
Her insan korkuyla bağlandıklarının kurbanıdır biraz. Tam da bu nedenle, kaçıp gidip evini, yerini, çevreni değiştirsen bile korkuların, kaygıların aynı kaldığı sürece kurban değişmez. Mesele seni kurbanlaştıran ilişkileri değiştirmektir
Şu kaçıp gitme meselesi kurcalıyor aklımı. Uzunca bir süredir çevremizde ve hatta dünyada yaygın görülen bir refleks hâline geldi bu. Büyük şehirden kaçma, doğaya kaçma, ebeveyn baskısından kaçma, sevgili kıskacından kaçma, hoşnutsuzluktan kaçma, uykuya kaçma, kendinden kaçma, kendine kaçma; hep bir uzaklaşma isteği, kimi zaman hedeften bağımsız bir gitme isteği…
Macbeth’de, “Ne konuşabiliriz burada biz / Ölüm bir deliliğe saklanmış kolluyor bizi / Üstümüze atıldı atılacak. Kaçıp gidelim” diyordu Shakespeare. O dönem de bugünkü kadar acımasız mı geliyordu hayat insanlara? Kaçıp gitmek meşru muydu bu kadar? “Hırsızca kaçıp gitmek suç sayılmaz / Yüreklerin taş kesildiği yerden.”
Sözünü ettiğim kaçma, gitme, boşlukta kalma hâli edebiyata, sanata, meyhanelere, içki sofralarına, yatak dertleşmelerine konu olacak kadar günlük hayatımızın içinde bir durum. Ve sonuçları, yıpratıcılığı giderek daha katlanılmaz, daha acılı, daha eksik bir toplum yaratıyor, bireyleri de o topluma mahkûm ediyor sanki. Üstelik toplumsal bir cezaymışçasına hep birlikte ve tek tek çektiğimiz bu bitmek bilmeyen huzursuzluk duygusundan fiziki bir kaçış da pek mümkün değil. Macbeth’in “Öyleyse ateş, yine o ateş içimde / Yoksa ne rahat edecektim ne rahat / Mermer gibi sıkı, kaya gibi sağlam / Dünyayı saran hava gibi geniş olurdum / Şimdiyse kapandım, dört yanım çevrildi yine / Korkuların, sinsi kuşkuların zindanındayım” dediği gibi ne kendi başımıza içimizde ne kitlesel olarak mevcut düzenimizde mümkün.
Kaçmayı anlamlı kılan nedir?
Yaşadığımız dönemin en karakteristik özelliklerinden biri bu sanırım. Kaçmak, gitmek, gönderilmek, sürgün edilmek, yerinden edilmek gibi isteyerek ya da istemeden hep terk ediş üzerinden hareketlenen, şekillenen bir dünya. Kendini bulmak için dolananlar, aşk peşinde ya da kariyer hayâlinde yolda kalanlar, sürekli hayat gailesiyle koşuşturup duranlar…
Ancak savaşlardan kaçmak için göç edenler, yoksulluktan ya da yoksunluktan uzaklaşmak için umutla yollara düşenler, yerlerinden edilenler başka tabii. Çağımızın çaresiz bıraktığı korkunç olayların ve devletlerin duyarsızlığının sonuçları değil bahsettiğim.
Yine de kaçma hâlinin içimizde yarattığı basınca ve bocalamaya, tarihteki mecburi kaçışlardan, göçlerden hareketle göndermeler yaparak çare aramak mümkün olabilir. Öyle ise Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri alt başlıklı Suç ve Kefaretin Ötesinde adlı kitabında, Jean Amery’nin sürgüne gitmek zorunda kalanlarla ilgili sözlerini hatırlayalım. “Sürgünü tanıyan kişi, hayata bazı cevaplar bulmuş, ama hayatın çok daha fazla sorusu olduğunu da öğrenmiş demektir. İlk bakışta beylik bir bilgi görünen şu idrak da cevaplar arasındadır: Geriye dönüş yoktur, çünkü bir yere yeniden dönmek, asla kayıp zamanın tekrar kazanıldığı anlamına gelmez.”
Kaçıp gittiğinde yanında götürdüklerini değiştirmezsen, bu olsa olsa “anlamsız bir kaçış” demek değil mi? Şehirden köye gidip bahçenin taş duvarlarını yükseltiyorsan, köye taşınmıyor, şehri köye getiriyorsun anlamına gelmez mi? Ezbere bildiğin insan ilişkilerini farklılaştırmıyorsan, her sevgilinle hep öncekiyle kurduğun gibi ilişki kuruyorsan, dolaşırken yolunu defalarca farklı seçsen de başını çevirip etrafa bakmıyorsan neyin değişmesini bekleyebilirsin? Bu hâlde kaçış meşruiyetini koruyabilir mi? Böyle kaçıştan hayır gelir mi? Elini tutanlardan vazgeçmezsen yolunu nasıl açabilirsin?
Zeynep Göğüş’ün Işık Ülkesinden isimli romanının Kaçış başlıklı ilk bölümünde, yaşadıkları yerden, evlerini terk ederek “Constantinopole”e doğru gizlice yola çıkan bir aile anlatılır. “Alacakaranlıkta beşer dakika arayla çıktılar dışarı. Gözcü diktikleri dükkân çırağının hüthüt kuşu gibi öttüğü her seferinde evden bir kişi eksildi.” Yola çıkarlarken evin büyük gelini Makbule “Gâvurlara bırakmam” diyerek yanına samur kürkünü de almak ister, hava gerilir. Kocası Veli öfkelenerek kürkü yanmakta olan ocağa atar. Küçük gelin Huri perdelerin ucuna işlediği kuşların havalanıp onlarla gelmesini diler gibi okşarcasına dokunur perdeye, ama sokağa çıktıklarında peşlerinden gelen sadece son kez kullandıkları ocakta pişen kurabiyenin kokusudur.
Yeniden yaratmanın gücü
Derine gittikçe yalnızlık hissinin arttığı haller bunlar. Daha fazla ilerlemeden daha cesur bakmaya çalışmak iyi gelebilir. Kim bilir, belki bir pencere açılmasına, içeri hava girmesine, ferahlık yaratmasına yol açar. Öyle yapalım…
Ezilenlerin Pedagojisi’nde Paulo Freire, günlük rutinden sıyrılıp doğrulmaya girişmeyi öneriyordu. Hayatı anlamaya çalışmaktan söz ediyordu. “İlle de şeylerin günlük tekrarı olarak hayatı değil, yaratma ve yeniden yaratma çabası olarak, isyan etme çabası olarak hayatı anlamaya” çalışmak.
Günlük hayatımızın yabancılaşmasını önümüze koyuyordu Freire. “Rutinimizden, her şeyin bürokratik olarak tekrar etmesinden, günbegün ‘yapılması gerektiği için’ ve biz hiç niçin sorusunu sormadığımız için, diyelim ki on saat aynı şeyleri yapmaktan doğan yabancılaşmayı yakalayalım. Kendi hayatlarımızı kendi ellerimize almalı ve denetim uygulamaya başlamalıyız. Zamana karşı durmaya ve zamanın altından kalkmaya çalışmalıyız.”
Doğrusu öneri de iyi çaba da. Peki, neden bu çaba?
Çünkü kaçış isyanla güzel.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.