ŞEYMA iNAL

MDN İstanbul

Gönlü derya deniz, özü sözü bir, güzel ‘insan’… ŞEYMA İNAL

Avukat Şeyma İnal, doğum yeri olarak Kayserili olsa da gençlik yıllarını sürdürdüğü Ankara’ya yürekten bağlı… Çalışma hayatı İstanbul’da başlamış ve şekillenmiş. Sektörde üç farklı jenerasyona tanıklık etmiş bu deneyimli ismin yaşam hikâyesinde, hukuk alanında başarılı olmanın önemli ipuçları da gizli, insan olmanın temel değerlerinin zerafeti de… [membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]Mesleği bir o kadar ciddi duruşu gerektirirken kendi bir o kadar neşeli olan İnal, oldukça aktif. Türkiye’de İngiltere ve İsviçre Ticaret Odası ile TABA gibi uluslararası sosyal kuruluşlara üye. Hazımlı ve emin adımlarla şekillenmiş meslek yaşamında iş ve yaşam disipliniyle hak ederek kazanılmış prestijli ödüller, İnal’ın renkli anıları hem ticaretle hem de hukukla uğraşanların ilgisini çekecek değerde

“7 Eylül 1960’ta Kayseri’nin İncesu kazasında doğdum. Annem, babam Kayserili ama erken yaşta oradan ayrılmışlar. Benim doğduğum yıllarda, ailem İzmir’de yaşıyormuş. Annem bana doğum yapmak için hazırlanırken, ağabeyime bakacak kimse olmadığı için babam annemi Kayseri’ye götürmüş. Orada 20 gün kaldıktan sonra hep birlikte İzmir’e geri dönülmüş. Toplam 20 gün bile olsa doğum yeri olarak Kayseriliyim. Bundan da nemalanıyorum; ‘Övünmek gibi olmasın ama Kayseriliyim’ diyorum. Çocukluk yıllarım 3 yaşına kadar İzmir’de geçti. Sonra 3 sene Merzifon’da yaşadık. Babam pilot olduğu için, bir hava üssünün içinde yaşadığımızı söylemek abartılı olmaz. Gecelerimizi caz ve sinema süslüyordu. Neşeli ve mutlu bir çocukluğumuz oldu. İşin benim açımdan travmatik tarafı ise ölümlerdi. Babamın kıymetli bir çok arkadaşı vefat etti. Şöyle düşünün; bir gece önce hep birlikte oturup yemek yiyoruz, ertesi gün masadan biri uçuşa gidiyor ve bir daha geri gelmiyor. Çocukluğumdan bu güne yansıyan en üzücü durumlar bunlardı…
1967’de Ankara’ya taşındık. Babam Genelkurmay Başkanlığı’na geçti. Ve dedi ki, biz artık her sene taşınabiliriz. Seneye nereye gideceğimiz belli değil. O yüzden hep devlet okullarında okuduk. Her sene babam, ‘Artık bu sene gidiyoruz’ derdi. Fakat ben ilkokul, ortaokul, lise ve üniversiteyi Ankara’da bitirdim. Herhalde Ankara’da ya da belli bir yerde en uzun süre kalan subaylardan biri oldu babam… Ankara’da Bahçelievler Ortaokulu’nu sonra Cumhuriyet Lisesi’ni bitirdim. Ankara Hukuk Fakültesi’nde okudum.
Ankara benim çok sevdiğim bir yer. İstanbul’a çok üzülerek geldim. Hiç gelmek istemediğim halde ailemin aldığı karara uyarak buradaki hayatıma başladım. Ankara çocuk büyütmek için çok güzel, rafine bir şehir. Biz çok büyük bir aileyiz. Annemler 8, babamlar 4 kardeş. Bizse üç kardeşiz, bir ağabeyim bir de erkek kardeşim var. Akrabalarımızın çoğu ben çocukken Ankara’da yaşıyordu. Okula giderken en az iki teyzemin evinin önünden geçiyordum. Yani şöyle söyleyeyim, okuldan dönerken yemeği bir teyzemde yer, çayımı diğerinde içerdim. Aile bağlarımız çok kuvvetliydi sevgi dolu büyüdük diyebilirim.
Genel olarak Ankara benim için dostluk demektir, hâlâ en iyi arkadaşlarım, üniversite arkadaşlarımdır… Mesela 1999 yılında babamı kaybettim. Haberi duyan bütün arkadaşlarım İstanbul’a gelip beni yalnız bırakmadılar. Bugün bile, ne zaman birinin başına bir şey gelse hemen bir araya geliriz. Bence o şehirde dostluklar bambaşka. İstanbul’da, bu kadar kozmopolit bir yapı olmasına rağmen yeni tanıştığım biri Ankaralı ise hemen anlayabiliyorum. Şehrin o rafine yapısı aynı kaldı mı derseniz, şimdi nasıl olduğunu pek bilmiyorum ama benim yaşadığım Ankara küçük ve elitti. Anlayacağınız ben, başta İstanbul’u hiç sevmedim. Geldiğim yıllarda çok zor alıştım. Bir de şu var, ben üniversiteye 17 yaşında girdim, 21 yaşında mezun oldum. Belki de her şey benim için çok erken oldu. Yine de hem şehir değişikliği hem de erken yaşta mesleki sorumluluk almanın üstesinden gelebildiğimi söyleyebilirim.”

İki mimarlık bir hukuk…
Meslek seçimi, insanın gençlik döneminde atması gereken en önemli adımlardan biri… Şeyma İnal’ın geniş ailesinde, pek çok başarılı kişi olsa da dayısı örnek aldığı kişilerin başında geliyor. 1920’li yıllarda Zürih’te üniversite kazanıp, 6 ayda Almanca, Fransızca ve İngilizce öğrenen, çok başarılı bir mühendis olan (Rahmetli) Feyyaz Köksal’ı anılarında saklıyor. O günlere dair düşüncelerini, “Ben çocukken Ankara’daki bütün devlet binalarını dayım yapardı. Sokakta yürürken bütün güzel binaları arkadaşlarıma gösterip, bunu dayım yaptı, bunu da dayım yaptı demek beni gururlandırıyordu, bu duygu hoşuma gidiyordu” derken gözlerinin içi gülüyor. Hukuk branşını seçmesinde esas etken ise babası olmuş. Ancak dedesi de eski takvime göre 1302 doğumlu yani 1886 doğumlu ve o da Avukat. “Ben aslında hukuk okumak istemiyordum. Mimarlık ya da güzel sanatlar okumayı hayal ediyordum. Ama terörün çok etkili olduğu zamanlardı. Küçük yaşta ailemi bırakıp İstanbul’a gitmek, ciddi bir risk olacaktı. O zamanlar İstanbul’dan başka yerde Güzel Sanatlar Akademisi yoktu. Böylece Ankara’da bir bölüm seçmeye karar verdim. Ben ailedeki mimarların etkisiyle mimarlığı düşünürken, babam ‘Hukuk, yaşamda her şeyin temelidir, hukuk oku’ dedi. İki tane mimarlığın arasına, babamı kırmamak için bir de hukuk yazdım. Daha doğrusu yazmışım. Postacı gelince zarfı elinden alıp hemen açtılar; ‘Ankara Hukuk’ dediler. Orayı yazdığımı unutmuşum. İlk önce, ben öyle bir şey yazmadım, yanlışlık vardır dedim. İnanamadım. Yazmışım ve unutmuşum hakikaten. Çocukluk, nasılsa tutmaz diye düşündüm herhalde. Üniversiteye, gelecek yıl yeniden sınava girerim düşüncesiyle başladım ama dersleri görünce çok sevdim. Okudukça sevgim daha da arttı diyebilirim.

Denizcilik sektöründe bütün hikâyeler Fındıklı’da başlar
İnal’ın hayatta rol modeli seçtiği kişi, hâkimlik, savcılık, Adalet Bakanlığı’nda müsteşarlık gibi önemli görevlerde bulunan eniştesi, Necati Volkan… Son sınıfa gelince, hemen teyzesinin eşine gidip, okul bittiğinde yolunu çizebilmek için biraz fikir alıyor. Aynı dönemde İstanbul’a taşındıkları için, iş hayatı yeni bir şehirde başlayacak. Böylece Necati Bey’in yakın dostları olan Metin Baran ve Semuh Günur ile tanıştırılıyor. “Yağmurlu bir günde Karaköy vapurundan çıkıp Fındıklı’daki Denizcilik Anonim Şirketi’ne gittik. İlk tanıştığımda çok korktum. İşin iki duayeni karşımda! Onlar, yüzlerine baktığın anda, önünü ilikleme hissi uyandıran özel ve saygın kişilerdi. Şimdi bakıyorum da bizim jenerasyonda o hissi veren kimse yok sanki… Biraz da eniştemin hatırı için, beni kabul ettiler. Sonra bir süre orada unuttular beni. Benim açımdan böyle bir şirket büyük avantajdı. Avukatlık stajı yapmanın ötesinde bir denizcilik şirketinin içindeki her departmanı görmüş oldum. Sekreterlik de yaptım, fotokopi de çektim. Muhasebeden kiralamaya kadar tüm bölümleri gördüm. İstanbul’daki ilk dostlarımı orada edindim. Santralde Sakine Abla vardı mesela, hâlâ aynı şirkette çalışıyor olmalı. Oradaki herkesi hâlâ çok severim.

Geleneksel “Bakayım kafası çalışıyor mu” testi
“Çok güzel bir iş bölümü vardı. Metin Bey daha çok iş finansmanı, danışmanlık kısmına Semuh Bey de kazalara bakıyordu. Her gün, nur içinde olsun Oğuz Bey (Teoman) gelir, günün yarısını orada geçirirdi. Benim avukatlık hayatıma Metin Bey ve Semuh Bey’in dışında Oğuz Bey’in de katkısı çok olmuştur. Belli bir zaman sonra onunla kendimce tatlı bir rekabete girip daha çok çalıştım. Ona yetişmeye çalışırken büyük bir mesafe kat ettim. Ama Oğuz Bey beni çok iyi yetiştirirdi. Biraz işi öğrendikten sonra bir gün farklı bir olay yaşandı. Sanırım Metin Bey, beni izlemeye almıştı. Bir gün yanına çağırdı. ‘Sana bir dosya vereceğim. Bu dosyayı oku. Yarın bana gel, ne anladın bir anlat’ dedi. Ben de aldım okudum. Hiç unutmuyorum. Gemi alacaklısı hakkı var. Bir yakıt satılmış. Biz burada gemiyi temsil ediyoruz. ‘Sen buna bir dilekçe yazsan ne yazardın?’ diye sordu. Ben, ‘Bu davanın zaman aşımı dolmuş’ dedim. Metin Bey, kaşını bir kaldırdı; ‘Nereden anladın? Ne kadar bunun zaman aşımı?’ diye sordu. ‘Bir yıllık zaman aşımına tabii ve bunun zaman aşımı dolmuş’ dedim. Bunu bilmeme ve uygulamada görebilmiş olmama çok şaşırdı. Benden sonra bütün stajyerlere aynı soru soruldu. Adeta bir test… ‘Bakayım kafası çalışıyor mu yoksa sırtının üstüne yatıyor mu?’ testi. Sonra ben de her stajyere aynı numarayı yaptım.
Stajyer iken Semuh Bey ile bütün duruşmalara gidiyordum. Ben hayatımda onun gibi bir avukat görmedim. Hâkimle kurduğu diyalog, zekası, espri kabiliyeti… Müthişti! Belli bir noktada hakikaten kötüye giden bir durumu, ufak bir dirsek hareketiyle, tersine çevirebiliyordu. Belki Semuh Bey finansman yapsa, Metin Bey davalara girse, şirket bu kadar başarılı olamazdı. Herkes kendisinin en iyi yapabileceği işi seçmiş ve birbirini tamamlayan bir yapı oluşturulmuştu. Semuh Bey sayesinde duruşma konusunda inanılmaz bir tecrübe edindim. Stajım bittikten sonra girdiğim iki davada, duruşmaya ben girdim. Semuh Bey beni arkada bekledi. O ilk davayı kazandım. Belki biraz da şansım yaver gitti ama gerçekten çok sevindim. Şans derken şu da var; ben staj boyunca bütün dosyaları yalayıp yuttum. Bazen geceleri uyumayıp çalışıyordum. Şirket açılırken oraya ilk ben gidiyordum. Herkes daha gelmeden ben dosyaları okuyordum. Gece en geç ben çıkıyordum. Zaten Semuh Bey de öyleydi. Her konuya son derece hakimdi.

“Dünya görüşü oturmadan hukukçu olunmaz”
Kendini çalışmaya adamış İnal’ın, Türkiye Deniz Hukuku Derneği, Uluslararası Barolar Birliği (IBA) ve Londra Denizcilik Hakemler Derneği destekleyici üyeliğine kadar bir çok kuruluşta çalışmaları aktif devam ediyor. Bugünlerdeyse daha kuruluş aşamasında olan “Daha İyi Yargı Derneği”nin icra kurulunda, Türkiye’nin daha nitelikli bir yargı sistemine kavuşması için yoğun çalışmalarda bulunuyor. Özellikle aldığı uluslararası ödüllerle de tescilli “gemi, yat ve proje finansmanı alanlarında lider hukukçu” pozisyonunu da yıllardır başarıyla koruyor.
“Üniversiteden 21 yaşında mezun oldum olmasına ama bana soracak olursanız 17 yaşındaki bir gencin hukuk fakültesine gitmemesi lazım. Önce bir iki yıl felsefe, biraz tarih, belki üzerine birkaç yıl farklı bir alan daha okuyup, olgunlaşıp, ondan sonra bunların üzerine hukuk okumak lazım. Bence 17 yaş, hukuk okumaya yetecek kadar olgun bir yaş değil. Ben, dünya görüşü oturmadan hukuk bilgisinin havada kaldığını düşünüyorum. Çünkü hukuk bir dünya görüşü istiyor. Bunun için de bir altyapı gerekir. Ben belki 21 yaşında mezun olduğumda olgun bir gençtim. Benim için problem olmadı ancak muhakeme yeteneği oturmuş olmalı, ne iş yapacaklarını biraz daha iyi anlayabilmeliler diye düşünüyorum. Bence staj bittikten sonra doğrudan avukat olunmamalı. Muhakkak imtihanı olmalı. Bu kadar kolay olmamalı.
Bir de her mesleğin talep ettiği bir yaşam biçimi var. Ben mesleğe başladığımda, Metin Bey bana, “İp merdivenden gemiye çıkacaksın. Dalga olacak. Noter gelmek istemeyecek, hâkim çıkmak istemeyecek. Bu işi yapmak ister misin?” demişti. Ben de aynı şeyi yeni gelenlere sorarım. Bir doktor gibi, 24 saat telefonun açık olacak. Yaz kış tatili; gezmek, seyahat diye bir öncelik yok. Hem tatillerimi çok şahane yapayım hem harika bir özel hayatım olsun hem aynı zamanda çok sosyal olayım, yanında da deniz hukuku olsun diye bir durum söz konusu değil. Bu işe kendini adayacaksan girebilirsin. Hakkını vermeyecek insanların yapmaması lazım, yıpranırlar.
Ben bugüne kadar iyi işler yaptım ama çok çalıştığım için yapabildim. Müvekkilin bunu söylemesi de uzun yıllar seni tercih etmesinden belli olur. Ama yeni dosyayı da eline alıp çalışacaksın. Her şeyi yazarım. Bizim işte sorumluluk önemli. Bir örnek vereyim: Üç yıllık çok kötü bir dönemin üzerine, 1996 yılında çok ağır bir ameliyat geçirdim. İnsanların artık bir şey yapılamaz, sakat kalmışsın dediği hatalı bir ameliyatın üzerine ikinci kez ameliyat oldum. Ve gerçekten durumum çok ağırdı. Düşünün o şartlarda, Amerika’da hastane odasından closing yaptırdım. Aslında hiç böyle bir mecburiyetim yoktu ama bunun sorumluluğunu hissettim. Hasta olabilirim ama bu müvekkilin problemi değil. O da bu gemiyi alacak. İşini bana verdiği için zarar görmemeli diye düşündüm. Aynı şekilde babamı kaybettiğimde de yüzüm gözüm şiş halde hiç hissettirmeden işimi yaptım. Bana göre, disiplin ve sorumluluk duygusu gerçekten önemli…”

Kürsü heyecanı ve pijamalı dinleyiciler…
“İşle ilgili sorumluluklarımı kimseyle paylaşmam. Bu, benim işim diye düşünüyorum. Ama bir gün ilk defa bir konferansta konuşma yapacaktım. Topluluk önünde konuşmaya alışkın olmadığım için kendimi kötü hissettim. Resmen paniğe kapıldım. Vazgeçmeyi düşündüm. O sırada da babamla beraberdik. Dönüp, ‘ben bunu yapamayacağım!’ dediğimi hatırlıyorum. Babam, konuşacağın zaman, o insanlara bak ve gözünde o kişilerin sabahları pijama giydikleri zamanki hallerini düşün. Sen konuşacağın kişilerin müvekkiller, kocaman kocaman başarılı adamlar olduğunu düşünüp korkuyorsun ama onların hepsi de senin benim gibi insan. Böyle düşünebilirsen, heyecanın yatışır dedi. Gerçekten de konuşma yapacağım yere gidince oturdum, şöyle bir gözümde canlandırdım. O anda bana bir rahatlık geldi, işe yaramıştı. Gerçi hâlâ büyük topluluklara konuşmayı pek sevmiyorum.” İnal, kürsüden konuşmak için “ayrı bir maharet ve yetenek” dese de mesleki hayatında sayısız konferans ve panale konuşmacı olarak katılmış, bilgi ve tecrübesiyle katkıda bulunmuştur.

“Büromu 2003 yılında açtım”
Düşünüyorum da Hukuk gerçekten derya deniz! Derin bir bilgi birikimi, engin bir tecrübe kuvvetli bir sağduyu istiyor. İnal Hukuk Bürosu’nun deniz hukuku, gemi-yat-proje finansmanı ile bankacılık ve finanstan tutun; ticaret ve şirketler hukuku, birleşme ve devralmalar, ortak girişimler, özelleştirme, internet ve e-ticaret, bilişim teknolojisi, savunma sanayi, tüketicinin korunması da dahil; inşaat, iş hukuku, rekabet hukuku ve medya hukuku alanlarında da faaliyetleri var. Onlarca ayrı branş, binlerce madde, emsal davalar, problem ve çözümleriyle birçok bileşeni okuyarak, anladığını veya bildiğini bir iki cümleye sığdırıp anlatarak, aslında derinlemesine bakınca önce kendini, sonra müvekkili ve daha sonra karşı tarafı ikna veya bilgilendirmeyle geçen günler, saatler, yıllar… Meslek olarak hukuku seçmek özellikle uluslararası bir alanda gerçekten sıkı bir yürek, üstün zeka ve akıl ister diye düşünüyorum! Üstelik insana bahşedilen birçok yeteneği de beraberinde taşımak lazım… Düşünsenize bu değerlerden; bir çok yatırımcı, finansçı, sigortacı, hatta birçok hukukçu da faydalanıyor.
“1993 yılında, Metin ve Semuh Bey ile artık onların devam etmemesi üzerine mecburen yollarımızı ayırdık. Daha doğrusu, onlar işlerini bana devrettiler. Çok da gönül rahatlığıyla yaptılar bunu… Miras mı bıraktılar diyeyim, emanet edebilmenin rahatlığı mı diyeyim, bilmiyorum. Ben de çok isterim, bu işi bırakırken emanet edebileceğim bir Şeyma’nın olmasını… Başlarken yalnız başlamadım, bir ortağım vardı. Gür ve İnal olarak başladık. Bu ortaklık 9 yıl kadar devam etti. Şirket çok büyüdü. Epeyi kalabalıktık. Kaç kişiydik hatırlamıyorum ama çok iyi bir ekip vardı. Diyebilirim ki, altın gibi bir ekip oluştu. Yine de ortaklıklar bir yerden sonra yürümüyor. Bugün bakınca, birlikte güzel günler geçirdik. Hem çok çalıştık hem de çok eğlendik. 2003’te, yine çok severek, çok heyecanla, kendi büromu açtım. Ekip çok iyiydi. Kendi ekibimizin dışında, bulunduğumuz Eren Talu Binası’nda da herkes çok iyiydi. Çok arkadaş edindik, herkesle dost olduk, iyi zaman geçirdik. Ben aslında Sevgili Eren’in Galatasaray İhalesi’ne girmesini hiç istemedim. Keşke o günler yaşanmasaydı. Keşke o keyifli günlerimiz bitmese, hep beraber ağzımızın tadı bozulmasaydı. Orada huzur bozulunca hepimizin keyfi kaçtı. Arkadaşınız ve ailesi mutsuzken, siz de mutlu olamıyorsunuz. Onun için buraya taşınmak istedim. Nişantaşı’na geldiğimde burası çok tenhaydı. Gittiğim her yere ayağımın uğurunu taşıyorum galiba… Mahalle kalabalıklaştı benden sonra.”

“Müvekkil gir dese bile inanmadığın davaya girmemek lazım”
“İnsan meslekte zaman içinde değişik tecrübeler ediniyor. Bir davaya baktığım zaman, ilk anda bu işi alırız ya da alamayız diye hissederim. Altıncı hissim çok iyidir. Bunu müvekkile söylemem tabii ki… Ama ne hissettiysem o çıkar. Davayı almak için önce benim inanmam lazım. İnanmıyorsam zaten yapamam. Ama söyleyeceğim esas konu o değil. Bazen hukukta daha karmaşık durumlarla karşılaşırız. Mesela bir davada ben ikna olmadıysam, bunu müvekkile söylerim. Bazen müvekkil, yine de bu davaya girin der. İşte o aşamada, bu davaya aslında girilmemesi gerektiğini tecrübeyle öğrendim. Özellikle kurumsal şirketlerde diyelim ki, birisi size geliyor, konuyu anlatıyor, siz bir görüş verip bu davayı açmayalım diyorsunuz. Ticari bir karar olarak, açalım diyorlar. Aradan 10 yıl geçiyor. O arada mutlaka iş yapılan kişilerde değişiklik oluyor. Yani o insanlar o şirkette kalmıyor. Neticede şartların, kişilerin belki de tümüyle farklı olduğu bir ortamda İnal Hukuk Bürosu şu davayı kaybetti deniyor. Bu durumda şirket ticari bir karar vermiş olabilir. Şirket bunu ticari bir karar olarak gördüğünü, risk analizi yapılarak bu kararı verdiğini yazılı olarak bana bildirmeli. Benim verdiğim görüş ve buna karşı hâlâ bu dava açılmasına karar verildiği kayda geçirilmeli. Aksi takdirde ya bu davayı hiç açmayalım ya da siz başkasıyla çalışın demek gerekiyor. Zaten Türkiye’nin hukuk sisteminde bir davaya yüzde 100 tutar veya tutmaz demek çok zor. Çünkü bir dava o kadar uzun bir süreye dağılıyor ki, yıllar içinde hâkim değişebiliyor ya da hâkimin bakış açısı değişebiliyor. Türkiye’de üç hâkim olan ticaret mahkemelerinden birdenbire tek hâkime düştüğü bir dönem yaşadık. Üç hâkimli sistemde mesela çok olumlu bir hava vardı. Ve sonra konuya olumlu bakan iki hâkim gidiyor hangisi daha olumsuz yaklaşıma sahipse dava onda kalabiliyor. Bu da geldi başımıza. Dolayısıyla davalar hakkında görüş verirken çok temkinli konuşmak gerekiyor.”

“Mesleğine saygınlık kazandıran insandır!”
“Hangisi olursa olsun, herhangi bir meslekte çalışanların tümüyle saygın olduğunu düşünmüyorum. Mesleğin adı değil sizin o meslekte kendinizi nereye koyduğunuz önemli. Ben 22 yaşımda da saygı gördüm, şimdi de görüyorum. Bu mesleği yapıp çok saygı duyduğum insanlar olduğu gibi pek saygı duymadığım insanlar da var. Meslek bize bir saygınlık vermiyor. Biz mesleğe bir saygınlık kazandırıyoruz. Ben genç bir avukatken, Sönmez Denizcilik vardı. Gemi alımlarına gidiyordum. Bugün düşünüyorum, ben o kadar genç bir avukatı o kadar ciddi bir işe yollamam. Ama demek ki onlar bende o yeterliliği görmüşler. İş sahibi de görmüş. Çok erken yaşta çok ciddi sorumluluklar aldım. 28 yaşında kaza tespiti yaptım, mahkeme kararlarını aldım. Bugün, 28 yaşındaki bir avukat arkadaşa böyle bir sorumluluk vereceğimden emin miyim, dürüstçe söylemek gerekirse değilim açıkçası.”

Closing’in Cilveleri: Otel odası deyince!
“Emin Bey diye bir arkadaşımız vardı. Onunla çok komik ‘closing’lerimiz oldu. Mesela bir closing’e gittik. Geminin üzerinde devlet bankalarının ipotekleri var. Onlar kalkacak ve eş zamanlı olarak biz de gemiyi teslim alacağız. Bu tabii ki uzun bir vakit aldı. Closing, Liman Başkanlığı’nda yapılıyor. Kimse bize o ülkede Liman Başkanlığı’nın saat 3’te kapandığını söylemedi. Saat 3’e çeyrek var. Mahkemeden haber verdiler. Liman Başkanı da gelip, kapanıyoruz dedi. Bütün evraklar masada. Biz, ipotekler kalktığı için, parayı çıkartmış durumdayız ama Liman Başkanlığı gemiyi teslim etmiyor. Orada duruyor, görüyoruz, gemiyi alamıyoruz. ‘Beyler, biz size paranızı ödedik. Eğer 3’te kapanıyorsa bunu söylemeniz lazımdı. Ben bu ‘bill of sale’i alıyorum’ dedim, çantama koydum. “Alamazsın,” dediler. ‘Bakın gemi orada duruyor, teslim almadık ama bana bir teminat lazım. Ben de avukatım, bana güveneceksiniz, ben bunu aldım’ dedim. O bill of sale, o gece bizde kaldı. Onu bir çantaya kilitledik. Ertesi sabah devir teslimi yaptık ama hakikaten çok huzursuzduk.
Bir gün yine Enka’yla closing’e gittik. Orada da epey tabir yerindeyse cazgırlık yaptık. Onu neden böyle, bunu neden böyle yaptınız diye diye closing ertelendi. Ertesi gün her şeylerini tamamlamışlar. Almanya’da diğer bankalar açık ama parayı ödeyeceğimiz eyaletin bankası o gün tatilmiş. O kadar cazgırlık yapınca bu nedenden o gün parayı ödeyemedik. Beraber yemeğe gittik. Ertesi sabah closing’i yaptık.
Buna benzer bir olay da burada, İstanbul’da oldu. Closing yetişmedi. Evraklar masanın üstünde… Kimde kalacak evraklar? Onlar kendilerinde kalmasını istiyor. Biz parayı çıkarttık, bizde kalmasını istiyoruz. Böyle tartışmalı bir durum. Alıcının bir temsilcisiyle satıcının bir temsilcisi otelde birlikte kaldılar ve evraklar da o odada kaldı. Buraya kadar tamam… O gün geçici bir çözüm bulmuş olduk. Sonra ikinci bir gemi için aynı alıcı ve aynı satıcı arasında bir closing yapılacak. Eğer closing aynı iş günü içinde bitmezse alıcının ve satıcının avukatı aynı odada kalacak ve evraklarda onlarla kalacak. Açtım ağzımı yumdum gözümü! ‘Ben kimseyle aynı odada kalmam!’ dedim. Aynı odada kalınmadı tabii… Parayı transfer edip başka bir şekilde çözdük. Belki bunlar bugünün koşullarında kulağa tuhaf geliyor ama teknolojinin bu kadar ileri olmadığı bir dönemde bu tarz olaylar sık sık başımıza gelirdi.”

“Mahkeme ortamı Amerikan filmlerindeki gibi değil”
“Avukatlığı pek çok kişi, Amerikan filmlerinde gördüğü şekilde algılıyor ama filmlerdeki gibi olmuyor tabii ki… Türkiye’de öyle tiyatral bir hava yok maalesef. Yine de davaya girmek zevklidir. Bizim yaptığımız iş genelde ticaret mahkemelerinde. Ceza yapmıyoruz, şahsi davalara bakmıyoruz. Esas dramalar asıl o davalarda… Bizimkiler yazılı mahkeme usulü gidiyor.
Nasıl ki, benim mesleki eğitimimde çalıştığım şirketteki kişilerin büyük katkısı olduysa ben de bizden sonrakilere bilgilerimi aktarmaya gayret ediyorum. Yetiştirdim demeyeyim ama çok övündüğüm insanlar var. Okuyan kişiler onları tanımasa da, Tuğba, Burak, Ebru gibi güzel insanlar çıkarttığımızı bilmeleri beni mutlu eder. Hakikaten çok iyi yetişen insanlar var. Birçoğuyla gurur duyuyorum. Burada bir noktayı özellikle vurgulamak isterim. İyi avukat olmak, benim biriyle iftihar etmem için yeterli değil. Eğer üzerine etik değerleri de verebildiysek o zaman haklı bir gurur duyuyorum. Hem işi bilmek hem de etik değerleri iyi kavramak, ikisi bir arada kaymaklı ekmek kadayıfı gibi yeme de yanında yat keyfi veriyor!”

“Rekabet Hukuku’nu çok seviyorum”
“Hukuk sürekli yenilenen bir alan olduğu için insanın kendisini de sürekli yenilemesi gerekiyor. Geçen yıl, Ticaret ve Borçlar Kanunu değiştiğinde, Bilgi Üniversitesi’nde üç tane sertifika programına aynı anda gittim. Cumartesi ve Pazar: Borçlar ve Ticaret Kanunu değişikliklerine, haftada bir gün de işten çıkıp Rekabet Kanunu seminerlerine katıldım. Ülkede, Ticaret Kanunu değişmiş, gökten vahiy alarak iş yapmıyoruz ki, okuyup öğrenmek gerekiyor. Özetle bu konu hakkında da bir temel eğitim almak lazım diye düşündüm. Rekabet Hukuku’na da ilgim var, bu alanı çok seviyorum. Benim dönemimde böyle bir alan olsaydı mutlaka o alanda yoğunlaşırdım. Deniz kadar sevdiğim bir alan. Bahar döneminde yeniden kurs açılacak yine devam edeceğim. Benim okuduğum dönemde Rekabet Hukuku yoktu. İşin içine girince bir bakıyorsunuz mutlaka bilmeniz gereken bir hukuk branşı daha oluşmuş. Yani yenilikleri takip edip, bunu bilmemiz gerekiyor. Şöyle de düşünülebilir, büroya Rekabet Hukuku’nu çok iyi bilen bir avukat alırsınız. Çok iyi hocalarıyla çalışırsınız ama onların söylediğini de muhakeme edebilecek kadar bilgiye sahip olmak gerekiyor. İşin altyapısını bilmiyorsanız, başkasının dediğine teslim olmak zorundasınız. Halbuki benim onu kendim okuyup anlayıp, tartışacak düzeyde olmam lazım. Bu işi kendime vazife edindim. Rekabet Hukuku ile ilgili ne varsa okudum. Çok da zevk alıyorum. Böyle, gereken konuları sürekli takip ettiğiniz zaman, meslek hayatında daha donanımlı oluyorsunuz.”

İstanbul’da eksik olan anne
sevgisi…
Son günlerde İstanbul, hem siyasetin hem de gündelik yaşamın yorucu temposu ile öyle gergin ki, konu nasıl başlarsa başlasın sonunda insan kendini “Ne olacak bu trafiğin hali?” ya da “İstanbul çok yorucu bir şehir” diye büyükşehir dedikodusu yaparken buluyor. Avukat Şeyma İnal’la söyleşimizde de döndük dolaştık en nihayetinde aynı konuya geldik.
“Biz ne zaman böyle bir toplum olduk? Hoşgörüyü bir kenara bıraktık. Gün içinde ufacık şeyler bizi nasıl birbirimize düşürüyor? Trafikte her gün iki sürücünün birbirine girip dövüştüğünü görüyoruz. Bu tansiyon nasıl bu kadar yükseldi? Hoşgörülü bir toplum olma idealimizden her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz. Bu beni gerçekten üzüyor. Komşuluk ilişkilerinin kopması, kimsenin kimseye günaydın dememesi gerçekten üzücü… Mutluluk bireyden başlar sonra topluma yayılır. Şu anda toplumda yoğun stres hâkim. Deli saçması gelebilir ama şehir suyuna sakinleştirici koymak lazım çünkü herkes patlamak üzere! Böyle bir toplum olabilir mi? Ben İstanbul’da hayatın çok zor olduğunu düşünüyorum. İnsanlar işe gelmek için 1,5-2 saat toplu taşımada iyi olmayan koşullarda seyahat etmek zorundalar. Daha işe geldikleri saat yorgun oluyorlar. İkinci bir faktör olarak da annelerin çocuklarına yeteri kadar sevgi vermediklerine inanıyorum. Yeterince sevgi almış bir insan, bir arabadan fırlayarak çıkıp direksiyondaki bir başka adamın boğazına sarılmaz. Şu anda içinde bulunduğumuz durum basitçe insan sevmemekle ilgili… İşin ucunda sevgi eksikliği var.”
Başarı öykülerinde hep iş konuşuruz ama hayat işten ibaret değil elbette… Şeyma Hanım’ın özel yaşamı, dostları ve geniş ailesi ile çevrili. Sayıları 30’u geçen kuzenleri ve arkadaşları ile can ciğer gibi sürekli temas halinde. Şahane bir Prada çanta yerine evde güzel bir kahvaltıyı, kızarmış ekmek ve kahve kokusunu tercih edenlerden… Evinde çiçekleri ile ilgileniyor. İşyerinde ise, kendisi için büyük ametistler, uğurlu taşlar ve hatıra hediyelerle, iyi enerji veren özel bir köşe yapmış. “Seyahati çok severim. Güzel seyahat eder, güzel yiyip içerim. İsviçre’de dağlara bayılıyorum. Sağlık nedeniyle kayakla ilgilenmesem de çok yürüyorum. Elma bahçeleri içinde yürümek, ormanlarda dolaşmak, yurt dışı seyahatlerimin en keyifli kısmı’ diyor. Yakın dostları ile teknenin, denizin tadını da çıkartmayı iyi biliyor, en iyi tekne arkadaşının teknesi diyor… Fırtınayı ve tekne temizlemeyi bilecek kadar denizci. Tekne gezilerinde en sevdiği yerler, Türkiye’de Fethiye, Kaş, yurt dışında ise Güney Fransa… Bir başka seyahat klasiği ise spa’lar. Aslında bu kadar çalışmaya, bu kadar keyif az bile. Şeyma Hanım da durumu, “Bir yerde artık kendine bakmayı öğreniyorsun. Mutlaka her hafta ya da 15 günde bir, iyi bir spa’ya giderim. Masaj yaptırmak son derece dinlendirici hem bedensel hem ruhsal bir terapi’ sözleriyle anlatıyor. Sevgili Şeyma İnal’a güler yüzü, sahip olduğu o güzel neşesini görüşüp, konuşup bir bilgi danıştığımızda her defasında bize bulaştırıp neşe kattığı için teşekkür ediyoruz. Dileriz iyi yaşamaya dair olan tutkusu, işine ve insana olan sevgi ve saygısı kendisine her daim artı değer katar. Zihnimizde kalan son cümleler var. Elma bahçeleri arasında yürümek, keyifli bir spa ziyareti ya da en azından dumanı tüten bir fincan kahve…

[/membership]

Bunu Paylaşın