Ayağına taş değse akan sular durur…
Ordu sevgisi ve millî ruh…
Ekmek gibi, bayrak gibi, vatan gibi… Evlat gibi… Ana, baba, kardeş, eş gibi… Hava, su, toprak, ateş gibi… Vazgeçilmez olmazsa olmaz değerlerimiz vardır. Erdemli bir insan bu değerlerinin gücüne güç katan, (onun) gücünün üzülmesini istemeyen, varlığı için varlığını çekinmeden ortaya koyandır. Türk askeri gibi…
Ordu
Nereden nereye…
Bir parantez açıp hatırlayalım. Ne yazmıştı görevi kamuyu doğru ve tarafsız bilgilendirmek olması gereken bir gazeteci(!) sosyal medya hesabından; Ordu
“Bizim askerlerin eşleri ve sevgilileri de Güneydoğu’daki gaziler için marif takvimine soyunsun!” Ordu
Beşerî alanda gelişen kamusal ve kurumsal alanda düzenlenen; gelenek, görenek, görgü ve nezaket kurallarından yoksul bu cümle binlerce yıllık kadim kültürümüze meydan okuma mıdır? Ordu
Bakınız bu söz ne sebeple söylenirse söylensin, söyleyeni de toplumu da bağlar ve kültürel ayrışma veya kültürel bir savrulmaya sebep olur. Görülmüş bir durum da değildir, zira “At, avrat, silahtan” bu duruma gelinmez ve kabul de edilemez. Anadolu’da (saatli) maarif takvimi de içindeki çeşitli bilgilerle halk için kıymetlidir.
Nereye koyacağımı bilemediğim, toplumun değerlerinden kopuk bu görüşe Postmodernite denilebilir mi? Bırakın yazmayı tahayyül dahi edilemez bir hâl ve tarz. Neyse sosyologlar veya psikologlar tahlil ede dursun biz parantezi kapatıp yazımıza geri dönelim.
***
Emperyal güçler yüzyıllardır bu coğrafyada olmak istiyorlar ve bu nedenle güçlü ordulara sahip olmamızı istemiyorlar. Bu isteklerinde salt askerî gücümüz değil, kimi zaman sağlık ordumuz hedefte oluyor kimi zamansa tarım, eğitim, bilim, sanat ya da en önemlisi hukuk. Hepsi bir çınarın dalları gibi bir ulus devletin ögeleri olarak bütüncül önemi haiz. Hukuk demişken…
Kimse yazmamış taradım. Milletlerarası hukuk uzmanlarımızla konunun ilgili taraflarına buradan ilk biz soralım ki konu tartışılsın: Türkiye’nin neden bir Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) kanunu yok? Bence olmalı.
***
Ordu sevgisi bağlamında aşağıda belirteceğim üç hassas konu üzerine özellikle konuya vâkıf ve döneme şahit kişileri düşünmeye davet ediyorum.
“Bir subay, eğitmesi için emrine verilen askerleri talimnamenin teoriye ve pratiğe bağlı olan talimlerinde istenilen dereceye çıkarsa ve hatta esaslı bir şekilde beden terbiyesini uygulaması sayesinde fennî, teorik ve pratik eğitim öğretime dahi geçerek askere sanatını öğretmiş olsa acaba hızlı bir şekilde öğretilebilecek olan bu görevler, harpte uygulanabilir olacak mıdır? Acaba gerçekten asker, asker oldu mu? Şüphesiz ki hayır! (…) Fakat muharebede büsbütün başkadır. Orada hiç durmadan ve gittikçe daha çok zorluklar içinde güç harcanır. Güneş ne kadar yakıcı olursa olsun yağmur yahut kar yağsın, şiddetli fırtınalar kopsun, ne olursa olsun, asker yürümeye mecburdur. Böyle zahmetli bir yürüyüşten sonra da pek kötü bir şekilde konaklanabilir ve açıkta bırakılabilir. Erzak ya gelir ya gelmez.
Halbuki ertesi gün tekrar yürünür. Çanta ezer, tüfek ağır gelir, ayaklar şişer, bütün vücut ıstırap çeker. Böyle olduğu hâlde yürümek, muharebe etmek için aradığı düşmanla karşılaşmak üzere sürekli mesafe almak gerekir. Askerin canlı bir makine gibi düşünmeden yürümesi de yetmez. Çünkü yürüyüş kolundan küçük büyük birtakım birlikler, zikredilen kolun emniyetini sağlamakla görevlendirilir. Mesela: Keşif kolları, öncüler, yancılar… Bunlar daima dikkatli olmaya, köyleri, ormanları, arazi engebelerini araştırmaya mecburdurlar. Bu yüzden bunların gözlerinin açık, kulaklarının kabarık ve fikren uyanık olmaları gerekir. Bir de bunlar için tehlike doğal olarak asıl koldan daha yakındır. Bu tehlikelerin bilinmesinin yarattığı heyecana bir de sorumluluk duygusu eklenir. Bu yüzden bütün teyakkuz kabiliyetini kullanırlar, bedensel ve ruhsal güç sarf ederler ki yürüyüş yorgunluğu onlar için iki misli olur. Yorulan bir yolcu, yolun kenarına oturabilir yahut gideceği yerde mükemmel bir şekilde istirahat edeceğini düşünerek gayretlenir. Gerçekten böyle bir istirahat ümidi her tür yorgunluk için bir kuvvettir. Lakin asker için istirahat sınırsız değildir. Bilakis düşmana yaklaştıkça istirahat kalkar, iaşe o kadar temin edilemez, sıhhate o kadar bakılamaz, maddi tesirler göz önüne alınamaz. Bu sebeple sinirler zayıflar, sinir sistemi, beyin zindelikten mahrum kalır. İşte maddi güç yok olunca manevi gücün bunun yerini tutacak derecede olması gerekir. Uyuşukluk yayılınca zihni açık tutacak ancak o kuvvettir. Yine o kuvvettir ki ertesi günkü yürüyüşte veya muharebede sinirleri uyarır. Maddi şartlar bozulduğu anda, asker maddi gücünü ve bilhassa manevi gücünü son noktasına kadar kullanmak zorundadır.19 ” *
Başkomutan ve ebedi liderimiz Atatürk’ün kaleminden askerlik mesleği üzerine bazı düşüncelerini okudunuz.
Bazı evlatlarımız vatani görevlerini ifa ederken ruh ve bedenleri, iç organları zarar görse de o şerefli “gazilik unvanı”na sahip olamıyormuş. Öğrendiğim kadarıyla bu durumun çoklu sebebi var. Seslerini duyurmak için iki ayrı dernek oluşturmuşlar. Malul Sayılmayan Gaziler Derneği (MSGDER) ve Terörle Mücadele Sırasında Yaralanıp Gazi Sayılmayanlar Derneği (TMSY). Bu iki dernek üyeleri hukuk mücadelelerini ayrı ayrı sürdürüyor ancak sesleri duyulmuyor. TBMM’de de dile getirmişler. Sözler verilmiş ancak çözüm üretilmemiş. Bu konunun İdare’ce ivedilikle kurumsal ve hukuksal eksiklikleri varsa incelenip gözden geçirilmesini talep ediyorlar. Öğrendiğimiz üzere 20 bine yakın “gazimiz” bu mağduriyeti yaşıyor. Dilinden “Vatan sağolsun!” sözünü eksik etmeden, maddi bir beklenti olmaksızın o şerefe nail olmak için hukuksal mücadelelerini sürdürüyorlar. Bu sorunlar bütününe sebep olarak da askerî hastanelerimizin olmayışı gösteriliyor. Zira sivil hekimler askerî şartları bilemediğinden yüksek ve kati muhakeme yapamıyor ya da kesin irade gösteremiyor deniyor, çünkü askerlik doğasını bilmedikleri belirtiliyor. Bu nedenle zamanında yapılamayan doğru tıbbi muhakeme, teşhis veya zaman içinde o kök sorundan kaynaklı bedende veya ruhta gelişen bir sağlık sorunu o evladımızın hayatının geri kalanında değiştiremeyeceği bir gerçeği olabiliyor. Kimisi bedeninde 500 şarapnel ile yaşıyor kimisi kalbinde mermiyle ancak bu şartlarda iş de bulamadıklarından bazıları Millî Eğitim Bakanlığı’nca gösterilen çeşitli okullarda “temizlik” işlerinde görev alıyorlar. Evet bir gazimizden dinledim, “tuvalet temizliyor” ve “gocunmuyor”. Ben bu gerçeği duyduğumda boğazıma bir yumru oturdu ve “işleri bu olmamalı” dedim.
Devletimiz adildir ve eskiden olduğu gibi gerekli hukuki düzenlemeleri de günün şartlarına göre düzenleyerek bu hususu askerî uzmanların değerlendirebileceği zeminde organize eder. Vatani görevini yaparken ruh ve beden sağlığı zarar gören yaklaşık 20 bin yurttaşımızın sağlıklı bir yaşam sürmesini istemek ulus bilincindeki bizlerin görevi ve sorumluluğudur.
Vatan sevgisinin ideolojisi olmaz
“103 Amiral Davası” ile Amirallerimizin yargılama süreci devam etmektedir. Hatırlayalım. Amiraller kamuoyu duyurusunda, “Montrö tartışmaya açılmamalı” demişlerdi. Rusya Ukrayna krizi ile ne kadar haklı oldukları görüldü. Duruşma, savcı hastalandığından 7 Ekim’e ertelendi.
Öte yandan 28 Şubat 1997 MGK Kararları nedeniyle yıllar sonra Eylül 2013 yılında başlatılan ve o dönem 103 sanığı olan “28 Şubat davası” kapsamında 1 Amiral ve 12 General 400 günden fazla süredir şu an cezaevinde. Komutanların en büyüğü 90 yaşında, en genci 74. İçlerinde kanser tedavisi gören bir Amiralimiz var. Her gün kemoterapiye gitmek zorunda. En steril koşullarda olmak ve sağlık imkânlarından eksiksiz ve tam faydalanmak hakkı. Kendinizi 5 dakika yerlerine koyup lütfen bir düşünün.
Ne kararlar almışlar o dönem diye bakıyorum: Laiklik, tarikatlar, okulları ve irticai faaliyetler… Üstelik 1997 yılının aktif siyasileri, aydınları “darbe değildir” diyerek beyanatlar vermişler. Her ne hikmetse dava 2013 yılında “fetö terör örgütüyle iltisaklı olan kişilerce” yeniden açılıyor. Ağustos 2021 tarihinde dava kesinleşiyor. Başta 14 Komutan “Fetöcü bir savcının” iddianamesiyle tutuklanıyor. O davayı açan savcı ve adli müşavir, duruşma savcısı, soruşturma hâkimi hepsi terör örgütüyle (FETÖ) iltisaklı olduklarından şu an tutuklular.
Ordu milletiz biz
Kayıtsız kalınamaz.
Yurttaşlık bilincine haiz yurtsever birey, özellikle Türk subayı ise bütünün iyiliği için doğru olanın izinden ayrılmaz, oldubittilere, dayatmalara geçit vermez. Liyakâtlidir. Dürüsttür. Yılmazdır. Cesurdur. Dik durur. Savrulmaz.
Bugünlerde komşumuz İran’da halk neye karşı tepki veriyor? Mollalar rejiminin çağdışı ve insanlıktan yoksun tutumlarına. İç meseleleridir ancak bağlam kurmadan edemiyorum, 28 Şubat 1997 MGK Kararları “Türkiye bir İran olmasın” diye okunamaz mı, bugün? Ülkesine yıllarca hizmet etmiş emekli ordu mensupları, sahi yıllar yıllar sonra niye cezaevindeler? Fetö denince akla ilk “sahte belge tertiplemeleri” geliyor. Neden AYM Komutanların “adil yargılanma talepleri”ni duymuyor? Döneme şahit siyasiler niye konuşmuyor?
Komutanların yaşları ileri olsa da Türk subayının onuru her daim dik durur, direnci kırılmaz, bunda şüphe yok, ancak halk da bunu unutmaz, zira insan tarihiyle birdir.
Deniz ona ait olmayanı er ya da geç kıyıya vurur. Ve gerçek er ya da geç doğrulanır. Bu değişmeyen kuraldır.
Peki geç gelen adalet, adalet midir?
19: age.;s.10-11-12-13.
*Kaynak: ATATÜRK’ÜN SÖZLERİNDE ASKER VE ASKERLİK MESLEĞİ, ANKARA GENELKURMAY BASIMEVİ 2013,
https://www.msb.gov.tr/Content/Upload/Docs/askeritariharsiv/ataturksozlerindeasker.pdf
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.