MAHMUT FARİS OMAĞ

Yeşim Yeliz Egeli

Işığı soluyan nur yüzlü kutup ‘yıldız’ı MAHMUT FARİS OMAĞ
İş yüzünden kalp krizi geçirecek kadar işkolik ama eşini alıp İtalya’da bir adaya yemeğe gidecek kadar hayata bağlı; Mevlevilik kültüründen aldıkları ve yıllarca Amerikalılar’la çalışarak edindikleri ile hem dünyevi yanı hem de felsefi boyutu olan ruhu özgür bir gönül adamı… [membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]Mahmut Faris Omağ hayatında hep “iyi insan” olmaya özen göstermiş, hayatın tesadüfleri de onu hep doğru yöne taşımış. Denizcilik sektöründe “claim handler” (hasar uzmanı) olmanın ne demek olduğuna dair tecrübeleri, daima kuzeyi gösteren kutup yıldızı gibi okuyanlara yol gösterecek

Mahmut Faris Omağ, İstanbul’un en seçkin semtlerinden Nişantaşı’nda, 1942 yılında doğdu. Anne tarafı Trakyalı bu nedenle kökeni, Fatih’in vezirlerine kadar gidiyor, baba tarafı ise Kırımlı. Hayatı anlamlı tesadüflerle dolu biri. Mesela aralık ayının ortasında doğduğu için, askerlik döneminde rahat etsin diye nüfus kağıdı sonraki yıl ocak ayında çıkartılan bir çocuk olarak, Nilüfer Hatun İlköğretim Okulu’na kaydolmaya gidince, yaşı küçük olduğu için kapıdan çevrilip, ikinci şansını deneyerek, Şişli Terakki’ye kaydediliyor. Üçüncü sınıfta anlaşılıyor ki, Nilüfer Hatun’da Türkçe eğitim varken Şişli Terakki’de İngilizce öğrenimi başlıyor! Tek başına bu tesadüf bile yaşıtlarına karşı avantaj yakalamasını sağlayarak, ileride iş konusunda başka şanslı başlangıçların kapısını açıyor. Nişantaşı’nda geçen bir çocukluk ve 1986 yılına kadar uzun yıllar ikamet ettiği bu semt, eski İstanbul’a dair satırbaşları ile dolu… Mesela bugün sürekli araçların tıkanıp kaldığı muhitte, 1950’lerde yani tramvay varken bile aynı trafik yoğunluğu yaşanması oldukça şaşırtıcı… Üniversitede matematik derslerinde zorlanınca okulu bırakan Omağ, yedek subay öğretmenliği yapmış. Asker dönüşü dayısının bir tanıdığı vesilesiyle, Amerikan Hava Kuvvetleri’nin Karamürsel’deki tesislerinde araç yedek parça kontrolörü olarak işe başlamış ve terfi ede ede yükselerek 16 buçuk yıl sonra Amerikan Hava Kuvvetleri’nden istifa edip ayrılmış. Tekrar İstanbul’a gelme sebebi, eşinin kızlarını Şişli Terakki’de okutmak istemesi… İstanbul’a gelince, Deniz Nakliyat genel müdürüne sadece bir çay içmek için uğrayıp yine tesadüfen denizcilik sektörüyle tanışmış. Cezmi Biren’in genel müdürlük yaptığı yıllarda, Deniz Nakliyat’ta her masada birer ay çalışarak acenteliğe yoğunlaşan Mahmut Bey, bir süre sonra başka bir teklif alıp Amerikan Konsolosluğu’na geri dönmüş. Denizcilik hayatında özellikle İngilizce bilmenin faydasını gören Mahmut Faris Omağ, Amerikan kültürü ile Türk kültürünü karşılaştırdığında özellikle çalışkanlığın üzerinde duruyor. O günleri, “Amerikalılar’da bizim Türk sistemi yok. Bizde bir işyerine girersin, hasbelkader 3 sene çalıştıktan sonra otomatik olarak terfi edersin, onlarda ise çalışıp kendini göstermen gerekiyor. Ben ilk işe başladığım zamanlarda az Türkçe bilen bir şefim vardı. Bana ‘Çalışacaksan, işin varsa masanda işini yap, çalış ama işin yoksa sakın ha klasörleri masana yığıp da bana çalışıyor numarası yapma. İşin yoksa at ayaklarını masaya, radyo dinle ama iş varken iş yapacaksın’ dedi. Onlar, çalışanları buna bakarak terfi ettiriyor” diye anlatan Mahmut Bey, denizcilik sektörüne başladığı ilk yıllarda, kendisinden ceket önü ilikli gezmesini bekleyen yöneticilerine kolay adapte olamıyor. Bugünkü gençlere önerisi ise, göstermelik saygı değil gerçek iş disiplini ve verimlilik!
Mahmut Faris Omağ, 1982 yılından 2006’ya kadar, Vitsan’da oldukça mutlu şekilde çalışıp son zamanlarında kurumla fikir ayrılığı yaşanınca ayrılma kararı almış. Vitsan dönemini, “İşimi ve çalışma arkadaşlarımı seviyordum. Şirketin çalışma şartları, alışmış olduğum Amerikan sistemine uygundu. Hiyerarşi yoktu. Mesela Aret’le (Taşcıyan) beraber çalıştım yıllarca… Hepimizin görüşü aynıydı. Önünü ilikle, kravatını düzelt, bunlar yoktu! Herkesin işi, kendi mesuliyetindeydi” diye anlatıyor ve bugün de aynı sistemde çalışmaya devam ettiklerini belirtiyor. “Biz orada Emin’le (Yaşacan) beraber çalışıyorduk. Ben ayrılınca o da ayrıldı. Birlikte Kuzey Marine’i kurduk. Şirketin ismi Emin’in oğlunun adından geliyor: Kuzey ve kutup yıldızı… Bir yol gösterme anlamı barındırıyor. Şirkette 6 kişi çalışıyoruz.” Hasar uzmanı olmak, denizcilik kadar sigorta ve hukuk bilgisi de gerektiren önemli bir sorumluluk. Mahmut Bey, bu işin altından başarıyla kalkabilmesinin sırrının tecrübe olduğunu anlatıyor. “Her bir olay yeni bir tecrübe… Mesela Amerikan veya İngiliz kanunlarına bakın, yazılı birşey yoktur. Bizdeki gibi maddeler, fıkralar göremezsiniz. İngiltere’de bir hadise oluyor, lord karar veriyor. Bizim işlerimiz de buna benziyor. Kanun da var ama olayın önemli olan yorum tarafı da var.”“Eşimle aşk evliliği yaptım”
Bir hayatın özeti, yanlızca iş olabilir mi? Hele ki, Mahmut Omağ gibi renkli birinin hayatı… Bir zamanlar iş çıkışı Krepen’de içki içip keyif yapmayı, dostlarına fıkralar, hikayeler anlatmayı seven hatta yabancıların ona saçı, sakalı, neşeli mizacı nedeniyle Noel Baba adını taktıkları Mahmut Bey, sedef hastalığı, romatizma, hatta kalp krizi gibi kimi sağlık sorunları nedeniyle yakın zamanda alkolle yollarını ayırmış. Özel hayatında ise son eşiyle aşk evliliği yapmadan önce iki imza daha var. Bu açıdan kendisini biraz babasına benzetiyor ve “Üç kez evlendim. Babamın şanını sürdürdüm. Ben babamın ikinci eşinden oğluyum. Kendisi annemle ayrıldıktan sonra tekrar eski eşi ile evlendi ve o eşinden de 3 tane kız, bir tane erkek kardeşim var. Ben ilk eşimle 1968 yılında biraz tesadüflerle evlendim. Babam ile annem ben küçükken ayrılmışlar, ben babama kızıyordum. Anneannem, ‘babana neden kızıyorsun, annenle evlenmesi senin dünyaya gelmen için sebep oldu’ derdi. Sonradan ben de aynı şeyi düşündüm; herhalde kızımızın dünyaya gelmesi için bir sebepti bizim evliliğimiz… İkinci eşimle severek evlendim ama sonra tartışmalar baş gösterdi. Ama üçüncü eşim, Aynur Hanım’a aşık oldum. Hâlâ devam ediyor aşkımız! İlk eşimden olan kızım Aslı Omağ, tek çocuğum… Aslı, ilkokulu İngiltere’de okudu, annesi ile beraber bir müddet orada yaşadı. Sonra buraya dönüp Nişantaşı Kız Lisesi’ni ve konservatuarı bitirdi. Harbiye Tiyatrosu’nda opera yaptı, Haldun Dormen’le çalıştı. Şu an, koloratif soprano oldu. Mesleğinde yıldızı parladı ama işin doğrusu bizim pek yıldızımız barışmıyor. Çünkü ne zaman bir araya gelsek, birşeyler hemen ters gitmeye başlıyor.”Bahri Mete ile yelkende heyecanlı yarışlar…
Özel hayatı biraz babasını andıran Omağ, deniz tutkusunu ise daha çok dedesinden almışa benziyor. Armatörlük yapan dedesinin gemileri Zonguldak’ta batmış. 2 bin küsür gross tonluk, 1923 yapımı geminin batma hikayesi, Lloyd’s of London’ın arşivindeki kitaplarda yer alıyor. Nişantaşı’nda otururken yazları vaktini Bebek’teki Galatasaray Kulübü’nde geçiren Mahmut Bey, Yüksek Denizcilik Okulu’na girmeyi istese de denizcilikle tanışması sonraki yıllarda olmuş. “1959’da Nişantaşı’ndan Bostancı Altıntepe’ye taşındık. O zamanlar daha doldurulmamıştı oralar, deniz kenarıydı. Ufak çırçır tekne vardı. Benim tekne sahibi olmam da tesadüfen oldu. Kendime bir tane pirat yaptırmıştım. Yarış teknesi… ‘Bu tekne, yaşına başına uymaz, ufacık bir tekne bu’ dediler. Pirat da 7 metre yalnız… Sonra bir haber geldi, Fransa’dan Jeanneau marka bir tekne satılık diye. Durup dururken bunu aldık. Adamın biri tesadüfen arkadaşım çıktı ve bana kredi ayarladı. Krediyi aldım, üç senelik kredi ile Jeanneau marka 9 metrelik yelkenli sahibi oldum. İki yatak odası, salon salomanje yani… 1959 yılından beri yelken yapıyorum. Bahri Mete iyi dostumdur, yarışlara onunla katıldık. Bahri iyi dümen kullanır, ben sıkılıyorum. Onun teknesi ile girdiğimiz yarışlarda, bayağı da heyecanlı kupalar kazandık. Bir defasında benim tekne ile katıldık. Sarayburnu’ndayız. Ben, 8 bofor havada teknenin batıp parçalandığını biliyorum. Biz 7,5-8 bofor havadayız. ‘Yarışı bırakalım’ dedim. Bahri dümende, resmen elleri patladı! Önce “yarış bırakılar mı” dedi, kızıp kabul etmedi. ‘Camadan vuralım, yelkenleri ufaltalım’ dedim. “O erkekliğe sığmaz” dedi. O zaman, ‘Öyleyse ben yarışı bırakıyorum, tekne parçalanacak, ödeyecek misin bana parasını’ diye isyan ettim. Sonunda yarışı bıraktık. Ama çok iyi yarışlar çıkardık birlikte…”

‘Claim’ stresinden bir damarımdan oldum!

“Ben hayatımda hep kendi kendimle yarıştım ve kendi kendimi takdir ettim. Ben bir claim’i handle ettiğimde başarılı olduğum zaman, helal olsun Mahmut, bitirdin bu işi, diyerek kendi kendimi tebrik ederim. Geçenlerde yine öyle bir olay oldu; kimsenin alamadığı bir claim’i aldım. Ben kendimi sınadım, kendimi tatmin ettim, yine ben takdir ettim; bitti, gitti. Biliyorum ki armatör beni takdir etmeyecek. Etmedi de nitekim… Buna benzer pek çok örnek yaşadım. Mesela bir tanesini anlatayım. Kaliforniya’dan bir pirinç gemisi gelmişti. Alabandaları boyamışlar, pirinçler yapışmış! Gemi İskenderun’a gelecek, orada paketleyecekler. Bütün gemiyi refuse ettiler. Yani kabul etmiyorlar. Oysa pirinçler yapışmış ama tümü pis değil. Ortada temiz pirinç de var. Biz garanti mektubu getirdik, onu da kabul etmiyorlar. Pirincin kullanılabilir yeri de var… Pirincin kötü tarafını ayırıp, kullanılabilir olanı almalarını, ziyan için de kulüpten parasını almayı teklif ettim. Bunu da kabul etmediler. Bu arada, bizim patron İlkay (Bilgişin) baskı yapıyor, işi bitir diye! Karşımdaki şirkette, her şeye hayır diyen de genç bir çocuk; ‘sürekli, bunu patron kabul etmez!’ diyor. Sonunda, ‘Sen genç bir serserisin, patronuna şirin gözükmek için bunu yapıyorsun ama bu işin raconu budur, şunun temiz kısmını al, pis kısmının parası ne kadarsa ödenecek!’ dedim. Bu olay beni hastanelik etti. Bir ay sonra hastaneden çıkınca, ‘o iş ne oldu?’ diye sordum. Meğerse karşımızdaki şirketin patronu devreye girince, ‘neyin kavgasını yapıyorsunuz, temizini alın, pisini bırakın, onun da parasını alın’ demiş. Aklın yolu bir yani… Sonra da genç çocuğu işten çıkartmışlar. O patrona şirin görünecek diye işinden oldu, ben kalp krizi geçirdim, bir damardan oldum. O akşam Pangaltı’da bir meyhanede içiyoruz. Bütün gün boyunca midemde oturan bir kurşun var sanki! İş stresinden öyle hissediyorum. Akşam rakı masasına oturdum, bir kadeh rakıyı içtim, vücudumdan soğuk terler akıyor! Lavaboya gittim, aynaya baktım yüzüm bembeyaz! Ermeni bir akordiyoncu vardı, beni görünce ‘Mahmut abi, öbür tarafa gidoorsun, bir kadeh daha at, yoksa öloorsun’ dedi. O akşam beni yaka paça hastaneye kaldırdılar.”
Mahmut Faris Omağ’ı tanıyanların onu tanımlarken ilk söyledikleri sıfatlardan biri de iyi bir gurme olduğu… “Yemek yemeyi severim, sadece yemek yemek için yurtdışına giderim. İtalya’da, Venedik’e eşim ile gitmeyi severim. Orada Burano diye bir balıkçı adasında ve Baltık ülkelerinde deniz mahsülleri yemeyi çok severim. Artık by pass geçirdiğim için herşeyi yiyemiyorum ama aslında kebaptan da hoşlanırım. Yine Yeniköy’de Aleko’nun meyhanesi vardı. Soba başında içerdiniz, yukarıda Manika midye dolmasını yapar, aşağıya sallardı. Üstüne tanımadığım bir yer de Küçükyalı’da Balıkçı adındaki restauranttır. Onun yaptığı balığı, servisi başka yerde görmedim.”Sigortacı havasında değilse ödeme yapmıyor
Sigortacılar Mahmut Bey’i pek sevmez. Sektörde hep armatörün tarafında olduğu söylenir. Mahmut Bey bu yorumlara, “Benim armatörün aleyhine bir mizacım yok. O yüzden hep armatör tarafındayım. Bu yüzden kulüpler sever beni. Armatörler de başları belaya girdiği zaman severler” diye yanıt veriyor. Ve ekliyor: “Haksızlığa gelemem. Armatörler için hakikaten saçımı süpürge ettim. Claim’ler yüzünden kalp krizi geçirdim, by pass oldum. Uykusuz geceler geçirdiğim, yatağın içinde döndüğüm çok olmuştur. O armatörler de bu söylediklerimi inkar edemezler. Bunlardan da pişman değilim. Belki vücudumdaki adrenalin yükseliyordu, sağlığımdan birşeyler gittiğini hissediyordum ama kendime konduramıyordum. İşin, sağlığımı etkileyecek noktalara geldiğini kalp krizi geçirince fark ettim. Bizim işimizde olayı tarafları memnun edecek şekilde bitirmek lazım. Yabancının ruhunu da anlamak gerek. Çünkü yabancılar çok değişiktir. O andaki ruh hallerine, yani modlarına göre hareket ederler. Bugün Türkiye’deki sigortacılar da öyle bence… O gün eğer modundaysa zararı öder ama değilse ödemez, bin dereden su getirir. Sigortacılar bunu kabul etmiyor ama işin aslı öyle.”

“Mevlevilik bana efendi olmayı öğretti”
Mahmut Bey’le konuşurken insanın aklına bütün hayatı boyunca nasıl şanslı tesadüflerin onu bulduğu, hiçbir şey için hırslanmadığı halde nasıl başarılı olabildiği sorusu geliyor. Büyük ihtimalle bunun yanıtı, dünya hayatına ve işlerine bağlılığı kadar, inancının da kuvvetli olmasında yatıyor. Belki de bu yüzden yazıyı, şeyhliğe kadar yükselme fırsatını yakaladığı Mevlevilik inancı ile bitirmek en doğrusu olacak: “1957 yılında Nişantaşı’nda otururken, daha okula giderken tanıştım Mevlevilik ile… Bizim aile, anneannem, dayım hep Yenikapı Mevlevihanesi mensubuydu. Oraya gide gele ben de semah öğrenmeye başladım. Semah öğrenmek, çıplak ayakla tahta üzerinde dönmektir, bir de çivi var ortada. Pirinç bir çivi çakılıyor tahtaya, tuzluyorsunuz çiviyi, ayak başparmağı ile yanındaki parmağın arasına alıp dönmeye başlıyorsunuz. Dönerken baş parmak su topluyor, o tuz yarayı dağlıyor ve parmak nasır bağlıyor. Önceden çıplak ayakla semah ediliyordu, bu yüzden ayağın nasır tutması gerekir. Hal böyle olunca ben başladım her sabah 45 dakika semah açmaya. Ondan sonra tekleye tekleye okula gidiyordum. Allah’tan okul yakındı da evden çıkınca üç dakikada ulaşabiliyordum. 1954 yılında Konya’ya Şeb-i Aruz’a gidip gelmeler başladı. Ben ilk defa ailemle birlikte 1957 senesinde gittim. Orada ben kütüphanede semah ederken, dayım, mevlevi semazenler yetiştirmeye başladı. Bugün Türkiye’de kaç kişi dönüyorsa hepsi onun yetiştirdiği öğrencilerin öğrencileridir. Yine bir tesadüf anlatayım: Konya’ya Şeb-i Aruz’a gittiğimiz bir sene dayım hasta oldu. Kendisi o zaman semazenbaşıydı, yani bütün semahı idare ediyordu. Benim de doğumgünüm. Bir 14 Aralık günü, Sadettin Heper adında, Kudümzen başı olan hocaya gidip dayımın hasta olduğuna dair haberi ilettim. Tamam, giy sikkeni, sen semazenbaşısın dedi. Birdenbire 14 Aralık günü semazenbaşı oldum. Bir zaman sonra Konya’yı bırakıp Galata Mevlevihanesi’ne gitmeye başladık. Tabii, ben semazenbaşıyım, dayım da şeyh. Bir gün yine 14 aralık, dayım hasta oldu. Yine bir hafta semah ediyoruz mevlevihanede. Hasta olduğu için çıkamayacağını söyledi; okudu, üfledi, bana icazet verdi ve ‘şeyh sensin’ dedi. Ben bunu yapamayacağımı, kaldıramayacağımı düşündüm. Çünkü o postun üzerinde durduğunuz zaman Hz. Mevlana’yı temsil ediyorsunuz. Orada oturan adamın semahı bilmesi lazım geldiği kadar esasında mesneviyi de bilmesi lazım. Ben semahaneyi teknik olarak da çok iyi biliyorum. Dayım hep “ben 10 numaraysam Mahmut 9 numara” derdi. Semazenbaşı duasını, semahı çok iyi bilirim gerçekten. Fakat orada ayakta durduğun vakit, Hz. Pir’i temsil ediyorsun. Ben kendimi o kadar göremiyorum. Mesela Abdülbaki Gölpınarlı’yı gördüm, onu yaşadım, ben onun gibi olamam ki! Hilafet almıştı, çelebiydi, ben kendimi onunla kıyaslayamam ki! Mevlevilik tarikatı her ne kadar semah etmek olsa da aslında sohbet tarikatıdır. Diğer tarikatlarda zikir vardır, öyle deşarj olurlar. Halbuki mevlevilikte semah ederek dolarsın, semahtan sonra sohbet ederken deşarj olursun. Semah ederken bağırıp çağıramıyorsunuz, gayet yavaş bir şekilde Allah Allah deniyor. Ondan sonra doluyorsunuz tabii. Sonra da konuşarak deşarj olabiliyorsunuz. Semah ederken düşünemiyorsunuz. Bana soruyorlar ne hissediyorsun diye, ne hissettiğimi, ne düşündüğümü düşünemiyorum o şevkle. Tamamen boşluk var. Mevlevilik vakur bir tarikattır. Vakur olduğu kadar burnundan da kıl aldırmaz, fazla hoppalığa, bağırmaya çağırmaya, kendinden taşmaya gelmez. Padişahlarımızın çoğu mevlevidir. Müzisyenlerin, sanatkarların çoğu da mevlevidir. Itri mevlevidir mesela… Abdülbaki Gölpınarlı gibi insanları tanıdım. Onun gibi bir insan bir kez daha kolay kolay gelmez dünyaya. Mithat Buhari, Celal Çelebi gibi adamların dizinin dibinde oturduk. Onlar felsefe yapan insanlardı. Bugün bakıyorum, o insanları tanımam ve mevlevilik kültürü, bana efendi olmayı öğretti.”

[/membership]

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın