METİN KALKAVAN

MDN İstanbul

Denizlerin kaşifi aslan yürekli başkan METİN KALKAVAN

Önyargılıydım. Doğru insan; bildiğine, duyduğuna ve de gördüğüne aklı yatarsa kefil olur misali, bu kararı kendim vermek istedim ve 5 yıl hiç usanmadan röportaj istedim. Çoğu zaman yapım ve işim gereği mualif sorular sordum, onu kızdırdım. Her seferinde sakince “daha değil,” dedi gülerek. ‘Beklerim,’ dedim gülerek. Bazen Gazeteyi işaret ederek, “iyi gidiyorsun” dedi. Yılmadan röportaj konusunda inatçı davrandım. Ve sonunda ben mi ettim, o mu kendini ikna etti, bilemiyorum! Zevkle, soluksuz okuyacaksınız…
[membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]
Torpil geçmedim. 5 yılın hatırına bu kadar kurumda başkanlık yapan, bir zat-ı muhteremin yaşamını akşam 23.30’da biten 6 saatlik röportajdan sonra daha fazla kırpıp kesemedim. Doğumundan bu güne çok şeyi samimice anlattı. 8 Mayıs’ta bir süprizi olduğundan bahsetti. Kişiliği hakkında bir çok özelliğini, anlattığı hikâyelerden bir bir çekip aldım.
Bu ‘tarihi’ söyleşinin ardından diyebilirim ki, soğuk ve ciddi görünümü meğer sürekli düşündüğü içinmiş. Sanki bu zamanda değil 20-30 yıl sonrasında yaşıyor. Çok okuyor, tam bir kitap kurdu, projelerini en verimli olduğuna inandığı geceleri şekillendiriyor. Anladım: O, Uğur Mumcu’nun işaret ettiği bilgi sahibi bir fikir adamı. İnançlı. Sahip olduğu bir çok nitelik Allah vergisi, eksik taşları da kendi elleriyle yerli yerine koymayı becermiş. Bazı insanlar dünyaya özellikle daha büyük kitlelere fayda sağlamak adına önemli misyonlarla gelirler. Hayalleri büyük. Aklına koyduğunu yapıyor. Bu güne kadar olanlar daha başlangıç gibi. Çok çalışkan. Kendine emek vermiş ama önce insan olmak için. Şiddete karşı. Merhametli, ilim, irfan sahibi. Genel kültürü yüksek. Geleneklerine bağlı.
Düşünce ve icraat adamı. Bir kere dürüst… Sohbet edip çizdiği sınırdan onun tarafına adım attığınızda insan-ı kemal’e özgü bir çok değerle tanışıyorsunuz, Iceberg’in görünmeyen parçası O’nda görünenden daha büyük… Kendinize ‘Vay bee, O buz gibi adam, adam gibi adammış” dedirtiyor. O kükreyen ormanlar kralı aslan’ın yırtıcı ve acımasız olmadığını, huzur ve adalet için parçalayıp savaştığını anlayıp, yıkılmaz sakinliği karşısında bir defa daha duruyorsunuz! Güven veriyor, insancıl bir hitabeti var, icraatlarını vatan sevgisiyle perçinleme gayretini görünce, onunla gurur duyuyorsunuz. Öğrenimi devam eden bir öğretici gibi; yaşam felsefesinde ilk tuğla: Eğitim ve gençler. Dahası, birlik beraberlik duygusuyla: Herşey bizim (Türkiye) ve bizim için anlayışına hakim. Sağlığı aşırı çalıştığına dair sinyaller verse de o kendini görevlerine adamış. Ben, canım yurdumun onun gibi büyük resmi görebilen, sistem kurucu, yürekli, bilgili, inançlı ve sağduyulu aydınlara çok ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Çatışmalar ve önyargılar, her şey insanlar için ancak anlamak, gerçekten dinlemekle olur. Onlarca STK ve kuruluşa başkanlık yapıyor. Olgunlukla karşıladığı, kazançları kadar kayıpları da olmuş. Pes etmeyen tarafı sağlam temellere tutunmuş. Manevi anlamda zenginliğe önem verenlerden. Tek eşliliğe inanan mutlak sadakat temsilcisi. Seçimler hakkında söyleceklerini değil de daha çok O’nu kendisinden dinlemek istedim, usul usul sordum, O da bildiği “Metin Kalkavan”ı anlattı, gönüllülük esasına dayalı sektörel görevleri sahiplendiği için kendine “deli” bile dedi, karşılaştığı ithamlara karşı sitemi bu kelâmından anladım. Mesleki meraktan; duramadım, seçimleri de sordum O da gayet ölçülü anlattı. Öyle dolu dolu bir hayat ki, Metin Kalkavan’ı en iyi tanıyan kişi olsanız bile, bu sayfalarda mutlaka bilmediğiniz başka yönlerini de bulacaksınız. Röportaj saati geldiğinde, sohbetimiz doğal olarak samimi bir dertleşme ile başladı. Ağır görevlere talip olursunuz, saygı da görürsünüz, eleştiri de alırsınız. Her ne kadar bu vazifeleri sevseniz de, aile hayatınızdan ve şirketinizden  giden zaman, bir daha asla geri alınamaz. İşte Metin Bey’in ilk sözleri, ister istemez, böyleydi:
“Zaman akıp gidiyor. Çocuklar çok hızlı büyüyorlar. Benim 4 kızım var ve onların an be an büyümelerini, kaçırıyorum. Dönüp baktığınız zaman, soruyorum: Ne için yaşıyoruz? Gece hayatı olmayan, içki sigara kullanmayan, kumar oynamayan evcimen bir insanım. İlk kızım Ecem 88 doğumlu, Koç Üniversitesi’ni bitirdi, İngiltere’de denizcilik master’ı yapıyor. İki numaramız olan İrem, Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyor. Şu an Amerika’da Brown Üniversitesi’nde Exchange 3. sınıf öğrencisi. Dilara, Üsküdar Amerikan Lisesi’nde; en küçük kızım Sedef ise SEV’de. Kızlarım konusunda şanslıyım. Malum kızlar babalarına biraz daha düşkünler. Eşim, yardımcımız ve 4 kızımı toplarsanız bir evde 6 hanımla birlikte yaşıyorum. Aldığımız görevlerin, ailemizden çaldığı zamanı düşünürsek bu işlerle uğraşmak bir bakıma deli işi… Ama diğer yandan atalarımızdan aldığımız emanet, daha önemlisi ülkemizin dünya denizciliğinde gelişimi sözkonusu olunca vatana faydalı olmak gayretiyle tabir caiz ise aşkla, gönülden sürdürüyoruz bu çalışmaları.
Seçimle ilgili 8 Mayıs’ta büyük bir toplantımız var. Lütfi Kırdar’da, geçtiğimiz 10 yılın hesabını vereceğiz. Geçen gün, Oda’da, üyelerimize bir mektup gönderelim ve CV de ekleyelim diye konuştuk.  CV hazırlarken, zaman içinde unuttuğum ne kadar çok şey olduğunu fark ettim. Neredeyse hiç röportaj vermiyor ve daha doğrusu kendimizi anlatmayı sevmiyoruz. Bu sorularınızın yanıtları, size ve çıkarttığınız yayına özel bir söyleşi olacak. Pek çok kişi, benim geldiğim aileye, büyüklerime dair fazla bilgi sahibi değil. Hatta eşim bile üstlendiğim çoğu görevleri bilmiyor. Eşimin bilmediği noktaları, elbette sektör de bilmiyor. Bugün seçimlerle ilgili kıyaslama yapılırken, benim eğitime ne kadar önem veren bir insan olduğumun bilinmesini arzu ederdim. Çok ağır bir eğitim aldım. Gelinen bir nokta varsa, öyle kendi kendine olmadı. Her şeyin arkasında başta eğitim olmak üzere, verilen çok büyük bir emek var.

Cemile Teyze’nin rüyâsı sayesinde doğdum
1959 yılının 17 Ağustos’unda Rize’de doğdum. Ailenin 5. çocuğuyum. Çocukluğuma dair anılar, bildiğiniz Karadeniz manzaraları… Deniz kenarının üzerinde bir yerde, zor şartlarda yaşıyoruz.  Evlerde su yok, güğümlerle su taşıyorlar. Elektrik yeni gelmiş. Ben doğduğumda ailemiz otobüsçülük yapıyor. O zaman 2 tane otobüsümüz var. Ulusoy Ailesi’nde de yine 2 otobüs… Ailem öncesinde denizciymiş. Dedem çok küçük yaşta yetim kalıyor. Babamın dedesi Kaşif Dede, Sinop’ta yelkenliyle dümen tutarken, Yeke Boğazı’na geçip şehit oluyor.  Kendisinin mezarı Sinop’tadır. Denizde çok kayıp veren 2 ailenin evladıyım. Bir tarafım Hantal soyundan, bir tarafım Kalkavan. Hantal, aslında kelime anlamı olarak deniz adamı demek… Kafkasya’dan geliyorlar. İyidere’de 3 büyük aile vardır; Meteler, Kalkavanlar, Hantallar… Esas denizciler, Hantallar ve Kalkavan’lardır.

Dedemin dayıları olan Hantallar, varlıklı bir aile. Büyük kuvvetleri var. Sahip oldukları Karacalar, Türkiye’nin en büyük ahşap teknesi. Babam da çok küçük yaşta denizde onların yanında çalışmaya başlıyor. Hikâye buradan başlıyor. Ardından karaya geçip kamyonculuk, otobüsçülük yapıyorlar. O dönem şartlar çok zor. Annem bana hamile kalmış ama istemiyor, adeta utanıyor. Babam otobüs şoförlüğü ve servisçilik yapıyor; Samsun, Trabzon bazen Ankara’ya kadar…  O dönem, iğnelerle düşük yapılan bir dönem. Annem de babamdan düşük yapmak için ilaç istiyor. Babamın gittiği sabah, çok sevdiğim bir yakınımız olan Cemile Teyze, tesadüfen bize geliyor. Anneme ‘Ben bir rüya gördüm. Ne yapmayı düşünüyorsan onu yapma’ diyor. Annem düşük yapmak için iğne istediğini söylüyor. Cemile Teyze de, babamı çok seven biri, anneme ilacı kullanmayacağına dair, babamın üzerine yemin ettiriyor. Bu konuşma üzerine, babam iğneleri getiriyor ama annem kullanmıyor.  Neticede ben doğuyorum: Tam 6 kilo! Annem bana hamile olduğu günleri, ‘Karnım, dizime vururdu’ diye anlatıyor. Sonrasında annem şeker hastası oldu. Bir bacağında, benim doğumumdan sonra şişlik kaldı.

Denizciler, 4 çocuklu Aslan burcu Başkan seviyor
Burada doğum tarihinden bahsedince aklıma geldi. Kendi aramızda konuştuğumuz bir espri var. Deniz Ticaret Odası’na Başkan olmak isteyenin, 17 Ağustos’ta doğması ve 4 çocuğunun olması lazım. Çünkü Cengiz Kaptanoğlu da 17 Ağustos doğumlu. İstatistiki olarak bakarsanız, kriter bu…  Bu işin şakası ama görüldüğü gibi tipik bir aslan burcuyum.
Hikâyeme geri dönecek olursak, 4 yaşına kadar Rize’deydim. Ardından İstanbul’a taşındık. Babam 60’lı yılların başında “Kardeşler” isimli 200 tonluk ahşap tekneyle armatörlük, denizcilik yapardı. Ailenin bir kısmı Rize’de, otobüs işini devam ettiriyordu. 1964’de o ahşap tekne, Silivri’de battı. Orada yaşananları en iyi Aret Bey (Hovagimyan) bilir. O makinelerin denizin altından nasıl çıkarıldığını, çekilen zahmetleri, en yakından o yaşamıştır. Makineler çıkıyor, sermaye yapılıyor ve 1965’de 6-7 ortak ile ilk sac tekne yapımına girişiliyor. Rafet Beyler vardı o zaman. Babam çok çalışkan ve muhteşemdi. Kardeşlerini teker teker İstanbul’a alıyor ve çalışmaya başlıyorlar. 525 tonluk gemiye, dönemin Sanayi Bakanı Seyfi Öztürk’ün adı veriliyor. Sonra diğer ortaklar çıkmak istediler ve o hisseler devralındı. Çoğu babamlara ait olduğu için gemiye dedemin adı, Cafer Kalkavan ismi verildi. Ardından 825 tona çıkartıldı. ‘70’lerden sonra büyüme hızlanmaya başladı. 70’lerin 2. yarısında tonajlar 2 bin, 3 bin derken, ivme kazanarak devam etti.
İstanbul’daki hayatıma gelince… Çengelköy’de, dedeme ait bir evde oturuyorduk. Deniz kenarından biraz yukarıda, küçük, müstakil, bahçeli bir evdi. Boğaz çocuğuyum; çocukluğum Boğaz’da geçti. Misket, çelik çomak, futbol, o günlerde en sevdiğim oyunlar. Yaklaşık 8 sene o mütevazı evde oturduk. Bu arada okula gitmek konusunda biraz aceleci davrandım sanırım. Mehmetçik İlkokulu’na yazılacağım. Annem ve teyzem, kaydımı yaptırmak için beni okula götürdüler. Müdür ‘Yaşı küçük, alamam’ dedi. Annem ‘Seneye başlayacaksın’ diyerek beni eve götürmeye çalışıyor. Hiç unutmuyorum merdivenlere yapıştım, ‘Ben okumak istiyorum, bir yere gitmiyorum’ dedim. Hal böyle olunca, teyzem müdüre gidip, bir çare bulmasını rica etmiş. Müdür, ‘Vesil Hoca’yla konuşun. O alırsa belki çözüm bulunabilir’ demiş. Hoca beni kabul edince, okul hayatım başlamış oldu. 6 yaşında okula yazıldım. O öğretmenimi o kadar sevdim ki, kendisi ile hiç kopmadık. Çocuğu yoktu. 7 sene öncesinde vefat edinceye kadar oğlu gibiydim. Benim için yeri çok özeldir.
Mehmetçik İlkokulu’ndan, Beylerbeyi Ortaokulu’na geçtim. Kar, yağmur, çamur arabaya biniyorsunuz, yürüyerek gelip gidiyorsunuz. İşte o dönem bir gemimiz yapılmıştı, ufak bir gemimiz vardı. Çok keyifli günlerdi. Yokluktan mücadeleyle, tırnaklarımızla kazı kazıya geliyoruz. Çok anlamlı, keyifli günlerdi. Bu başarının verdiği haz parayla satın alınamaz bir değer.
Çocukluğumda; denize, denizciliğe ait de pek çok anı var. Babam bizi gittiği her yere götürürdü. Anlattığım o batan gemiye (Kardeşler) çıktığımı hatırlıyorum. Henüz 4 yaşındaydım. Su almak için, yağ tenekelerinin ucuna halat bağlar, denize sarkıtır, su çekerlerdi. Bir gün ben de deneyeyim dedim. Ama teneke su dolunca ağırlaştı. Onu çekebilecek kadar gücüm olmadığından tenekeyi suya geri bıraktığımı hatırlıyorum. Sonra, sac gemi yapımında, devamlı gidip gelirdik. 1965’den 1980 yılına kadar aralıklarla gemi inşa ettik. Yıl olarak bakarsak,  65-68, 76-78, 78-80 yılları arasında 3 gemi inşaatımız gerçekleşti. Zor, öğretici ve bir yandan da keyifli zamanlardı. Okuldan gelirdim. O dönem cumartesi günleri de okul vardı.  Mehmet Ağabeyim ile beraber sokakta top oynardık.  O dönemde, en büyük ödülümüz top ve krampondu. Bisiklet zordu. Ancak 5. sınıfta bir bisiklet alındı. Aslında o dönemdeki yokluğu ve kısıtlı kaynakları görmek de bir şans bana göre… Şimdiki neslin en büyük eksiklerinden birisi yokluk görmemeleridir. Sınırlı kaynaklarla büyüyen son nesildik biz. Neredeyse oyuncaksız büyüdük. Bir tane kokulu silgi bulabildiğimizde sevinirdik. Babam elimden tutup Sirkeci’ye götürüp top ve krampon aldığında, bir hafta onlarla uyudum. Sokağa çıkartıp topa vurmaya, ayakkabıyı kirletmeye kıyamadım. Şimdiki gençlere ne alırsanız alın umurlarında değil. Bu da çocukları, bizden çok farklı ve doyumsuz hale getiriyor. Çünkü kolay ulaşılan ödüller, değerini yitiriyor.

Boğaziçi’nde İşletme okuyan ilk sınıfız
1972 yılında, Erenköy’e taşındık. Amcamlar Erenköy’e gelmişlerdi. Necati ve Selahattin Amcam ile ‘86 yılına kadar ortaklık yaptık. 1960’larda başlayan ortaklık, 1986’ya kadar sürdü. Amcamlara yakın olmak isteyince Boğaz sefası bitti; Erenköy’e geldik. Eski semtimize göre daha gelişmiş, Bağdat Caddesi’ne yakın ve farklı bir ortamdı. O zaman 2 devlet okulu vardı; ya Suadiye ya da Mehmet Beyaz Lisesi’ne gideceksiniz. Mehmet Beyaz Lisesi’ne kaydoldum ve sınıf hocam Gönül Eti ile tanıştım. Kendisiyle de ilkokul hocam gibi okuldan sonra da uzun yıllar görüşmeye devam ettim. Fizik, kimya, matematik derslerine girerdi. Bende büyük emeği vardır. İlkokul hocamı ve Gönül Hanım’ı asla unutmam. Özel önem vererek yetiştirdiği bir talebesi vardı. O’nun kocası, Çayırova Şişecam’da Cam Elyaf’ın Genel Müdürü’ydü. Bize ağabeylik yaptı. Üniversite imtihanlarına gireceğimiz bir dönemde ziyarete gittik. Bizi yönlendirdi. Ben, ‘Gemi inşa mühendisi olmak istiyorum’ demiştim. Neden diye sordu. ‘Tersaneler kurup gemiler yapacağım, gemi inşa etmek istiyorum’ diye yanıt verdim. ‘Sen mühendis değil, işletmeci ol. Şirketinde bir sürü gemi inşa mühendisi çalışsın.’ dedi ve bakış açımı değiştirdi. Üniversite imtihanına girdiğimde, 20 tercih hakkı olduğu halde, 5 tercih yaptım. 5 tercihim de işletmeydi. 1. tercihim olan Boğaziçi Üniversitesi’ne girdim. Bizim Lise’nin tarihinde tarihinde ilk Boğaziçi İşletmeyi kazanan öğrencisi oldum. Devlet lisesinden oralara gelebilmek kolay değildi ama çok çalıştım. Anlattığım gibi, öğretmenimin de büyük katkıları oldu. Oturduğumuz apartmanda, Boğaziçi’nde okuyan 2 ağabeyim de vardı. Böylece Boğaziçi’nin güzellikleriyle tanıştım.

Galatasaraylıyım, ismim Metin Oktay’dan geliyor
Üniversite yıllarımı çok keyifli yaşadım. Lisede Almanca okuduğum için Boğaziçi hazırlıkta 1 dönem kaybettim. Almanca’dan İngilizce’ye geçmek kolay olmadı. Sınıf takımı, okul takımı, futbol takımı kaptanlığı yaptım. Güzel bir çevrem ve anılarım oldu. Son senelerimde ara ara çalışıyordum, staj yapıyordum. Ardından İngiltere’ye gitmeyi kafama koydum. 1982 mezunuyum. Günümüzde bizim jenerasyon, her alanda en yüksek mevkilerde… 1976-1982 yıllarında terörün olduğu zamanlarda sabah evden helalleşip çıkardık, akşam eve dönüşümüze şükrederdik. Olay olmayan üniversitemiz yoktu ama biz şanslıydık.  Şehir merkezine uzak olduğumuz için kurtarılmış bölge gibiydik. 1 Mayıs 1977’de okulumuz rektör tarafından güvenlik sebebiyle 3 gün kapatıldı. Herkes fikrini açıkça söylerdi. Şimdinin çok ünlü işadamları o zamanlar sol söylemlerle konuşurlardı ama bir çatışma olmazdı. Ben daha çok sporla haşır neşirdim. O dönem Fenerbahçe Genç Takımı’nda oynuyorum. Oradan okula gidiyorum, idmana gidiyorum. Bol bol yürüyorum. İmkânlar çok kısıtlı tabii. Adım Metin Oktay’dan geldiği için Galatasaraylıyım. Necati Amcam da Galatasaraylı olduğu için benim adımı Metin koyuyor. Arif Amcamın oğlunun adını da Çetin Turgay koyuyor. O da Turgay Şener’den geliyor. Ben, bizim Erenköy’deki eve yakın diye FB’yi tercih ettim. O zamanlar ağabeyim de FB Genç Takımı’nda oynuyordu. İş ilerleyip de hoca, A Takıma göndereceğim deyince, bir aileye 1 futbolcu yeter diye düşünüp bıraktım. Çünkü keyif için oynamayı ve okula önem vermeyi düşünüyordum.
Eğitimim bu noktadan sonra işteki ihtiyaçlara göre şekillendi. O günlerde şirket hızlı bir büyüme içerisinde. Gemi filomuz da büyüyor. 3. gemiye ulaşınca, yurt dışı araştırmalarımız başladı. Birçok kişiyle irtibata geçiyoruz. Rahmetli Necmettin Ağabey (Akten), ‘Sen Plymouth Üniversitesi’ne git.’ dedi. Yani Politechnic College… Orada da kim var diye araştırırken Asaf Bey’in (Güneri) göndermiş olduğu, oranın ilk Türk talebesi Nezih Manavoğlu’nu bulduk. Denizcilik okumuş olan Nezih Bey’e bir mektup yazdık. Böylece oranın ilk lisansüstü diploma talebesi Hilmi Sönmez Bey, ilk master talebesi de ben oldum. O dönem akademiydi, bir müddet sonra üniversite oldu, Sonraları oraya yeğenlerim de dâhil olmak üzere birçok Türk talebesi gönderdim. Denizcilik okudular, diploma kursu aldılar, master yaptılar.
1977’de hazırlık 1. sınıfa başlamadan önce 3 aylığına İngiltere’ye dil kursuna gitmiştim. O öyle bir dönemdi ki; giderken okul parasını cebimize koyup ülkeden çıkamıyorduk; o kadar sıkı bir denetim vardı. 1000 Poundu, gömleğin yaka iç kısmına gelecek şekilde kravatıma dikip kontrolden geçtiğimi hatırlıyorum. Vaziyete bakar mısınız? Okumaya gidiyorsun, ülkeden para çıkarmak yasak. Dışarıya para göndermek de çok zor. O nedenle rahmetli Özal’ın bu ülkeye kattıkları unutulmaz. Türk parasını korumak namına yıllarca boş yere debelendik. Bence onlar kayıp yıllar. İlk yurt dışına çıkışım bu şekilde oldu. O tarihte Türk armatörleri off-shore şirketler kurmaya başlamıştı. Onların varlığını duyuyorduk. Londra’da Yunanlı armatör çoktu fakat Türkler yeni yeni gitmeye başlamıştı. Bu yüzden 70’li yılların 2. evresi Türk denizciliği adına önem arz etmektedir. O yıllarda 5-6 tane armatör vardı. Ardından yeni kuşak eğitimle biraz dışarıya adım attı. Cerrahoğulları,  Baran ve büyük armatör olarak bilinen Zihni Denizcilik dışında, aşağıdan gelen daha düşük tonajlı firmalar oldu. Hilmi Bey’in okuması ve dışarıya gitmesinden sonra Sönmez Denizcilik’in yükselişi de bu tablonun bir parçası olarak sayılabilir. Böylece 5 – 6 büyük tonajlı, 15-20 bin tonajın üstünde gemisi olan, gittikçe büyüyen armatörleri konuşur olduk. O dönem firma sayısı azdı. 1950’lerde, 60’larda sektör nasıl diye bakacak olursanız; gündemde Mardinler, Kalkavanlar, Rıza Amcalar, İbrahim Amcalar, İsmail Amcalar vardı.
1982’de DTO’nun kurulması ve benim üniversiteyi bitirdiğim yıl. 84-85 yılında yurtdışından döndüm ve çalışmaya başladım.  Biz Kefeli Hüseyin Han’da Karaköy-Kadıköy vapur iskelesinin yanında başlamıştık. Şirket şu anki liman işletmesinin olduğu yerin yanındaki hanın 2. katındaydı. 86’lardan sonra Karaköy’de ara bir sokaktaydık. Sonra onun yanındaki çatı katındaydık. Özel dizayn edilmiş, gece mavisi bir yapı. Halıları mavi beyaz… Orada mobilyalara ve dekorasyona çok özenmiştik.  Ben çok meraklıydım, uğraşırdım. Mimar yeğenlerimiz ve kuzenlerimizle oturup karar verdik. Bizim kuşaklar yurtdışından gelmeye başlayınca dışarıyla temas kolay sağlanmaya başladı ve bu durum denizciliğe büyük ivme kazandırdı. Dışarıyla ilişki sağlamak çok önemliydi. Çünkü o günlerde, alım satım, büyük piyasaya giriş, finansman,  brokerlik, aklınıza ne geliyorsa, tüm bunların yani denizciliğin merkezi Londra’ydı. Bu nedenle yurtdışı ile ilişki kurabilmek, görülmez en büyük itici güçlerden biriydi. O süreçte aileler çocuklarını yurtdışına göndermeye başladılar. Burada paranız varken, örneğin 1 milyon dolar ile 1000 tonluk gemi alırken, aynı parayla yurtdışında daha büyük gemiler alabiliyordunuz. Bağlantılar olmadığı için önce bir bocalama dönemi oldu ve Türkiye’deki ufak kosterlerin değeri yükseldi. Aslında hak etmedikleri halde yükseldi. Dolayısıyla yeni kuşağın dışardaki temasları farklı bir büyüme getirdi. O yıllar artık uluslararası arenaya çıkış noktası oldu. Gemilere ve o piyasaya ulaşım birkaç kişinin tekelinden çıktı. Daha önce ‘Bana bir gemi bulur musun?’ dediğiniz zaman bunu yapabilecek 3-5 kişi vardı. Gemi görmeye gider misin diye bir talep geldiğinde, finansman imkânı, dış banka bağlantısı gibi gereken özelliklere sahip çok şirket bulamazdınız. O kuşakla beraber bu durum aşıldı.

Ben yurtdışından döndükten sonra aile firmasında çalışmaya başladım.  Ailede hem okumak isteyen hem de okusun diye desteklenen kişi olduğumu söyleyebilirim. Döndükten sonra benim için unvan önemli olmadı. Aile şirketimiz olduğu için her işi yapıyorduk. Babam, amcalarım, ağabeylerim vardı. Küçük bir şirkettik. O şirket bizim için her şeydi. Böyle bir duygu olunca, çaycılık da yapıyorsun, genel müdürlük de… Gemiyi bağlarken, önce ‘ağabeyine sor, babana sor’ aşamalarından geçiyorsun.  Bir müddet sonra da karar verebilir pozisyona geliyorsun. Bu durum çevreden de anlaşılıyor. Ortada bir unvan yok ama Metin Bey kimdir denildiği zaman, patronlardan biri olduğunuz kabul ediliyor. Hal böyle olunca da genel müdür gibi sıfatlara ihtiyaç kalmıyor. İlk kartvizitimde ne unvan yazdığını hatırlamıyorum bile. Benim için o zaman sadece elimdeki işleri başarmak önemliydi. Aslan burcuyum demiştim ya, biz iki ağabeyim, annem ve babam hep aslan burcuyuz. Bunun da bir sebebi var. Dedeler, babalar denizci olduğu için, o dönem ekimde, kasımda tekneyi çekiyorsun, bakıma alıyorsun. Bu durumda, baba ne zaman seferden dönerse, annem hamile kalıyor doğal olarak. Bunlar işin mizahi yönü elbette. Ama bir de aynı ortamın içinde bu kadar lider kişiliğin anlaşabilmesi konusu var. Bizim ailede herkes lider. O nedenle yeter ki işi başarayım düşüncesindeydim. DTO’dan önce, şirketin mutfağındaki şef bendim, tüm araştırmaları, geliştirmeleri yapardım. DTO’da, kendi şirketimde, sektörle ilgili bir çok kurumda öğrenmek için çok çalıştım. Bilmezler ama İTÜ Denizcilik Fakültesi’nin kütüphanesini kendi ellerimle düzenlemişliğim vardır. Sektörle ilgili her konuyu araştırarak, öğrenip yaşayarak tecrübe ettim. Babam çok çalışkan olduğundan, biz de çok çalışıyorduk.
1984 yılında evlenmeye karar verdim. Gezmiyorum, tozmuyorum, gece hayatım yok, bari bir ailem olsun istedim. Gönül işte, benimki gidip teyzemin kızına kondu. O dönem kendisi tıp okuyordu. Rahmetli kayınpederim albay olduğu için şehir şehir dolaştılar. Dolayısıyla birbirimizi çok az gördük. Önceleri İzmir’de oturuyorlardı. Orada fotoğraflarını gördüm. Anneannem ve dedem İzmir’deydi. Yazları bize gelirlerdi. Tıp Fakültesi’nde okurken karşılaşmalar ve görüşmeler oldu. Doktor olduğu için başta akraba evliliğine hiç sıcak bakmadı. Sonra bu riski aldı. 1986 yılında evlendik. Biz Işık’la dışarıdan uyuşmuyor gibi gözükürüz ama çok iyi anlaşırız. Ve pırıl pırıl ve iyi kalpli 4 kızımız var. Ben o dönem de yine çok planlı yaşardım. Bana göre, evlilik güzel bir kurum. Gezip tozmayacaksanız çok uzun zaman bekâr kalmanın hiçbir faydası yok.
27 yaşında çocuk sahibi oldum. Çocuk büyütmenin belli bir yaşı var. Onlarla büyüyorsunuz. Evlenmemin de ayrı hikâyesi var. O dönem doktorlar için zorunlu hizmet mecburiyeti vardı. Ben İstanbul’dayım. İşimden dolayı bir yere gitme şansım yok. Bu şartlar altında nişanlandık. Doktorlara mecburi hizmet girince bizim işimiz kuraya kaldı. İstanbul çıkarsa çıkacak, çıkmazsa 2 yıl mecburi hizmete gidecek. 2 yılda da ne olacağı hiç bilinmez! Benim buradan başka şehre gidebilmeme imkân yok. Kuraya girdi. Kurada Beykoz çıktı. İşte kader böyle bir şey!
Ben kadere inanan biriyim. Mesela İzmir’de anneannemler, teyzemler, Işıl’ın çeyizi için dantel örüyorlar. Ahşap tekneler var. O tekneler İstanbul’a gelip gittiği için, el emeği o danteller çeyiz olarak teknelerden birine veriliyor. Tekne, Marmara Adası civarında batıyor. Danteller kurtuluyor, getirilip bize veriliyor. Kısmete bakın. Cemile Teyze’nin rüyasından başlayan hikâye nerelere geliyor. Bu sebeple ilk kızım Cemile Teyzemin adını taşır. Bence hayat sizi zorlasa da ödüllendiriyor da… Kadere, yazgıya inanmamak söz konusu değil.
Bu arada, 80’li yıllardan sonra şirkette projelerimiz hızlandı.  1988, 89, 90 yıllarında, Körfez krizinde ilk büyük gemimiz ve konteyner projemizi başlattık. Değişik bir şeyler yapmak peşindeydik. 1989’da Mehmet Kalkavan isimli çok amaçlı konteyner gemisine başladık. Ayrı bir misyondu ve çok iddialı bir projeydi. Türkiye’de ilklerin yapıldığı gemilerden bir tanesi… Körfez krizine denk geldiği için o gemiyi 4 senede bitirdik. Sonrasında yeni projelerle farklı bir kulvara girildi. Dolayısıyla ciddi şekilde agresif bir politika izledik. 90’lı yılların başlarından itibaren çeşitli alanlarda hızlı büyüyerek krize kadar geldik.
1988 yılında baba oldum. O sırada ben 27 yaşımdaydım eşim de 25… Dünyadaki en kötü piyasayı 82-86 arasında yaşadık. 88’de iş hayatında yeni bir atılıma başladık. 2. Gemi alışı. Piyasanın canlandığı dönem… Dolayısıyla benim açımdan çok yoğun bir dönemdi. Yavaş yavaş kostercilikten çıkmaya başladık.  Dış kredi kullandık. Bana göre, bizim iyice hızlandığımız 90’lı yıllar, sektör genelinde de,  denizcilik adına görünmez bir altyapının oluşturulduğu bir dönemdir. O zaman başarı yakalanmasının sebeplerine bakacak olursak, işin başında olan dedeler ve babalar çok emekler veriyor. Bir birikim oluşturuyor. Ardından bizim kuşak eğitim alıp yurda dönmüş. Yani finans, tecrübe, azim, eğitim, dışa açılma imkanı, ekonomik konjonktür ancak bir araya denk getiriliyor. Böyle olunca kostercilikten yukarıya doğru hızla büyüme başladı. Eskiden 5-6 firmamız varken sayı arttı. Alttan yeni firmalar geldiğini gördük. Şimdi var olan denizciliğin, armatörlüğün temelleri o dönemde atıldı. Aile firmaları, sermaye birikimi ve ekstra emek verilmesi açısından çok önemli… Eksik olan taraf da eğitimle tamamlanınca taşlar yerine oturdu. Sağlam bir temel oluşturuldu. 82-86 yıllarında denizcilik krizini gördük. Bu krizi görmeyen, denizde kriz gördüm demesin. Ben o kişileri denizci olarak kabul etmem.  Şöyle söyleyeyim, o krizin büyüklüğünü ve derinliğini anlatmak için, Yunanistan’da arka arkaya sıralanan gemilere basa basa bir adadan başka bir adaya geçilebileceği söylenirdi. Düşünün! Yük yok, hiçbir şey yok. Japonların çok gemi yaptığı dönem… Bir Sengoku olayı var ki; 125 gemi yaptı ve birden piyasayı çökertti. Büyük kriz, onun yanında hiçbir şey değil. Bir bakıma bu zorlu dönemleri yaşadığımız için de çok şanslıydık.  Master tezimde, 1945 ve 86 arası ayrıntılarıyla incelenmiştir. O teze de çok emek verdim ve sonradan sayısız insan için başvuru kaynağı oldu. ‘Türkiye’nin Gerekleri ve Gerçekleri’ diye 250 sayfalık bir araştırmadır. Denizcilikte referans olarak kullanılabilecek bir tezdi. Gerçekten Türkiye’nin denizcilik sektöründe o günün, öncesi ve gelecek planlarının incelenmesi var.

Mehmet Kalkavan, Türkiye’de inşa edilen ilk konteyner gemisidir
İlk Türk konteyner hattını kurmak, bizim grubun bu işe girmesi, tamamen benim eğitimimle ilgili. Eğitim sırasında, konteyner firması Hapag Lloyd’u tanıma fırsatı buldum. Onları okudukça biz de farklılık yapalım istedim. Farklılık nedir? 80’li yıllardan sonrasına bakın: Herkes aynı şeyi yapıyor; Gemiler büyüyor, 2 bin, 3 bin derken 10 bin dwt’a çıkıyor. Biz konteyner armatörlüğünü seçtik.  Bizden önce Türkiye’de bunu yapan yoktu. O açıdan Mehmet Kalkavan gemisi, Türkiye’de yapılan ilk konteyner gemisidir. Biz 1989 senesinde Haluk Şişman Yazıcıoğlu ile box-ship yapacağız dediğimiz zaman, kimse anlam veremiyordu. Babam, 2 zamanlı makineleri çok severdi. 2 zamanlı makine, 4 zamanlıya göre düşük devirlidir ama süreklilik açısından ‘su koysan gider’ denilen çok dayanıklı makinelerdir. 4 zamanlı yüksek devirli makinelere göre, 2 zamanlılar, adeta denizin hamalıdır. Geminin fiziki ömrü biter, 20-30 yılı tamamlar, sacları erir ama makineleri durmaz çalışmaya devam eder. Biz de farklı bir şey yapalım ama en iyisini yapalım istiyoruz ya, o gemide ilk meister ticari, 2 zamanlı motorun yanına, dünyada gemilerde kullanılan ilk prototip kontrol sistemlerini de aldık. Sene 90-91’de bunu almaya kalktığımızda çok büyük bir Japon tankeriyle non-control referanslarını girdiğiniz zaman, 1 ve 2 numara bizdik. Ama biz prototipini aldık; entegre one-man kontrol sistemiyle gidiyoruz.  Rahmetli İlhan Kaptan vardı. ‘Non-control’ü dergiden gördük. ‘Ben bunu istiyorum’ dedim. ‘Dalga mı geçiyorsun?’ dedi. Yaparken de kimse inanmadı. Bilimsellik, araştırmacılık, yenilikçilik ve farklılık yaratma özelliğimiz hep vardı. Konteyner’e geçişimiz, bu şekilde, düzenli taşımacılığı hatçılığa çevirmek amacıyla başladı. Deniz Nakliyatı’nın özelleştirilmesinin gündeme gelmesiyle, ‘tamam!’ dedik. Çünkü onlarda yük var, hat var, konteyner gemisi yok. Onun ihalesine girmeye başladık. Servet Beyler (Yardımcı) ve Diler Denizcilik ile rahmetli Recep Yazıcı, hep birlikte 3 ortak ilk ihaleye girdik. O zaman Bedrettin Dalan, İsrailli bir grupla girip ihalede birinci oldu. Sonra piyasa çökünce ihale iptal edildi. Ee, o kadar hazırlık yaptık, ne olacak? O dönem Yardımcılar da konteyner gemisi inşasına başlamıştı. İhale kazanılamayınca hadi dedik hat kuralım. Sizde 2 gemi var, bizde de gemiler yapılıyor. İşte Türkon böyle başladı. Markanın kuruluş aşamasında isim babası Nail Yücesan’dı. ‘Neden Türklerin de olmasın?’ düşüncesiyle hareket ettik ve farklılık yarattık. İlk seferimiz çok zordu. Mehmet Kalkavan gemisi, New York’a 600 teu ile gidiyor. Biz, 11 teu ile gittik. Yani külliyen zarar! 6 konteyner var. Dolu gözüksün diye güverteye kurduk. Düşünsenize, koskoca gemi New York’a gidiyor. İçinde hiçbir şey yok. Dönüşte gittiğimizden daha fazla aldık ve bu azimle devam ettik. Uluslararası rakipler birden duruma ciddi tepki gösterdiler. Zaten pasta çok küçüktü. O dönem Amerika hattı vardı. Biz Akdeniz’e başlayınca kıyamet koptu. Çünkü o zaman hat işini yabancılar yapıyordu. Derken konteyner aldık, bir süre sonra tır aldık. Her şey yepyeni! Hem mesafeyi kısalttık, hem de Türkiye’yi iç piyasa olmaktan çıkardık. Yüz milyonlarca dolar kazandırdık. Bir düzenli hattın neler kazandırabileceğini göstermiş olduk. Zaman içinde piyasa düşünce, durum sancılı olmaya başladı. Çok para kaybedildi. Ortaklıklar bozuldu. Biz inanıyorduk ve devam ettik. Onlar Türkon’dan hisselerini satıp çıktılar. 97’de başladık 99’da hisseler bize devredildi. Ardından yine başarılı olduk. Gemilerimiz büyüdü. Filomuzla her açıdan büyümeye başladık. Çok iyi gemiler yaptık. Sürekliliği olan ve dünyanın en kaliteli ekipmanlarıyla hazırlanmış gemilerdi. Babam, ‘Ne alırsanız alın, ne yapacağınıza kendiniz karar verin ama satarken bana soracaksınız’ derdi.  Burada amacı, yapılan işi desteklemek. Kendisi gerçekten çok teşvik ederdi.

2000 yılında Sedef Tersanesi’ni aldık
Yaklaşık 15 yıl şirket içinde yoğun bir çalışmam oldu. Deniz Ticaret Odası’na girişim, 39 yaşında yani 1998 yılındadır. Aslında geç geldim, Deniz Ticaret Odası’na. Cengiz Ağabey’in (Kaptanoğlu) yönetiminde başladım. Zaman içinde dışarıya açıldım. Grup büyüyordu. Konteyner gemilerinin yeni nesil modeli olan, Modern future-ship denen gemilerin yapımları hızlandı. Piyasalar da iyiydi. STFA ile anlaştık, Sedef Tersanesi’nde hızlı gemiler yaptık. O gemiler sayesinde, Sedef Tersanesi satış aşamasına gelindiğinde, müşteriyken tersaneye talip olduk. 2000 yılının sonunda, Sedef Tersanesi ile hep meraklı olduğumuz gemi inşa ve tersanecilik işine adım atarken, aynı zamanda Türkiye’nin en büyük tersanesine de sahip olduk. Hani, üniversiteye girme aşamasında tercih yaparken, hocama, ben gemi yapmak istiyorum demiştim ya, o yıl 1976 yılıydı. Tam 24 sene sonra bu vizyon gerçekleşmiş oldu. Fakat çok kısa bir zaman sonra kriz geldi.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük krizi…  Çok kısaca özetlemem gerekirse, tam denizciliğin canlanacağı bir zamanda, tüm sektör büyük tokat yedik. Allah’tan çoğumuzun dışarıyla bağlantısı vardı. North Bank’ın sektörümüze desteği büyük oldu. Devletin ve Emlak Bankası’nın sektöre verdiği garantiyle beraber biraz rahatladık. Başta 200 milyon denen ama 170’inin kullanıldığı bir kaynaktı, hepimize çok ciddi nefes aldırdı. O sayede Türk denizcilik sektörü tekrardan toparlandı.
Şimdi siz, bana bütün soruları soruyorsunuz. Başka çaresi yok, sektörü anlatmak adına, kendi yaptığımız işleri de anlatıyoruz. Aslında beni, ‘ben yaptım, ben ettim’ derken duyamazsınız. Çünkü bu bir takım oyunu. Önemli olan fikirlerdir. Geçmişte aldırmazdım. Ama şimdi yaşım 53’ü geçti. Artık fikrim çalınırsa üzülüyorum. Kaynak göstererek kullanıldığında, saygı duyarım. Ancak kaynak gösterilmediği zaman gerçekten üzülüyorum. Çok fikir ve proje yarattım. O konuda mütevazılık yapmayayım. Bu fikirleri üretime dönüştürebilmek için çok çalıştım. Bu ülkeye fayda sağlamak için çok emek verdim. Konteyner işinde de, Turkon’da da, dünyaya açılma aşamasında da hep, ‘Onlar yapıyor, biz neden yapamayalım?’ düşüncesi vardı. Korkmadan Amerika’ya gitmelerin ardında hep bu anlayış yatar. Hep büyük ihalelerde mücadele etmeyi hedefledim. Ve başarmak zorundaydım. Hem sektör olarak hem grup olarak başarmak zorundaydık. Babamın, kardeşlerimin, bizlerin yaptığı şeyin arkasında, yokluktan tırnaklarımızla kazıyarak yazdığımız ciddi bir hikâye var. Sıfırdan nerelere çıkılabileceğini gösterdik. Bunu da tamamen ahlaki değerlere bağlı kalarak yaptık. Bizim için başarı hikâyesi, övünülecek kısım budur. Çünkü doğru bildiğimiz yoldan hiç ayrılmadık. Kendimizden hiç taviz vermedik. Çocuklara da bunları aşılamaya çalışıyoruz. Yoksa çok para kazanırsınız, çok önemli işler yaparsınız ama bir değeri olmaz. Büyüklüğü, rakamlar değil sahip olduğunuz manevi değerler oluşturur. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde karşınıza birçok fırsat çıkar.  Burada bizim verdiğimiz mücadele, ilk uluslararası işleri, tamamen uluslararası kurallara göre rekabet anlayışıyla yapan bir grup olmamızdır. Biz sektörüz. Keşke başkalarına sağlanan imkânları burada bize de sağlasalar. Aynı şartlar sağlanmadığı zaman rekabet etmek kolay değil. Yapamıyorsunuz. Bir ayağınızda ağırlıklarla koşmaya kalkıyorsunuz, olmuyor! Bu bizim hükümetimizden kaynaklanan bir şey değil, dışardaki hükümetlerin, farklı politikaları kendi menfaatlerine göre dizayn etmelerinden kaynaklanıyor. Ona anında cevap vermediğiniz zaman dezavantajlı bir konuma düşüyorsunuz. Devletlerin yarıştığı ve politikaların konuştuğu bir alan bu… Bizim sektörümüzde tersaneler 5 sene, 10 sene için yapılmıyor. 50 sene, 100 sene için yapılıyor. Gemiler 25, 30 sene için yapılıyor.

8 Mayıs’ta Lütfi Kırdar’da son 10 yılı anlatacağım
Hayatta bazen tesadüfler, hesaplanmayan gelişmeler olur. 2002 yılında AKP’nin hükümete gelmesi, benim kaderimde de bir dönüm noktası oldu. Çünkü AKP iktidarında Cengiz Kaptanoğlu, AK Parti’ye milletvekili olarak girmesiyle, benim de kaderimde önemli bir değişiklik oluştu. Oda Başkanlığı için içeriden Yönetim Kurulu Başkanı atanması gündeme geldi. Sağ olsunlar arkadaşlarımızın güçlü desteği ve büyüklerimizin de takdiriyle, Deniz Ticaret Odası’na Yönetim Kurulu Başkanı oldum. Yönetim kurulu üyeleri de destek verdiler. O zaman 42 yaşındaydım. Çok küçük yaşlardan beri, hep çok planlı yaşadım. Daima hedeflerim vardı. Denizciliğe başladığım yıllarda da, ölmez sağ kalırsam bir gün bu göreve geleceğimi biliyordum. Başkaları gezip tozup eğlenirken biz çalışıyorduk. İşletmeci olup da gemi hakkında teknik bilgiye sahip olmak kolay değildir. Cengiz Ağabey ile çalıştığım 4 senede, devlet tarafını, bürokrasiyi, sektörün yeniliklerini de öğrendim. Oradan sonra çılgınlık dönemim başladı. Son 10 yılımda gerçekleşen icraatlarımızı ve yarınlardan beklentilerimizi tüm sektörün davetli olduğu 8 Mayıs’ta Lütfi Kırdar’da gerçekleşecek konferansta dinleyeceksiniz. Özel bir süprizimiz var!

25 ayrı kurumda aktif görevim var
Kendi grubumuzda Sedef Tersanesi ve Turkon Holding’te İcra Kurulu Başkanıyım. Anadolu Turizm, Port Göcek Marina’yı devrettik. Krizlerde al-satlar oluyor. Bu süreçte çok büyük özveride bulunup farklı bir politika izledik. İsmimizi ayakta tutmaya çalıştık. Maris’te İcra Kurulu Başkanlığı görevim vardı. Sundras isimli bir su fabrikamız vardı onu devrettik. Bu süre zarfında 2004 yılında limancılıktan, otel işletmeye, gıdaya kadar birçok satın almalarda bulunduk. DATİ’de Başkan Vekilliği, Denizler Turizm’in Yönetim Kurulu Başkanlığı, Ereğli Denizcilik Yönetim Kurulu Başkanlığı, Rize Yatırım A.Ş. Başkan Vekilliği mevcut devam eden sorumluluklarım arasında. Rize Sportif A.Ş’nin yani Çaykur Rize Spor’un Başkanlığı görevim var ki, bu sene inşallah 1. lige çıkacağız! İyi bir avantaj yakaladık, iddialıyız. (Bu röportaj yapıldıktan sonraki gün Metin Bey Rize’ye Klübe gidecekti. Ben portreyi yazıp baskıya verirken dileği oldu ve 1. Lig’e yükseldiler. Tebrikler!) TURMEPA Yönetim Kurulu Üyeliği, TÜDEV Yönetim Kurulu Başkanlığı, Piri Reis Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanlığı görevlerim arasında. Şu anda baktığımda 3 tane değişik ülkede uluslararası örgütlerde başkanlık görevlerim var, Amerika, İngiltere ve Almanya’da… Dolayısıyla çok geniş bir yelpazede görev alanlarım olduğunu söyleyebilirim. TOBB’da Tahkim Divanı Başkanlığı görevim var ki, bunu pek kimse bilmez. DTO Yönetim Kurulu Başkanlığı görevim ile gelecek dönem için de adayım. Geçen gün saydım, 25 yerde aktif görev alıyorum.

[/membership]

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın