Sahiller de sahil bürokrasisi de pek kalabalık, pek karışık şu günlerde. Kıyılar üzerine yapılan planların neler getireceğinden ürküyor insan. Ne şen anılara, ne güzel seslere, ne ince zevklere mekân olup hayatımıza kattıklarını hatırlasak keşke…
Geçen ay, Türkiye’nin çeşitli sahillerinin özel bir şirket ya da benzeri işlev gören bir kuruma verilmesiyle ilgili haberler pek sık çıktı. Kıyı Kanunu gereğince, sahillerin kamuya ait olduğundan hareketle çıkan tartışmaları okumuş, görmüşsünüzdür. Ben de gördüm. Görünce de aklıma Süreyya Paşa (İlmen) ve onun ismiyle anılan İstanbul Maltepe’deki eski plaj geldi.
Plaj ve paşa üzerine şu vurguyu yapıyordu Uğur Tanyeli, üç aylık İstanbul dergisindeki bir yazısında.
“Paşa’nın 1939’da Süreyya Plajı adlı Türkiye’nin ilk gerçek plaj tesisini kurmaya kalkışması da kazanç güdüsünden çok, kente Batılı bir tesis kazandırma kaygısıyla açıklanabilir. Anlaşılan, geleneksel Osmanlı hayırseverinin düşündüğü kentsel hizmetler yerine, bu kez Batılı kentsel hizmetler getirilmeye çalışılmakta ve onlar da yine geleneksel hayırseverin yaptığı biçimde, kişisel servet aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Kârlılığı çok kuşkulu bir işe, üstelik asıl iş alanı dokuma sanayii olan bir işadamının yatırımda bulunuşunu başka bir biçimde yorumlamak zordur. Açıkçası, Paşa kâr edecek bir kuruluş yaratmayı değil, topluma Batılı bir hizmeti bir hayırseverin tavrıyla sunmayı düşünmüştür. İlginç olan şu ki, Süreyya Plajı hızla gerçek bir malî başarıya da dönüşecektir.”
Aynı yazıya eklenmiş çerçevede Gökhan Akçura’nın verdiği bilgilere göre, Süreyya Paşa Plajı’nda müdüriyet dairesi dışında 80 birinci mevkii, 200 de ikinci mevkii soyunma kabini vardır.
Bir de “mabed” bulunur plajda. Süreyya Paşa anılarını aktardığı Teşebbüslerim, Reisliklerim adlı kitapta plajın simgesi haline gelecek olan o mabedi şöyle anlatır.
“Eski Yunan tarihinde bir Bakireler Mabedi (Tepmple des Vierges) ve bu mabedi ziyaret ve tavaf eden genç ve gelinlik kızların çabuk koca buldukları efsanesinin mevcut olduğu cümle malumdur. Elyevm Avrupa parklarında, su kenarlarında ve sinema filmlerinde tesadüf edilmekte olan mabedin şekli hoşumuza gittiği cihetle, biz de sahilden elli-altmış metre uzakta ve deniz altında mevcut üç-dört büyük kaya parçası üzerinde plajımızın sembolü olmak üzere bu mabet şeklinde altı direk ve bir kubbeden bir deniz mabedi inşa ettik, plajımızı süsledik.”
Soruların dediği
Bu plaj konusu hoştur, kapılıp gider asıl sözümüzü unuturuz. O yüzden kıyılar üzerine aklıma gelenleri yazının şu noktasına bırakayım da sonra hafiflemiş halde plaj yolundan ilerleyelim keyfimizce…
Kamu ne zaman özgür ve yeterince yararlandı kıyılardan, kamu hizmeti gören kurumlar ne zaman ücretsiz biçimde bunun yolunu açtılar?
“Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor” cümlesinin sarf edildiği topraklarda yaşıyoruz. O halde, kamudan ne anlıyoruz; biz kimiz, birbirimize ne anlatıyoruz?
Sahillerde halkın yanı sıra deniz canlılarının da hakları olduğunu göz önüne alıyor muyuz?
Caddebostan Plajı
Plajlardan söz edince anılmayı hak eden birçok plaj varsa da İstanbul’un Caddebostan Plajı’na torpil geçmemiz, hazır Kadıköy tarafındayken garip kaçmaz sanırım.
Refik Halid Karay Üç Nesil Üç Hayat adlı eserinde Caddebostan Plajı’nı anlatırken bu yerin asıl adının Cadıbostanı olduğunu söyler.
“Bostanın denize inen kısmı çoktan uydurma bir plaj haline getirilmiştir. Bir zamanlar sırık domatesi ve enginar yetiştirilen bu sahada artık sırım gibi delikanlılar dolaşmakta ve sakız kabaklarının çiçek açıp bezelyelerin çalılara sarılmalarına mukabil genç kızlar yerlere yatmakta ve birbirlerine dolanmaktadırlar.
Cadıbostanı o derece değişmiştir ki, ismin başındaki ‘Cadı’ sabahlara kadar yollarda dolaşan yarı çıplak karaltı ve kafilelerden dolayı âdeta ‘Cin’e tahavvül etmiştir; ‘Cin bostanı’ ele avuca sığmaz, denize dalar, ağaca fırlar, bisikletten kayığa, kayıktan kotraya atlar, pür hareket mâhluklar ülkesidir.”
Karay, Cadıbostanı’nın deniz yolcuları için bir alışveriş noktası olduğundan da söz eder.
“O tarihte, haftada bir kere İstanbul’dan kalkan, yandan çarklı, bir ufacık vapur, muayyen yerlere uğraya uğraya İzmit’e kadar gider. Fakat uğradığı yerlerde iskele, rıhtım yoktur; açıkta durur, vapura kayıklar yanaşır ve müşterilerle eşya uzak bir yolculukta olduğu gibi zorlukla, bağrışa haykırışa çıkarılır. Cadıbostanı bu duraklardan biridir ve hakikaten bir bostandan başka bir yer değildir. Etraf göz alabildiğine yalnız bağ ve bağlar ortasında tek tük köşkler. Köşkler ya aşıboyalı, yahut kaplamaları siyahlaşmış, boyasızdır. Biricik yol, yine Bağdat Caddesi’dir; ama eski usul, iri iri kaldırım taşlarıyla döşenmiş. Bugünkü çeşmeler yine yerli yerinde: Ayrılık, Selami, Çatal ve Bostancı çeşmeleri…”
Plajın jönü
Bir döneme damga vuran spor yazıları kadar İstanbul aşkıyla da tanınan İslam Çupi zaman içinde plajla birlikte anılan kişileri de anlatır Hey Gidi İstanbul kitabında.
“O tarihlerde Caddebostan Plajı ve gazinosunun kralı, beyazperdemizin en çarpıcı jönü Turan Seyfioğlu idi.
(…)Seyfioğlu plaja gelir gelmez, ‘sarı çakar’a kadar giden ve uzun süren iki üç yüzme maratonu yapar, sonra badem yağı tentürdiyot karışımı, kendi yapımı güneş losyonunu sürer, güneş göğün tavan ortasına gelinceye kadar ‘çekek’in betonunda, boydan boya vücudunu uzatırdı. Saat 12.00 oldu mu Turan Seyfioğlu’nun kararma ve bronzlaşma seansı biter, bol buzlu bir bira bardağına koyduğu renksiz mayii etrafına doluşan arkadaş grubu ile şakalaşarak rahat bir tempoda içerdi.
Bazı günler Turan Seyfioğlu’nun yaz keyfine kendi meslek klanının hatunlarından Neriman Köksal, Şadıman Şın, Pola Morelli gelir, suda ağır şakalar yaptığını bildikleri için, melül bakışlı, fakat özel hayatında devirici yumukları olan bu romantik jönle denize girmezlerdi kesinlikle.”
Çupi haklıdır plajla birlikte Seyfioğlu’nu yazmakta. Bir mekân kent yaşamında da hafızalarda da onu var eden kişilerin izleri olmadan silikleşir büyük ölçüde.
Denizden görünenler
Çupi’nin anlattığına göre, buzlu su görünümlü iki büyük bardak votkayı bitirip rakıya giden Seyfioğlu’nu izlemeyi bırakıp biz sahilde kalalım. Hatta orada da kalmayıp denize açılalım; aklımızı temizlemek, bakışımızı değiştirmek için.
Sait Faik Abasıyanık’ın Papaz Efendi öyküsündeki sıra dışı papazın söylediklerini hatırlayalım…
Güzel sesli balıkçı Antimos’u dinleyip dinlemediğini sorar papaz.
“Dinlemişsindir, ama duymamışsındır. Balık ağı örerken, ağları tamir ederken okur o. Yakından dinlersen bu sesin güzelliğinin farkına varamazsın. Bir iniltiden başka bir şey değildir. Öyle hafif söyler ki, ancak işitilir. Onu dinlemek istiyor musun? O, deniz kenarındaki kulübesinde şarkı söylerken sen bir sandala bineceksin. Şöyle bir on dakika kürek çekeceksin. Denizin ortasında duracaksın. İşte o zaman balıkçının sesini duyabilirsin. Yanında iken duyulmayan bu ses denizin ne tarafına gitsen duyulur. Hem öylesine duyulur ki… Uzun uzun dinlemelisin.”
Belki kıyılarımıza dair doğruyu görebilmek, doğru yerden bakabilmek için de papazın tavsiyesini dinlemeliyiz. “Denizin ortasında duracaksın.”
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.