Korku hayatın her aşamasında doğumdan ölüme kadar insanın karşılaşacağı evrensel bir hissiyat. Sanıldığı gibi aslında küçülten, insanların aşağılanmasına, mahcup duruma düşmesine sebep olan bir his de değildir aslında.
Hiçbir şeyden korkmam hikâyeleri anlatanlara pek de inanmayın. Su gibi, hava gibi ve hatta sevgi gibi olmazsa olmaz olan bir şey. Belki de en yakın olduğu duygu garip gelebilir ama sevgidir. Ne de olsa ikisi de isteyerek olan şeyler değil istem dışı gelişen duygular. Ne birisi istek üzerine sevilir ne de bir şeyden istek üzerine korkulur.
Genele yayılmış çoğunluğu etkileyen korkular olduğu gibi kişiye özel korkular da vardır. Bir bilim insanı gözüyle değil de sade bir insanın korkuları ve bunların yansımaları üzerine bir bakış açısı sunacağım. Zira çok önceden bu konuda çok kıymet verdiğim bir arkadaşımla konuşmuştuk. “Korkmuyor musun,” diye sormuştu. “İnsanım elbet bu duygu da var ama vicdanım yüreğime Ramazan davulcusu gibi gümbe de güm vurdukça, eylemsiz kalamıyorum ki! Düşünmek önemli bir erdemken düşündüğünü gür sesle ifade etmek insan olmanın en yüce şerefidir. Ben bir Cumhuriyet kadını olarak şerefsizliği onuruma yediremem. Kimi zaman korksam da üzerine gidip o duyguyu içimde boğuyorum.”
Bunca gerginlik varken ülkede yazılacak konu korku mudur?
Evet korkudur. Korkunun panzehiri ise cesarettir.
Tarih boyunca türlüsüne denk gelinmiştir ama günümüzde sıkça duyar olduk. Aman dikkat et her aklına geleni sosyal medyada paylaşma, her uzatılan mikrofona konuşma, aman cumhurbaşkanı aleyhinde sakın bir söz söyleme, sakın her beğendiğin sosyal medya paylaşımını sen de paylaşma, sakın başka bir partiye üye olma, basın açıklamasına katılma orada emniyet kayıt alır, sana mı kaldı bunları yazmak, WhatsApp gruplarında yazdıklarına dikkat et, gösteri ve mitinglerden uzak dur, sana mı kaldı buna tepki göstermek, milletin enayisi sen misin, bak bilmem kim hakkında bile davalar açılıyor senin hakkında kim bilir neler yaparlar, haklısın ama başın belaya girer, Silivri soğuk vb. uzayıp giden korku dolu uyarılar.
Bunların çoğu dillere pelesenk, hayatın parçası oldu. Demokrasilerde insanlara verilmiş en büyük nimet düşünce ve ifade özgürlüğü değilmiş gibi bir iklim oluşturuluyor. Korku fırtınası toplumu esir almış “sana olmazsa çocuklarına olur, iş, aş dahi bulamazlar” boyutuna gelmiş olan bir yaklaşım. Ve buna çeşitli örnekler üzerinden kendine göre doğruluk payı çıkarmış olmaktan dolayı teslim olmuş bir toplum.
Sokaklarda ve telefonlarda anketler yapılıyor bakın çekimser kalanların sayısına, neredeyse ankete katılanların yarısı ya da düşündüğünden farklı olarak cevap verenlere ne demeli? Anketlerde bile düşündüğümü söylersem başım belaya girebilir endişesi taşıyan bir toplumun demokrasinin gereği olan düşünce ve ifade özgürlüğünü kullandığı söylenebilir mi?
Korkmaktan korkulmamalı… Korkuya esir olmaktan korkulmalı…
Maalesef geldiğimiz nokta tam da budur. Korku hayatın her aşamasında olabilecek bir husustur. Korku olmadan cesaret olur mu? Korkuya karşı hareket edebilme, o korkunun üzerine gidebilme yeteneğinin adıdır cesaret. Korkaklık diye bir şey yoktur aslında cesaretsizlik vardır. Korkaklık denen şey cesaret eksikliğinin kronikleşmiş hâli olan sindirilmişliktir. Sindirilmiş, pısırıklaştırılmış, konforlu alanına hapsolmuşlara kısa vadede hiçbir şey olmaz. Kısa vadenin galibi kazananı bunlardır. Süreç içinde kazananlar insan onuruna yakışır şekilde hareket eden önlerde mücadele edenlerdir.
Eğer Atatürk ve silâh arkadaşları kendi hayatlarının kaygısına düşmüş, birazcık korkunun esiri olsalardı bugün Türkiye Cumhuriyeti ve Türklerden bahsetmek mümkün olmazdı. Tarihin kaybolan milletlerinden biri olarak yerini almış olurlardı. Fakat onlar süslü elbiseler içinde Osmanlı paşası olmanın keyfini değil inandıkları doğrular tarafında mermi yağmurunun içinde olmayı seçmişler, canlarını ortaya koymuşlar. Fedakârlık ve risk alınmadıkça, kaygı seviyesi düşürülmedikçe herhangi bir şekilde umut ve başarının gelmesini beklemek hayâlcilikten öteye geçemez.
Problem çözmenin en kolay ve akılcı yöntemi problemleri temelinde basite indirgemektir. Bir meseleyi çok karmaşık ve zor olarak görür, basite indirgemezseniz çözüm de o kadar zor olur ve hatta olmaz. Kolay olanı çözmek tercih edilmelidir. Kaygı, endişe ve korktuğunuz şeyleri de basite indirgeyin. Kimlerin ve nelerin sizi nasıl korkuttuğuna bir bakın. Bunların sizden ne üstünlüğü var ve bunlar sizi korkutabilecek nitelikteler mi? Bunlardan korkmak onur kırıcı değil mi? Kenara çekilip bir şeyler yapmaya çalışanları sinsice çoğu zaman sesi duyulmayacak şekilde alkışlamak insan onurunun neresinde var? Bu hâlinizle mi gençlere, çocuklara örnek olacaksınız, bu hâlinizle mi şanlı atalarınıza layık olacaksınız? Bugün bir grup tarafından sindirilenler yarın başka bir grup tarafından sindirilir hâle gelebilirler. Ve sonunda savrulan, ezilen, sindirilen biri ortaya çıkmış olur ve bunun farkında dahi olmazsınız.
Neden böyle bir yazıya gerek duyduğuma gelince. Bireysel olarak zaman zaman çok yersiz tepkiler gösterebilen bir toplumun tepki göstermesi gerektiği yerde kaygılarının esiri olması ve sessiz kalması, toplumun büyük çoğunluğunun aynı fikirde olduğu zamanlarda dahi küçük bir grubun sesini daha çok çıkararak haklıymış gibi hareket etmesi ve büyük grubu baskı altına alması, çok önemli konularda dahi zaman zaman ölüm sessizliğinin egemen olduğu ortamların olması bir toplum için sağlıklı, kabul edilebilir durumlar değil. Bir olaya sessiz kalmamak sokaklara çıkıp naralar atmak değildir. Demokrasi buna o kadar çok yol açmış ki bu yollardan istifade vatandaşlık ve nihayetinde insanlık hakkıdır.
Bir sözü uyarlayarak yazayım. “Bir ülkede haklı olanlar haksız olanlar kadar cesur olmazsa o ülkede kötülerin egemenliği kaçınılmaz olur.”
Geçtiğimiz günlerde andığımız, Atatürkçülüğü özümsemiş büyük vatansever gazeteci yazar Uğur Mumcu’nun da dediği gibi “İnsanlar sadece konuştukları şeylerden değil sustukları şeylerden de sorumludurlar”. Belki de en ağır olan şey bu olmalı. Çünkü hesap verilen yer nereye gitseniz sizinle gelen, hiçbir zaman çıkarıp atamayacağınız vicdanınızdır.
Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olarak hissedarıyız. Hepimizin seçtiğimiz idarecilerden (ve dahi yurttaşımızdan) beklentisi millî servetin artırılmasına ve refahın adil şekilde her bir yurttaşımıza yayılmasına (ve dahi doğacak evlatlarımız için) nitelikli, saygın öncülük edilmesinin güvence altına alınmasıdır.
Tüm yurttaşların kendi nitelikleri ölçüsünde paydaş olmadığı bir sistemde “iyi yönetim” mümkün değildir. İyi bir yönetimi sesli olarak talep etmek ise her onurlu Türk vatandaşının Anayasal ve insanî hakkıdır.
Tek Kahramanım ebedi Başkomutanımız Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919’da söylediği özlü sözünü hatırlatmak istiyorum.
“…vatani işlerde ölmek söz konusu olabilir. Lakin korkmak asla.”
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.