Resmi bütüncül okuyabilmek: Bakmak ve görmek arasında sıkışan Türkiye

MDN İstanbul

Israrla vurguladığımız bir konu var, “görmek” ile “bakmak” arasındaki ince çizgiye dikkat edilmeli. Hele konu; ülkemiz, milli çıkarlarımız ve strateji olunca bu ayrım daha da önemli bir hale evriliyor. Küresel ilginin odak merkezleri her geçen gün dinamik değişimler gösterirken, sadece bize gösterilenlere mi bakalım yoksa gerçekte ne olduğunu mu görmeye ve anlamaya çalışalım?

Elbette görmek isteyecek üzerine gidecek ve irdeleyeceğiz. Çünkü akıl bunu gerektiriyor, konu ülkemiz, üç maymunu oynayamayız. Bu esnada stratejinin üç temel unsurunu gözeteceğiz; kuvvet, zaman ve mekân… Yani önce güçlü ve etkin olunmalı, askeri, ekonomik ve siyasi bakımlardan. Zaman faktörü önemli, hamleler doğru ve uygun zamanda yapılmalı… Bu yaklaşım bilgeliği ve kurumsal kültürü gerektirir. Bu iki olgu uygun mekanda harekete geçirilmeli, reel politik ile uyumlu, gerçekçi ve ayakları yere sağlam basacak şekilde planlanmalı. Stratejinin üç temel unsuru birbiri ile ilintilidir ve uyum içinde yönetilmelidir. Aksi takdirde vücuda getirdiğiniz “şey” strateji olmaz… Ürettiğinizi zannedersiniz ama yanılırsınız.
Aklımızda tutalım, “görmek” için yapılacak her yolculuk bilmeyi gerektirecek ve bazen bilmek can sıkıcı olacaktır. Resme bütüncül yaklaşmak, bir ayrıntıda takılıp kalmamak stratejinin temelini oluşturur. Bu nedenle karar vericiler ve onları destekleyenler bilgili ve donanımlı olmalıdır, ekip ruhu takım oyunu şarttır. Reel politik ve milli çıkarlar duygusallığı ve fırsatçılığı kaldırmaz. Konjonktürel olarak değişkenlik göstermez… İlkeli, tutarlı ve objektif kalmayı beceremezseniz, resmin bütününü göremez, detaylarda kaybolursunuz, bu durumda sadece size gösterilene bakarsınız. Şunu da unutmayalım, bazen sadece gösterilene bakmak işinize gelebilir hele ki algılarınız kapalıysa, tarafsanız ve sorumluluk almak istemiyorsanız…
Bir konu daha var. Mesele ülkemizin milli çıkarları olduğunda tek ses olabilmeliyiz. Ülkemizin çıkarlarını savunmanın, dile getirmenin ideolojisi olmaz ve olmamalı… Bu ülkenin karar vericileri artık kendinden olmayana sırtını dönmemeli, ötekileştirmemeli, bilgiye ve liyakata önem verilmeli… Türkiye artık bu ve benzeri kısır döngüleri aşmalı, kritik eşiği geçmeli. Nitekim aşamadığımız sürece başımıza nelerin geldiği apaçık ortada, yaşananlardan ders almalıyız.

Öyleyse konuya girelim…
Başına gelen her türlü ihanetten sonra Türkiye öyle ya da böyle çevre denizlerini keşfetti, önemini anladı… Israrla vurguluyoruz çevre denizlerimiz geleceğimizdir, artık karaya sıkışıp kalmamalıyız. Karaya odaklı sığ bakış açısını ve bu vizyonu (ya da vizyonsuzluğu) terk etmeliyiz. Başta siyasi irade olmak üzere tüm stratejik seviyeli karar vericiler için geçerli olan bu tespit hayati önemde. Zira bu ülkenin ekonomik ve ekolojik geleceği denizlerde, gelinen aşamada artık denizlerimizden vazgeçemeyiz.
Son zamanlarda yazılı ve görsel medyada, konuya ilişkin yapılan çalışmalarda ciddi bir artış ve ivmelenme var. Başta Doğu Akdeniz olmak üzere çevre denizlerimiz yeniden keşfediliyor sanki… Her cenahtan konunun uzmanları ısrarla ve sıklıkla dile getiriyorlar denizlerin önemini… Bunlar güzel gelişmeler. Bugün ortalama bir zeka, Doğu Akdeniz’deki devasa enerji kaynaklarını ve burada Türkiye’nin de hakları olduğunu artık biliyor. Öte yandan küresel güçlerin aleyhimize hareket ettiklerini de… Yıllardır dost bellediğimiz aktörlerle aynı İttifakın içinde olmamıza karşın… GKRY ve Yunanistan üzerinden üzerimize gelindiği de apaçık ortada…
Sevindirici olan konuya ilişkin farkındalığın tesis edilmiş olması. Peki yeterli mi? Elbette hayır. Öncelikle siyasi iradenin bu farkındalığa liderlik etmesi ve öncelikli rota olarak belirlemesi gerekiyor. Bakın Doğu Akdeniz doğal kaynakları ülkemizin geleceği derken hamaset yapmıyoruz, inanılmaz bir ekonomik zenginlikten bahsediyoruz. Varacağımız sonuç şu, ülkemizin çevre denizlerine yönelik stratejik körlüğü günden güne azalıyor… Esasen stratejik körlüğün jeopolitik körlüğe evrildiğini ve dile getirildiğini görüyoruz. Bu bile olumlu, ezber bozucu bir gelişme…
Her biri ayrı birer yazının konusu olsa da çevre denizlerimizdeki gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Karadeniz’i atlamayalım. En az sorun yaşadığımız ve statükoyu muhafaza etmek zorunda olduğumuz Karadeniz’de ilginç olaylar yaşanıyor. Sıklıkla temas ediyoruz, Rusya’nın çevrelenmesi ve sinir uçlarının test edilmesi bağlamında öne çıkan Karadeniz’de, Ukrayna üzerinden oynanan oyunlar dikkat çekici. NATO’nun varlığını konsolide etmesini isteyen Avrupa-Atlantik bloğu bölgeyi istikrarsızlaştırmak ve gerilimi artırmak için elinden geleni yapıyor. Romanya ve Bulgaristan etkiye açık iki ülke ve bölge dışı aktörlerin kalıcı olarak Karadeniz’de konuşlanmasını istiyorlar. Kısa sürede AB ve NATO üyesi olan bu iki ülke hazımsız, yönsüz ve etkiye açık.
Amaç Rusya’yı bu bölgede baskılamak. İyi hoş ama bu gelişmeler ülkemizin çıkarlarına aykırı. Rusya ile Karadeniz’de karşı karşıya gelmek, Karadeniz’in güvenliğini sağlayan Montrö Sözleşmesi’nin aşındırılması ve sorgulanması çabaları gibi akılcı ve çıkarımıza değil. Özellikle de mevcut konjonktürde… Mart ayı sonunda Ukrayna’da yapılacak seçimler bu bakımdan önemli. Mart ayında Karadeniz’de meydana gelebilecek olası provokasyonlara dikkat edilmeli! NATO unsurlarının Karadeniz’de artan faaliyetleri tesadüf değil… Unutmayalım, mart sonunda ülkemizde de yerel seçimler var… Seçim süreçleri gözlere perde indirir, hassas ve nazik bir hale evrilirsiniz. Her türden emrivakilere karşı devlet aklı dikkatli olmalı… Seçimleri mutlak suretle kazanmak isteyen Poroşenko’nun neler yapabileceğini kestirmek zor değil… Kerç Boğazı’nda yeni bir provokasyon şaşırtıcı olmaz.
Bir küçük hatırlatma ve Ukrayna’daki seçime odaklananlara bir tavsiye… Moldova’da da 24 Şubat’ta seçim yapıldı. Rusya yanlısı Dodon en yüksek oyu aldı ama tek başına iktidar olamadı. Ülkenin yeniden seçim sürecine girmesi şaşırtıcı olmaz… Batının Rusya ile bilek güreşi yaptığı bu ülke Romanya ve AB için kritik önemde… Moldova’da yaşanabilecek gelişmelerin Karadeniz ve Balkanlara kaçınılmaz yansımaları olacak, bu kesin. Dodon dönemi sonrası AB’ye sırtını dönen, Rusya ile yakınlaşan Moldova stratejik bir kavşakta. Ülkemizin de son dönemde Moldova’yı hatırladığını, ilişkilerini geliştirdiğini bu ülkeye üst düzey ziyaretler yapıldığını anımsatalım. Rusya ile Türkiye’nin mevcut Moldova yönetimi ile arası iyi, güçlü destek veriyorlar… Gagavuz Türkleri de bölgenin bizim açımızdan bir diğer gerçeği. Bu bölgeye kayıtsız kalamayız.
Diğer taraftan Çipras’ın şubat ayındaki Türkiye ziyareti iki ülke arasındaki gerilimi düşürmüş gibi görünse de komşu iki ülkenin çıkarları bir türlü asgari müşterekte buluşamıyor. Kronik Ege meseleleri, Doğu Akdeniz enerji jeopolitiği, deniz yetki alanlarının paylaşımı ve Kıbrıs sorununda Yunanistan hep kazanan taraf olmak istiyor. Arkasındaki güçlere güveniyor, cüretini zorluyor. Düşük devlet kapasiteli GKRY’nin diplomatik nezaketi zorlayan ve akıl tutulmasını andıran talepleri ise izahtan vareste… Şu ana dek milli çıkarlarımızı gözeterek tutarlı ve kararlı bir duruş gösteren siyasi akıl, bu hayati konularda taviz vermeyeceğini sıklıkla vurguluyor. Bu konuda her kesimin eşgüdüm içinde olması önemli. Ancak Doğu Akdeniz satrancında tek başımıza kaldığımız da bir vaka…

Kulağa üflenen sufleler:
Doğu Akdeniz…

Yunanistan siyasetinde geçen ay yaşanan gelişmeler bu ülkede tartışılan Türkiye politikasını bir kez daha gündeme getirdi. Aslında Helsinki süreci olarak da adlandırılan strateji ile Yunanistan 90’lı yılların sonundan itibaren Türkiye’yi AB üyelik sürecinde -sözüm ona- destekleyerek ya da destekler gibi görünerek ciddi kazanımlar elde etti. GKRY’nin AB’ye kabulü gibi… Bu strateji ile Yunanistan ülkemizle yaşadığı her türlü sorunda karşımıza AB’yi muhatap olarak koymaya çalışıyor. AB’ye kabul edilmeyecek ülkemizin, katiline aşık “Stokholm Sendromunu” andıran bu durumu kabul edilemez… Son olarak şubat ayında Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile AB arasındaki üyelik müzakerelerinin askıya alınmasını öneren karar tasarısını kabul etmesi bu tezimizi doğrularken, ne yazık ki içinde bulunduğumuz stratejik körlüğü yok edemiyor.
Bakınız AB’nin yakın gelecekte büyük olasılıkla dağılacağı konusunda sesler yükseliyor, bunu ilk “gören” İngiltere oldu. Mevcut düzlemde Avrupa genelinde aşırı ve popülist akımlar yükselirken Almanya ve Fransa birliği ayakta tutmaya çalışıyor. Türkiye ise dağılacak bu yapıya her şeye rağmen girmeye istekli. Konu AB’ye kabul edilmek olunca her cenahtan siyasiler “Amok Koşucusuna” dönüyor, akıl tutulması yaşıyorlar. Yunanistan ise kulağına üflenen suflelerin, verilen cesaretin ve cüretin etkisiyle Türkiye’nin bu zaafını istismar ediyor. Evvelden sadece Ege için geçerli olan bu stratejiyi Yunanistan artık Doğu Akdeniz’e de taşımış durumda.
Düşük devlet kapasiteli Yunanistan strateji üretmeye çalışıyor. Zaman, mekân ve kuvvet sarmalında eksikliklerinin farkında ama bir şekilde oyun kurmaya çabalıyor. Arkasına sadece AB’yi almakla yetinmeyen Yunanistan-GKRY ikilisi Türkiye’nin bölgede sorun yaşadığı tüm paydaşları bir araya getirmede ve ülkemize karşı bir eksen oluşturma konusunda da oldukça mahir. Biraz tarihe bakalım, sorunlu komşumuz tarihin hiçbir döneminde ülkemizle olan sorunlarında bire bir kalmak istemedi. Zira başarılı olma şansı yok. Bırakın terazide dengeyi lehine çevirmeyi, teraziyi dengeye getirmesi bile mümkün değil. O yüzden Yunanistan tarih boyunca ülkemize karşı hep ittifak arayışlarında oldu. Bugün de değişen bir şey yok. Karşımızda ABD, Fransa ve AB destekli; Yunanistan, GKRY, Mısır, İsrail, BAE ve Suudi Arabistan’dan oluşan bir cephe var.

Üç semavi dini kapsıyor
Bu cepheleşmede din faktörünün teğet geçilmesine de dikkat edilmeli. Karşımızda tesis edilen eksen her üç semavi dini de kapsıyor. Buradan ders çıkarması gereken ise her türlü meseleye ideolojik yaklaşan akıllar. Onlara tavsiyemiz şu: Ortodoks Yunanistan bölgede, Yahudi İsrail, Sünni Müslüman Mısır ve Suudi Arabistan ile bize karşı bir eksen tesis etmiş durumda… Görüldüğü gibi ülkeler menfaatleri söz konusu olunca din faktörü anlamını yitirebiliyor. Suudi Arabistan, BAE ve Umman gibi ülkelerin İsrail’i tanıma, İran’ı tehdit olarak görmelerinin başka izahı yok.
Bu noktada 15 Temmuz sonrası bölge merkezli dış politikalara yönelen ülkemizin İran ile aynı çizgide buluşması ve menfaatlerinin örtüşmesi de dikkat çekici. Zira, her iki ülke de “Beka Sorunu” yaşıyor. Aslında bölgede her daim birbirine rakip haline getirilmiş bu iki ülke, birinin bekası bozulursa sıranın diğerine geleceğini idrak etmiş durumda. Mevcut düzlemde arka planda şu gerçek var, Türkiye 15 Temmuz’dan sonra değiştirdiği stratejisiyle, Rusya-İran ile sergilediği eşgüdüm ve anlayış birliği ile bağımsız politikalar izlemeye başladı. Suriye meselesinde sert gücünü de kullanan ve kullanmaya devam edeceğinin sinyallerini veren ülkemizin hamleleri bölgeye ilgileri baki olan aktörlerin planlarını bozmadı, sadece geciktirdi.

Çin faktörü
Güneyinde denize çıkışı olan bir Kürt devletinin kurulmasını “şimdilik” önleyen Türkiye, öncelik sırasını İran’a vermiş görünüyor. Venezuela ile start alan emperyal çullanmanın sonraki hedefinin İran olacağı ortada… Burada dikkat edilmesi gereken faktör ise Çin… Her hâl ve kârda ABD’nin nihai ve öncelikli hedefi Çin. İran ya da Rusya tali hedefler. Son zamanlarda İran-Pakistan sınırında meydana gelen terör eylemleri tesadüf değil. İran üzerinden Çin’e açık ve net mesajlar veriliyor. Pakistan ile Hindistan arasında uzun yıllar sonra alevlenen gerilim de kurgunun bir parçası. Sadece Suudi Prens Salman’ın yurt dışı ziyaret rotaları ve yaptığı ticaret anlaşmaları dahi bize resmin bütününü görmemiz için yeterli ipuçlarını veriyor. Venezuela’da olan bitene bu perspektiften bakmak stratejinin üç temel sac ayağı ile de tam uyumlu.

Konuyu biraz açalım ve bu yazının kaleme alınma nedenine odaklanalım. Mart ayının sonunda AB’den ayrılacak İngiltere ile başlayalım. Aslında Avrupa-Atlantik bloğunun başat aktörleri arasında bir paylaşım, işbölümü yapılmışa benziyor. ABD’nin önceliği Çin, İngiltere’nin ise Rusya… Ama bu iki stratejik ortak belli konularda eşgüdüm içinde… NATO’nun dikkatini ve gayretini Artktik ve Atlantik bölgesine çekme çabasında olan İngiltere’nin önceliği kuşkusuz Rusya… Ama Çin konusunda ABD ile işbirliğini de gözetip ihmal etmiyor. Ekolojik hakimiyeti günden güne azalan ABD, Basra Körfezi başta olmak üzere Arap coğrafyasında İngiltere’nin ön almasına sesini çıkarmıyor, bilakis teşvik ediyor. İngiltere’nin Bahreyn ve Umman’da elde ettiği deniz üsleri, konsolide ettiği askeri varlığı önemli. Bakınız İngiltere Savunma Bakanı Gavin Williamson şubat ayında ülkesinin yeni uçak gemisi HMS Queen Elizabeth’in ilk operasyonel görevi için Pasifik Okyanusu’na gönderileceğini açıkladı. Bu görevi “Uluslararası hukuku küçümseyenlerin karşısına çıkmak” şeklinde tanımlayan Williamson, İngiltere ile ABD’nin “yakın ortaklar” olmayı sürdüreceğini belirtti. Tuhaf olan ise, BREXIT sonrası İngiltere’nin küresel krizlere müdahale etmekten çekinmeyeceğini ve sert gücünü kullanacağını açıklaması oldu. İngiltere’nin kağıttan kaplan gibi görülmemesi gerektiğinin altını çizen bu yaklaşım aslında son dönemde gördüğümüz ve artık belirginleşen “Küresel İngiltere” stratejisinin yansıması. Kısaca, Rusya ve Çin’in eylemlerinin “savaş ile barış arasındaki ince çizgiyi bulanıklaştırdığı” görüşünü savunan İngiltere, ABD ile aynı düzlemde.

Tam bu noktada dikkat çeken bir diğer konu ise Avrupa… Almanya, Fransa ve İtalya’nın tutumu. Bu üç ülke arasındaki ilişki sistematiği karışık. Fransa, İngiltere gibi ABD ile aynı düzleme gelmiş görünüyor. Macron ülkesini küresel güç yapmak uğruna ABD ile eşgüdüm içinde… Bunun ödülünün Ortadoğu ve Doğu Akdeniz olacağı anlaşılıyor. Bu konuya tekrar döneceğiz. Almanya ise Fransa’ya oranla daha ihtiyatlı. Soğukkanlı Almanlar gerçekçi ve pragmatik davranıyorlar. Rusya ile iletişimi önceleyen, enerji boyutunda Kuzey Akım projesini akdeden Almanya, Çin ile de işbirliğini önemsiyor. Deniz gücü olmayan Almanya tipik bir kara ülkesi görüntüsü veriyor. Tıpkı geçmişinde olduğu gibi… Mevcut düzlemde sadece ekonomisi ile küresel bir güç olamayacağının farkında. Yakın gelecekte Almanya’nın agresif savunma hamleleri yapması şaşırtıcı olmayacaktır. ABD ile olan soğukluğun devam edeceği de kesin. Burada cevabını arayan soru şu; Merkel sonrası Almanya’nın rotası nereye evrilecek? Sorunun cevabı şüphesiz ülkemizi de etkileyecek.
Avrupa’nın diğer iki oyuncusu İtalya ile Fransa arasında ise göçmen politikalarına yönelik itilaf geçen seneden beri artarak devam ediyor. İtalya’da hükümet ortaklarından Beş Yıldız Hareketi’nin lideri ve Başbakan Yardımcısı Luigi Di Maio’nun, “Afrika’yı fakirleştiren Fransa’nın, göçmenlerin evlerini terk ederek Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken Akdeniz’in sularında ölmelerine yol açan ülkelerin başında” geldiğini söylemesi iki ülke arasındaki gerilimi artırdı. Bu İtalya’nın apaçık Fransa’ya meydan okuması ama elbette bir arka planı var…

İtalya’nın tepkisi
İtalya ile uzlaşamayan ve gerilim yaşayan, ülke içindeki gösterileri bitiremeyen Fransa’nın bu tabloda Almanya ile yakınlaşması tesadüf değil. İki ülke arasındaki ilk ittifak anlaşması olan 1963 Elize Anlaşması’nın, 22 Ocak’ta Aachen kentinde yenilenmesi ve kapsamının genişletilmesi oldukça önemli bir hamle. AB’nin sendelediği ve geleceğinin tartışıldığı mevcut düzlemde Almanya ve Fransa, Avrupa üzerindeki egemenliklerini pekiştirmek, küresel rekabette var olabilmek için zorunlu bir evlilik yapıyor görüntüsü veriyorlar. İki ülke arasındaki ekonomik, siyasi ama özellikle askeri işbirliğinin güçlendirilerek sürdürülmesini öngören Aachen Antlaşması’nda gözden kaçan çok önemli bir detay var.
Bilindiği üzere küresel güç iddiasındaki “ekonomik dev” Almanya’nın en büyük amacı, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olabilmek ve siyasi gücünü pekiştirmek. İtalya ise Fransa’nın BM’deki daimi üye koltuğunun AB’ye verilmesini savunuyor. Aachen Antlaşması’nda “Almanya’nın BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olması bir önceliktir” ifadesi yer alıyor. Yani Fransa, Almanya’nın bu vizyonunu destekliyor. Merkel, Macron’un desteğine rağmen Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olamasa bile, en azından Fransa’nın üyeliğini dönüşümlü olarak paylaşmayı hedefliyor. İtalya işte bu noktada tepkili…
ABD ile anlaştığı gözlenen Macron’un bunun karşılığında Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de ön almak istediği bir gerçek. Suriye ve Ortadoğu’dan kademeli olarak çekilmeyi planlayan ABD’nin buradaki boşluğu Fransa ile kapatmak isteyeceği görülüyor. Fransa zaten tarihsel olarak bölgeye ilgili. Bölgede çok ciddi bir Fransız popülasyon var, İsrail ve Lübnan’da yaklaşık 80 bin Fransız vatandaşı bulunuyor. Fransa ekonomik olarak Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz devletleri üzerinde oldukça etkili. Çok boyutlu bir dış politika ile bölgenin hegemonik gücü olmak istiyor. Mısır ve İsrail ile de eş güdüm içinde, Libya’da ön almak istiyor. Doğu Akdeniz enerji denkleminde en önde, kilit oyuncu olmak istiyor. GKRY’nin hamiliğine oynuyor. Bakınız BP Enerji Görünümü 2019 raporunda, Çin ve Hindistan’daki yaşam standartlarının yükselmesinin de etkisiyle küresel enerji talebinin 2040 yılına kadar üçte bir oranında artmasının beklendiği belirtiliyor. Enerji jeopolitiği bu bağlamda önemli.
Aslında kimse farkında değil ama Fransa Doğu Akdeniz’e daimi olarak yerleşiyor, çıpa atıyor… Son olarak GKRY ile 2007’de akdedilen 2011’de genişletilen ve 2014’de yürürlüğe giren savunma işbirliği anlaşmasının sınırlarını zorluyor. Mari’deki Deniz Üssünü AB fonları ile genişletip Kıbrıs’ta kalıcı olarak askeri güç bulundurmak istiyor. Adadaki İngiliz askeri varlığının BREXIT sonrası anlamsız olacağına atıfta bulunup bu boşluğu doldurmak istiyor. Baf’taki Hava Üssüne de uçaklarını konuşlandırmak niyetinde olan Fransa bölgede kendisine rakip ve tehdit olarak ülkemizi görüyor.

De Gaulle’in rotası ne?
Şimdiye dek bölgede donanma gücü ile kararlı duruş sergileyen ve milli çıkarlarını gözeten ülkemizin yakın gelecekte Fransız savaş gemileri ile karşı karşıya gelmesi söz konusu olabilir. Doğu Akdeniz’de Yunanistan-Mısır-İsrail’den oluşan eksenin Fransa ile askeri düzlemde desteklenmesi bölgedeki oyunu aleyhimize çevirebilir. ABD’nin de bu ekseni arkadan ittiği sır değil. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu, bir yılı aşkın süredir modernizasyona tabi tutulan Charles De Gaulle uçak gemisi sonunda faal hale geldi. ABD’den sonra nükleer güçle tahrik edilen tek uçak gemisi olan De Gaulle’ün ilk operasyonel görevi ise Asya-Pasifik bölgesi olacak. Şaşırtıcı değil mi? ABD ile Fransa arasındaki eşgüdümün teyidi mahiyetindeki bu hamle dikkat çekici. Tıpkı İngiltere gibi Fransa’da uçak gemisini Asya-Pasifik bölgesine gönderecek. Son dönemde Avusturalya ile stratejik ortaklık anlaşması imzalayıp 35 milyar dolar büyüklükte savunma anlaşması akdeden Fransa, Avusturalya’ya 12 adet denizaltı satacak ve bu bölgede de etkin olacak. Fransa’nın Katar ile de geçtiğimiz ay stratejik ortaklık mahiyetinde bir anlaşma imzaladığını hatırlatalım. Sonuçta; Çin konusunda ABD-İngiltere ve Fransa’nın bir araya geldiği görülüyor.

Ancak burada atlanmaması gereken bir detay var… De Gaulle uçak gemisi Asya-Pasifik bölgesine sevk edilmeden önce Doğu Akdeniz’e gelecek ve Kıbrıs’ın güneyinde Mart ayı başından itibaren operasyonel görev alacak, yüksek olasılıkla GKRY limanlarını da ziyaret edecek. Mısır ve İsrail unsurları ile müşterek eğitimler yapması da şaşırtıcı olmaz… Peki bu hamlenin hedefi ve amacı ne? Suriye ve İran’a karşı olabilir veya Rusya’nın bölgede dengelenmesi dediğinizi duyar gibiyiz. Peki ya Türkiye? GKRY’yi açıkça desteklemek anlamına gelen bu hamle ile Fransa bölgedeki enerji güvenliğini de sağlamayı öngörüyor. Kime bu mesaj? Elbette ülkemize… Fransa artık bölgede dikkat edilmesi gereken bir aktörden, ülkemiz açısından bir “rakip” haline evriliyor.

Not edelim!
Mevcut konjonktürde ülkemizi ilgilendiren konu ve önceliğimiz Doğu Akdeniz… Bölgedeki yalnızlığımızı defalarca dile getirdik. Şu ana dek askeri gücümüzle ve donanmamızla oyunu bozduk, emrivakileri engelledik. Ama siyaseten oyunu bir türlü kuramadık. Fransa’nın Doğu Akdeniz’e stratejik ilgisi ve GKRY’nin hamiliğine soyunması artık aklımızı başımıza toplamamıza vesile olmalı. Fransa’nın Kıbrıs’a kalıcı olarak yerleşmesi bizim de KKTC’de egemen deniz ve hava üslerine sahip olmamızın kaçınılmaz önünü açacaktır. Bunu not edelim.

Fransa’nın Doğu Akdeniz’e yönelik stratejik hamlelerine karşı sadece donanma gücümüze dayanmak yeterli değil. Bölgedeki yalnızlığımızı Suriye ve Libya ile ilişkilerimizi geliştirerek aşmayı deneyebiliriz. Bunu hemen herkes dile getiriyor. Deniz yetki alanlarının paylaşımı meselesinde önemli bir kazanım olur bu açılımlar. Peki yeterli olur mu?

Öyleyse daha akılcı düşünmeliyiz. Bugün NATO İttifakında sorun yaşamadığımız ve jeopolitik açıdan karşı karşıya gelmediğimiz ülkeleri ele alalım. İlk başa Portekiz’i yazalım. Bu ülke ile her zaman yapıcı ve saygı temelli ilişkilerimiz oldu. Keza İspanya… Ülkemizin en büyük savunma ve güvenlik hamlesi olan vizyonumuzu çok ilerilere taşıyacak TCG Anadolu gemisi hangi bedelle nerede yapılıyor? Sadece bu devasa proje üzerinden İspanya ile ilişkileri geliştirmek anlayış birliği tesis etmek olası…
Öte yandan neden Fransa ile İtalya arasındaki gerilimden faydalanmayı düşünmüyoruz? Mevcut düzlemde Fransa ile rekabeti, anlaşmazlıkları ve tarihi rekabeti bilinen İtalya ile pekala anlayış birliği sağlanabilir. Kuzey Afrika kaynaklı göçmen sorununu yıllardır tek başına karşılayan İtalya, uzun süredir eşit yük paylaşımına AB’yi ikna etmeye çalışsa da, olumlu bir sonuç alabilmiş değil. Bu nedenle İtalya ile işbirliği dikkate alınmalı… Libya özelinde Fransa ile rekabet içinde olan İtalya ile belli bir noktaya gelinebilir. Fransa ve Almanya’nın aksine İtalya’nın da Venezuela denkleminde Türkiye gibi Maduro’yu desteklediğini, Rusya ile iyi ilişkileri öncelediğini de dikkatinize sunalım… Sözün özü; Doğu Akdeniz’de ABD’nin yol vermesiyle hegemonik güç olma iradesindeki Fransa’nın, bölgede öncelikle İtalya, arkasından İspanya ve Portekiz ile dengelenmesini ciddi olarak düşünmeliyiz.
Hegel’in sözüdür, aklımızda tutalım, “Eğer tarihten bir şey öğrenmişsek, o da tarihten hiç ders almadığımızdır”. Umarız stratejik karar vericiler bu sözü ciddiye alırlar. Zira bu coğrafyada hiçbir şey ilk defa yaşanmıyor. Aynı oyunlar periyodik olarak yeniden ve ısrarla tedavüle sunuluyor. Ne yazık ki her defasında bedelini çok ağır ödüyoruz. En başta söylediğimizi yineleyelim. Resmin bütününü ısrarla görmeye çalışalım, görmekten vazgeçtiğimiz anda milli çıkarlarımızın elimizden kayıp gidebileceğini aklımıza kazıyalım.

Bunu Paylaşın