Kıbrıs meselesi, yalnızca bir ada üzerindeki egemenlik tartışması değil; Türkiye'nin Doğu Akdeniz’deki stratejik pozisyonunun, tarihî sorumluluklarının ve uluslararası ilişkilerinin kesişim noktası. Ancak son dönemde yaşanan bazı diplomatik gelişmeler, bu çok boyutlu sorunun bir başka boyutunu daha gözler önüne serdi: dost ve hattâ kardeş kabul edilen ülkelerin sessizliği ya da daha kötüsü, karşı tutumları.
Türk Devletleri Teşkilatı çatısı altında sıkça yinelenen “birlik, beraberlik ve kardeşlik” söylemleri, Kıbrıs meselesi söz konusu olduğunda sessizliğe bürünüyor. Oysa bu ifadeler sadece kültürel bağlara değil, ortak siyasi duruşa da işaret etmeli. Özellikle geçtiğimiz günlerde Orta Asya Birliği’nin KKTC ve Türkiye özelinde kulandıkları diplomatik olmayan ifadelerin altına imza atılması, ideallerin ne kadar kırılgan olduğunu ortaya koyuyor.
‘Kardeşlik’ iddiasının samimiyeti, zor zamanlarda gösterilen dayanışmayla ölçülür; aksi hâlde bu kavram yalnızca tören salonlarında yankılanan içi boş bir retoriğe dönüşür.
Kardeşlerden gelen sessizlik yankısı
Avrupa Birliği, Orta Asya’daki beş cumhuriyetle (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan) işbirliğini artırmak amacıyla 12 milyar Euro gibi dev bir yatırım planı hazırladı. Yatırım paketi, ulaştırma altyapısı, dijital ağlar, su ve enerji tedariki ile kritik hammadde gibi başlıkları kapsıyor.
Ancak bu yatırımın ön şartlarından biri dikkat çekti: Güney Kıbrıs Rum Kesimi, AB’nin yatırımını Kıbrıs’ın “tek meşru temsilcisi” olarak tanınması koşuluyla onaylıyor. Bu şart, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’yle ilişkiler açısından yeni bir gerilim alanı.
Geçtiğimiz günlerde Kıbrıs dâvâsında saygın bir isim, değerli Sabahattin İsmail tarafından ifade edilenler, özetle Orta Asya Türk devletlerinin, diplomatik temsilcilik düzeyinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile ilişkilerini geliştirme kararı alması, Kıbrıs Türk halkı açısından yalnızca bir diplomatik gelişme değil; duygusal ve politik düzlemde derin bir kırılma anlamı taşıyor. Bu ülkelerle kurulan “Türk Dünyası” ortak paydası, sembolik sınırların ötesinde, tarihî ve kültürel bir yakınlık hissi de barındırıyor. Ancak şimdilerde bu hisler, yerini sorgulamaya ve hayâlkırıklığına bırakıyor.
Bu ülkelerle sınırlı da değil… Semerkant’ta düzenlenen AB-Orta Asya Zirvesi’nde yayımlanan ortak bildirgeye Kırgızistan ve Tacikistan’ın da imza atması, tabloyu tamamlıyor. Bildirgede, Kıbrıs Türk tarafına ilişkin kullanılan ifadeler dikkât çekici: “uluslararası hukuka aykırı ayrılıkçı oluşum”, “BM Güvenlik Konseyi’nin 541 ve 550 sayılı kararlarına bağlılık” gibi söylemler, yalnızca KKTC’nin tanınmaması anlamına gelmiyor, Türkiye’nin Ada’daki varlığının da sorgulanması anlamına geliyor.

Jeopolitik romantizmden uyandıran “işgâlci kardeş” (!) realizmi
Avrupa Birliği’nin bu atağı açık şekilde Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ile Rusya’nın bölgedeki etkisine karşı bir alternatif oluşturmayı amaçlıyor. Orta Asya’daki ülkeler için bu, ekonomik çeşitlenme ve Batı ile denge kurma fırsatı sunuyor.
Bu noktada temel bir soru sorulmalı: Bu tavır, geçici bir çıkar ilişkisine mi dayanıyor, yoksa kalıcı bir dış politika tercihi mi? Göstergeler, AB ile yapılan ekonomik işbirliklerinde milyarlarca Euroluk anlaşmaların belirleyici olduğunu ortaya koyuyor. ‘Jeopolitik romantizm’ yerini hızla “ekonomik realizm”e bırakıyor.
Öte yandan Pakistan gibi bazı ülkelerin BM kararlarını tanımayıp KKTC’ye destek vermesi, hattâ Ürdün’ün bile çekimser kalmayı tercih etmesi, bu konunun sadece “küçük devletlerin büyük güçler karşısındaki çaresizliği” ile açıklanamayacağını gösteriyor.
Bu gelişmeler ışığında, Türkiye’nin şu soruyu kendine sorması kaçınılmaz hâle geliyor: “Türk Dünyası” idealine dayalı dış politika, ne ölçüde karşılık buluyor?
‘Seçim’ vakti
Hatırlayalım: Barış Harekâtı’ndan sonraki yarım asırda defalarca masaya oturuldu. Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı, Birleşmiş Milletler öncülüğündeki tüm çözüm önerilerine açık yaklaştı ancak Rum tarafı, Ada’nın tek sahibi gibi davranmaya devam etti. 2004 Annan Planı süreci bu tavrın en somut örneği. Öyle ki, ‘Plân’ Türklerce kabûl edilirken, Rumlar tarafından reddedildi ama yine de AB üyeliğine kabul edilen taraf Güney Kıbrıs oldu.
Uluslararası toplumun Kıbrıs konusundaki tutumu, yalnızca Kıbrıs Türkleri özelinde değil, evrensel değerlerin kendisine de zararlı. 2004’te Annan Planı’nı kabul eden taraf cezalandırılırken, reddeden Rum tarafının Avrupa Birliği’ne tam üyelikle ödüllendirilmesi, “hukuk” ve “adalet” kavramlarının ne denli seçici uygulandığını gösterdi. Benzer biçimde, BM kararlarının arkasına sığınarak KKTC’yi yok sayan birçok ülke, başka coğrafyalardaki ayrılıkçı hareketleri meşru talepler olarak değerlendirebiliyor. Bu ikiyüzlülük, uluslararası düzenin güvenilirliğini aşındırıyor. Mevcut fiilî durum ise ‘çözüm’ görüntüsünden hâlâ oldukça uzak: Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı yönetim ve iki ayrı egemen irade bulunuyor.
Dış politikada kırılmaların çoğu, âni olmaz, katman katmandır ve birikir. Bugün Kıbrıs Türk halkına mesafeli duran tutumlar, gelecekte daha net pozisyonlara dönüşebilir. Türkiye’nin elindeki seçenekler daraldıkça, daha radikal ve yapısal adımlar atması da bir o kadar olası hâle geliyor.
Türkiye en önemli soruyu ‘kendine’ açık ve net şekilde sormalı: Gerçekten yalnız mıyız, yoksa yeni bir yol çizmenin zamanı mı geldi?
Bu haberin/makalenin/çevirinin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.