Köpekbalıklarını nasıl bilirsiniz; Jaws filminden mi, Sait Faik öyküsünden mi? Canavar mı, balık mı? Onlar mı bizi yiyor, biz mi onları? Konuşabilseler denizlerde yuttukları plastiklerle ilgili bize söverler mi? Diğer balıklar gibi sayıları her gün hızla azaldığına göre gelecek nesillere onları nasıl tanıtacağız?

Sinema dünyasının en başarılı yönetmenlerinden Steven Spielberg’in ilk hangi filmi aklınıza gelir bilemem ama hemen herkes 70’li yıllarda çektiği, efsaneleşmiş, sonradan devam filmleri de çekilen Jaws’ı biliyordur herhalde. Spielberg yakın zamanda katıldığı, BBC Radyo’daki bir programda bu film için “Şimdi olsa çekmezdim” demiş. Filmde köpekbalıklarını tehlikeli göstererek nüfuslarının azalmasına sebep olduğunu düşünüyormuş. Hatırlanacağı gibi Jaws, huzurlu bir sahil kasabasının kıyılarını kana bulayan dev bir köpekbalığıyla mücadelenin anlatıldığı bir filmdi. Spielberg filmin etkisini abartıyor olabilir elbette ama bu konudaki suçluluk duygusunda yalnız değil. Filmin uyarlandığı kitabın yazarı Peter Benchley de benzer bir ruh halinde olsa gerek ki, o da köpekbalıklarının korunması için kampanyalara katılmış. “Bugün olsa o kitabı yazmam çünkü köpekbalıkları insanları hedef almaz ve kesinlikle kin beslemez” diyor Benchley.
Jaws’ın yazarının sözlerine yer verilen haberde, ünlü Nature dergisindeki bilgilere atıfla 2021’deki bir araştırma da hatırlatılıyor. Buna göre, aşırı avlanmaktan kaynaklanan nedenlerle dünyadaki okyanus köpekbalığı ve vatoz nüfusu yüzde 71 oranında azalmış.
Malum, günümüzde aşırı avlanma sadece köpekbalıkları için değil, her tür canlı için büyük tehlike haline gelmiş durumda. Endüstriyel balık avcılığı balık türlerinin sağlıklı bir şekilde devamını sağlayacak şekilde yeniden üremesine imkân vermiyor. Ekosistem ve balık “stokları” kendini yenileyebilme yeteneğini yitirmek üzere, hatta kimi uzmanlara göre “sınır geçileli çok oldu”. Geçen ay bir balıkçılık aktivisti Türkiye’den söz ederken Marmara’da, İstanbul Boğazı’nda balık çeşitliliğinin ne kadar azaldığını ve ağlarla yapılan balıkçılığın balıkların üremesine nasıl imkân tanımadığını anlatıyordu.
Elbette haklı bir uyarı bu. Denizlerimizdeki balık stoğu da türlerin çeşitliliği de çok azaldı. Oysa bir zamanlar ne çok türden söz edilirdi. Mesela usta öykücü Sait Faik’in eserlerinde, ki Faik 1954’te hayata gözlerini yumduğuna göre, gayet yakın bir geçmişte, çeşit çeşit balıktan bahsedildiğini okuyoruz. Yazar-çizer Turgut Yüksel bu konuda yazdığı bir yazıda, Sait Faik’in öyküleri üzerinden o dönemin balıkçılığına dair arkeolojik bir çalışma yapıp şu balıkların avlandığını anlatıyor: Lüfer, torik, istavrit, kıraça, karagöz, kolyoz, iskorpit, sperka, hanos, sardalye, uskumru, dülger, çinekop, kırlangıç, palamut, ispari, barbunya, sinarit, mercan, sarıkanat… Kabuklulardan ise ıstakoz, midye ve kerevit çıkartılırken, tezgâhlarda da karides, pavurya ve tarak ile tatlısu balıkları oklama, cılpık ve hosgün bulunuyormuş.
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Sait Faik’i anlattığı “El ile gelen” yazısına bakılırsa, trakonya da varmış. “Sait bir eli ile bileğini sımsıkı yakalamış hem yürüyor hem de birbiri arkasından korkunç küfürler savuruyordu: Dragonya, namussuzum dragonya, zehirli balıkların en namussuzu. Ulan şu kadar millet arasında sen gel de beni ısır. Vay canına yandığımın işi.”
Balıkçılıkla ilgili Türkçe’de yayımlanmış en önemli kitaplardan biri olarak kabul edilen Karekin Deveciyan’ın Türkiye’de Balık ve Balıkçılık adlı çalışmasında, trakonyadan bahsedilirken Sait Faik’in acısı teyit edilir adeta: “Bu dikenlerin batması çok acı verdiği gibi bazen ateşin yükselmesine de neden olur. Bundan dolayı trakonyaya yabancı balıkçılar ve halk ‘şeytan balığı’ lakabını vermiştir. Hayvan öldükten sonra bile zehrinin etkisi devam eder. Profesyonel balıkçıların nasırlaşmış ellerine pek tesiri olmasa da oltayla balık tutan amatörler veya derileri hassas olanlar için bu zehir her zaman tehlikelidir; bu nedenle balık ister canlı ister ölü olsun bu dikenlerden korunmak gerekir. (…)
Türkiye’de balıkçıların bu acıyı dindirmek için kullandıkları bir yöntemi de burada belirtelim; bu yöntem diğer zehirli balıkların neden olduğu yaralar için de geçerlidir. Ateşin üzerine sarı zırnık konulur ve yara çıkan dumana tutulur; birkaç dakikada acı tamamen geçer. Ancak bu duman sağlığa zararlı olduğundan, yaralı kişiler dumanı solumamaya dikkat etmelidirler.”
Pamukbalığı
1910’lu yıllarda İstanbul Balıkhanesi’nde müdür, sonrasında balık işleri başmüfettişi olarak çalışan Deveciyan’ın yurtdışında da ses getirmiş bu muhteşem eserinde, o dönem Türkiye sularında yaşayan köpekbalıklarından da söz ediliyor. Deveciyan Türkiye çevresindeki denizlerde görülen köpekbalıkları ile tropik bölgelerdekilerin farklılığını vurguladıktan sonra Türkiye sularındakileri inceliyor.
“Asıl köpekbalığı” diye adlandırdığı cinsin “parlak asıl köpekbalığı” denen bir türü de olduğunu anlatıyor. “Asıl köpekbalığı yumurtlarken, parlak asıl köpekbalığı yumurtası karnında açılan bir balıktır (…) Balıkçılar ve İstanbul halkı bu iki tür arasında hiçbir şekilde ayrım yapmaz. Onlar için bu balıklar her zaman bildikleri köpekbalıklarıdır. Asıl köpekbalığının eti diğer köpekbalıklarına göre daha makbul sayılır.”
Deveciyan’ın bahsettiği diğer köpekbalığı türleri arasında camgöz, harharyaslar, sabanbalığı, boz camgöz, mahmuzlu camgöz ve kedibalığı da bulunuyor. Tabii bir de pamukbalığı. Deveciyan ona Türkçe’de bu ismin verilmiş olmasının nedenini, yumurtalığının ve balık sütünün pamuk gibi beyaz olmasına dayandırır. Ayrıca bu beyaz maddenin yenebildiğinden de söz eder. “Bu madde alınır, suda kaynatılır, sonra da kızartılırsa mükemmel bir yiyecek olur, ocakta ateşe atılmış tuz gibi çıtırdar.”
Böyle okuyunca hiç de Steven Spielberg’in canavar imajlı köpekbalığı gelmiyor insanın aklına. Galiba akılda kalıcı bir köpekbalığı tasviri için sözün gücüne, Sait Faik’in öykülerine, mesela Stelyanos Hrisopulos Gemisi’ne gözümüzü kaydırmak lâzım.
“-Dede… Sen hiç canavar gördün mü?
(…)
-Gördüm, Trifon. Bir kıştı. Toriğe çıkmıştık. Bulunduğumuz nişanda pamukbalığı dedikleri bir canavar olduğunu işitmiştik. Bu balığın yavrusu yirmi-yirmi beş kilo ağırlığında olurmuş diye duyardık. Bu yavruları büyükler, bir tehlike karşısında yutarlar; tehlike atladıktan sonra tekrar kusarlarmış. Düşün Trifon pamukbalığı ne kadar kocaman bir şey. Pamukbalığını o akşam Rüstem Çavuş yakalamıştı. Biz, bütün kayıklar onun etrafını almıştık. Bembeyaz, hakikaten pamuk gibi beyaz bir mahluktu. Yalnız ağzı, görülecek bir şeydi! Belki şu kapı kadar büyük. Dişleri yoktu. Rüstem Çavuş balığın karnına bıçağı daldırınca, bu karnın içinde dört tane dipdiri yavru bulduk. Sonra bu hayvanın yalnızca yavrusu yakalandı mıydı bütün deniz karışır, o cins bütün balıklar sandallara hücum ederler, devirirlermiş. O gece böyle bir vakaya meydan vermemek için kaçmıştık.”
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.