Bu yılın Haziran ayının başlarında, bir grup avukat, Hollanda’nın Lahey kentindeki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne, Avrupa Birliği (AB) ve üye ülkeler aleyhine suç duyurusunda bulunmuştu. Avukatlar bu ülkeleri Akdeniz’de binlerce mültecinin boğularak ölmesinden sorumlu tutuyor, Akdeniz’deki mülteci ölümlerinin AB’nin göç politikalarından kaynaklandığını iddia ediyordu
Hukuki bir tartışmaya girmeden, mültecilerin hayatının bu konuda tek tayin edici gerçek olduğundan hareketle, yakın tarihteki birkaç olayı hatırlamak bize avukatların “söylemek istediklerinin” doğruluğu hakkında fikir verebilir. Diğer mültecilere gözdağı vermek için denizdeki sığınmacıları ölüme terk etmek isteyen İtalya’daki siyasetçileri hatırlamak mesela…
Dönemin İtalya Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı Matteo Salvini Akdeniz’de, 53 göçmeni kurtardıktan sonra 14 gün boyunca uluslararası sularda güvenli bir liman açılmasını bekleyen ancak bu gerçekleşmeyince hapse atılmayı göze alarak İtalya kıyılarına yanaşan, Sea-Watch 3 gemisinin kaptanı Carola Rackete’yi en ağır şekilde cezalandırmak istemişti. Neyse ki İtalyan yargısı, insan hayatını umursamadan, ne pahasına olursa olsun Libya’dan İtalya’ya mülteci geçişini engellemek isteyen Salvini’yle aynı fikirde değildi.
Ancak yaşananların, ırkçı politikalara karşı hep istenen şekilde sonlanmadığı ortada. Avrupa’yı mültecilere kapatmaya çalışan politikacıların aldığı kararların etkisi uzun süredir hissediliyor. Daha geçen Temmuz ayının sonunda Avrupa Birliği’nin sınır korumasıyla görevli kurumu Frontex ile Yunanistan sahil güvenliği, Türkiye’den AB’ye mülteci geçişini engellemek için Ege’de zeplin ile gözetleme faaliyeti yürüteceğini duyurmuştu. Daha önce sınıra kazılan hendekleri, çekilen dikilen telleri de unutmamak lazım tabi.
Çirkin politikalar
Çok üzücü ama gerçek işte: Dünyanın her yerinde iktidarlar mültecileri kimi zaman dış politikadaki hedeflerinde kullanıyor, kimi zaman çeşitli pazarlıklarda bir koz olarak görüyor.
Türkiye’nin Kıbrıs açıklarında enerji kaynakları sondajı yapılmasına verdiği tepkilerden biri olarak Ege’deki riskli geçişlere göz yumduğu iddiası ya da mültecilerin istekleri dışında sınır dışı edildiği iddiası da; ABD’nin, mülteci barınma merkezlerinde 18 yaşından küçük çocuk ve gençlerin 20 günden fazla tutulmasını yasaklayan yasanın yürürlükten kaldırılması kararı da aynı politikaların sonucu. İnsan haklarını görmezden gelen politikaların…
Trump yönetiminin bu kararıyla ABD’de reşit yaşta olmayan çocuklar artık dışarıya çıkmalarına izin verilmeksizin, süresiz olarak bu merkezlerde tutulabilecek. ABD yönetimi ülkeye resmi yollardan girmeyen mültecileri sınır dışı etmek istediğini sürekli söylüyordu.
Türkiye’de de resmi olarak kabul edilmese de mültecilerin sınır dışı edilmesi uygulaması sürüyor. Oysa bu uygulama İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile 1951 Cenevre Sözleşmesi ve ek protokol ile düzenlenen sığınma hakkı ve sınır dışı etme yasağının ihlali anlamına geliyor.
Yunanistan’da da mültecilere karşı kötü tavır artıyor. İnsan hakları kuruluşu Human Rights Watch (HRW/İnsan Hakları İzleme Örgütü), 2018 sonundaki raporunda, Türkiye sınırındaki Meriç bölgesinde görev yapan Yunanistan güvenlik güçlerinin mültecileri düzenli olarak sorgusuz sualsiz Türkiye’ye geri gönderdiğini açıklamıştı. HRW’ye göre, mültecilere yönelik, dayak dahil kötü muamele iddiaları da artmıştı.
Yabancı korkusu
Büyük bir haksızlık olsa da dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde mülteciler her türlü kötü gidişatın sorumlusu kabul ediliyor. Yükselen ırkçı tepkiler birçok zaman cinayetle bile sonuçlanabiliyor. Ne yazık ki büyük bir mülteci nüfusu barındırdığıyla övünen Türkiye’de de benzer bir durum var.
Felsefeci Richard Kearney’in ‘‘Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar’’ adlı kitabındaki sözlerini hatırlamamak mümkün değil:
“Huzurumuzu bozan bir başkalıktan aslında bizzat sorumlu olduğumuzu kabullenmek yerine, suçu üstümüzden atmak için her yolu deneriz. Başlıca yollardan biri, başkalarını ‘yabancı’ diye yaftalayıp günah keçisi ilan ederek hayatımızı kolaylaştırma çabasıdır. Böylelikle kurbanlık yabancıyı bir canavara (…) dönüştürürüz.”
Göç zamanı
Dünya bir kez daha büyük göçlerin yaşandığı bir dönemde.
Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) 2018 sonu verilerine göre, dünya genelinde geçen yıl 4 bin 476 kişi göç ederken hayatını kaybetti. Dünyada 68,5 milyon kişi yaşadığı ülkeden ayrılmaya zorlandı. Bunların arasında yarısından fazlası 18 yaşın altında olan yaklaşık 25,4 milyon mülteci bulunuyor. Ayrıca yaklaşık 10 milyon vatansız insan var.
IOM, 2018’deki raporunda insanların göç etme nedenlerinin başında çatışma ve kötü ekonomik koşullar geldiğini bildirmişti. Şiddet ve çatışma temelli göçlerin artış eğilimi hâlâ sürüyor.
Göçlerin sorumlusu kimi zaman savaşlar, kimi zaman iklim krizi, kimi zaman yaşamsal kaynakların yetersizliği olabilir. Ancak son analizde, bunların hepsi insan kaynaklı krizler, felaketler. Mültecileri günah keçisi olarak görmek yerine, günahın bizde olduğunu kabul etmek zorundayız. Biz istesek de istemesek de göçler dünyayı değiştirecek. Eldeki kaynaklar ne ise herkes payını almak için harekete geçecek. Bu dünya herhangi birimize ait değil. Hep beraber, paylaşarak yaşamanın yolunu bulmak zorundayız.
Mülteciler ve ev sahibi toplumların uyum içinde, birlikte yaşayabilmesi için entegrasyonun yukarıdan aşağıya dayatılan tek yönlü bir eylem olarak düşünülmemesi, karşılıklı kabule odaklanan politikalar geliştirilmesi gerekiyor. Dahası medyanın bu yönde eğitilmesi, kullandığı dili değiştirmesi, haber perspektifini insan odaklı kılması bu politikaların hayata geçirilmesinde önemli.
Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar’da Kearney, “Ötekinin öteki olmasına izin vermek kolay bir iş değil elbette” der. Sonra Julia Kristeva’ya verir sözü: “Fundamentalizm türleri gibi milliyetçilik türleri de bu şiddeti gösteren hassas, şeffaf ekranlardır; zira tek yaptıkları bu nefreti ötekiye, komşuya, rakip etnik gruba yöneltmektir. Medeniyetin büyük görevi, bu nefreti yenmek için mücadele etmektir.”