam olarak bize değdiği andan bahsediyorum ben. Yani patlayan bombanın ailemizin yarısını yok ettiğini ya da ev içi şiddetin, istismarın bizim evimizde yaşandığını, kardeşimizin çocukluktan itibaren bunun kurbanı olduğunu düşünelim, mesela.
Kolay değil, değil mi? Bunu konuşmaya çalıştığım insanların çoğu hemen konuya başka bir yön verdi. Kötülük karşısında gösterdiğimiz savunma reflekslerinden birini aceleyle kuşanıp, kötülüğün dehşetini sınırlayabileceği, göğüsleyebileceği alanlara kaçtı, lafı da çekip beraberinde götürdü: Eskiden daha huzurluydu dünya. Sadece dünya mı, bizim memleket de öyle. Hatırlasana her şeye rağmen güven içinde bir gençlik yaşadığımızı, vs…
İşte böyle, kötülükle yakından temas olasılığı bile kaçmamıza neden oluyor. Peşimizi bırakmayacağından korkup eskiye, değiştirilemez, değiştirilemez olduğu için de korunaklı anılarımıza kaçıyoruz. Çocukluğa, gençliğe dair mutluluklarımızı nesneler veya dönemin popüler kültürü ya da davranış kalıpları üzerinden ifade ediyoruz. Böylece adeta yıkanmış, kutsanmış bir alan yaratıp yüceltiyoruz, kendimizi iyi hissediyoruz: 70’lerin naif şarkıları, eski Salı Pazarı, mahalleli ruhu, Golden ciklet, Beyoğlu çikolatası… Eski margarin tenekesine bile yavru köpeğe bakar gibi bakıyoruz. Toplumsal psikologlar tarafından açıklanmaya muhtaç bir tavır oysa bu. Nasıl olup da geçmişte kötülüğün bugünkü kadar olmadığını düşünebiliriz?
Ejderhanın işlevi
Psikolog Rollo May Güç ve Masumiyet adlı çalışmasında, modern insanın içindeki saldırganlık ve şiddet eğilimlerini kontrol etmekte güçlük çektiğinden bahsederken eski şehir devletlerinin vatandaşlarının da aynı güçlüğü yaşadığını hatırlatıyor. Şehrin duvarlarını çevreleyen ormandaki ejderhadan söz etmesi bu yüzden. “Toplum kendi içindeki kötülüğü ormanın içindeki ejderha figürüne yansıtarak ondan kurtulmaya çalışır.” Atalarımız hayvani, karanlık, vahşi eğilimlerini şehrin, toplumsal yaşamın dışına atmaya çabalamış anlaşılan.
Ejderhaların içimizde olduğunu söylüyor Rollo May ve gerçekten oradalarsa öncelikle bunu fark etmemiz gerektiğini vurguluyor. “Hatamız efsaneler yaratmak değildir. (…) Onları kendi içinde kabul etmek demek, iyilik ve kötülüğün aynı insan içinde bulunduğunu ve kötülük gizilgüçlerinin iyilik kapasitemiz oranında arttığını kabul etmek demektir.” Israrlı ve haklı bir tavırla, yüzleşmenin gerekliliğine dikkat çekiyor May.
Akışkan kötülük
Nina Auerbach “Our Vampires, Ourselves” adlı kitabında “Her çağ ihtiyaç duyduğu vampirleri yaratır,” diyor. Çağımızın vampirleri tek tek saymakla bitmez elbette, ancak hepsine hükmeden bir varoluş biçimi bugün kötülüğün pür hâli sanki.
Ünlü sosyolog Baumann ve felsefeci, düşünce tarihçisi Donskis, ortak imzalı Akışkan Kötülük adlı kitaplarında, çalışmalarına adını veren kötülüğün siyah-beyaz perspektifine dayalı olmadığını, iyiliğin ve sevginin görünümüne büründüğünü söylüyor. “Görünürde yaşamın nötr ve tarafsız ivmelenişi olarak sunulur; daha önce eşi benzeri görülmemiş biçimde ivmelenen yaşam ve sosyal değişim hızı hafıza kaybı ve ahlakî amnezi doğurur.” Bu kadar da değil, kitapta, akışkan kötülüğün alternatif yokluğunu, alternatiflerin imkânsızlığını ifade ettiği söyleniyor. “Vatandaş tüketici hâline gelir ve değerlere tarafsız kalma hâli de insanın kopukluğunu ve bağlantısızlığını gizler.” Devletin kendini aslında sorumlu olduğu alanlardan çekmesiyle insanın kendini bireysel bir terk edilmişlik ve çaresizlik içinde bulduğundan da söz eden yazarlar, bu durumun neoliberalizm ve devlet bürokrasisinin “cennet gibi evliliğine” eşlik ettiğine dikkat çekiyor.
Meseleyi anlatmak açısından belirtmekte fayda var. Akışkan Kötülük’te, bugün içinde bulunduğumuz distopik hâli öngören George Orwell da selamlanıyor. Yazarlar yeni kötülük biçimlerinin iyilik ve sevgi kisvesi altında yürüyeceğini söyleyip Büyük Birader’i anımsatıyor. “Kötülük artık apaçık ve görünür değildir.”
Kendimizle yüzleşme
Felsefeci ve kültürel çalışmacı Byung-Chul Han da Şiddetin Topolojisi’nde, günümüzde sömüren ve sömürülen arasındaki farkın bir bakıma bulanıklaştığını vurguluyor.
“Kurban sistemin aynı zamanda işbirlikçisi, ortağı. Sistemin aksaksız işlemesini sağlayan failden bir farkı yok. İnsan kendini sömürdüğü ölçüde şiddet kendine yöneliyor, insan hem fail hem kurban oluyor.”
İçinde yaşadığımız şiddete; aile içi istismarlara, kadın cinayetlerine, çocuk ölümlerine, hükûmetlerce organize edilen katliamlara, kitlesel hâlde yerinden edilen insanlara, cezasızlık hâliyle desteklenen şiddet olaylarına bakınca May’e de Han’a da hak vermemek elde değil. İçimizdeki şiddetle yüzleşmeden onu denetlemek mümkün görünmüyor. Ne yazık ki, yarattığımız ve sürdürdüğümüz vahşeti kabullenmeden, sonuçlarından suçluluk duymadan onu sona erdiremeyiz.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.