ABD'nin İsrail ve Suriye'deki politikalarında son dönemde gözlenen değişim, yalnızca bu iki ülkenin değil, tüm Ortadoğu'nun jeopolitik geleceği açısından kritik bir eşik oluşturuyor. İsrail’deki iç siyasî dönüşüm süreci ile Suriye’deki kademeli Amerikan askerî geri çekilmesi ya da eski deyişle “ricatı” ilk bakışta iki ayrı başlık gibi görünse de, ortak bir zeminde birleşiyor: Amerikan etkisinin bölgedeki sınırları ve bu sınırların yeniden tanımlanma süreci.
ABD’nin İsrail’de demokrasi ve kurumlar üzerindeki baskıya dönük sessizliği, Suriye’de ise fiilî güç boşluğu bırakacak biçimde askerî geri çekilme kararı, Washington’un bölgesel angajmanını yalnızca ‘taktik' değil, stratejik düzeyde yeniden tanımladığını gösteriyor. Söz konusu yeni tanımın etkileri ise yalnızca Tel Aviv’deki kabine krizlerinde ya da Deyrizor’daki üs tahliyelerinde değil; Ankara’daki karar süreçlerinde de derinden hissediliyor.
Türkiye Dönüşen Jeopolitiğin Eşik Noktasında
Amerikan etkisinin azaldığı bir Ortadoğu, Türkiye’yi daha aktif ama aynı zamanda daha kırılgan bir pozisyona itiyor. İsrail’de Netanyahu hükûmeti ile Washington arasındaki “mesafeli yakınlık”, Ankara’nın hem diplomatik manevra alanını genişletiyor hem de bu boşlukta oluşabilecek yeni krizleri yönetme yükünü artırıyor. Benzer biçimde, ABD'nin Suriye'deki çekilme hamlesiyle ortaya çıkacak alan; yalnızca Rusya, İran ve Esad'dan boşalan yeni rejim için değil, Türkiye için de yeni tehdit ve elbette fırsatlar doğuruyor.
PKK/YPG varlığının geleceği, SDG ile ABD arasındaki işbirliğinin sona erme olasılığı ve IŞİD’in yeniden güç kazanma ihtimali; Türkiye'nin sınır güvenliği, göç politikaları ve askerî angajman düzeyi üzerinde doğrudan etkili olacak. Ayrıca, Şam'la normalleşme gündemi de bu yeni dengeler ışığında şekilleniyor. Türkiye'nin bu yeni dönemde nasıl bir strateji geliştireceği, yalnızca iç politikadaki kararlılığa değil, aynı zamanda bölgesel değişkenleri ne ölçüde okuyabildiğine bağlı olacak.
İsrail’de Demokrasinin Geleceği: Olmert’in İç Savaş Uyarıları
İsrail demokrasisi, tarihinin belki de en keskin sınavlarından birini veriyor. İsrail'in eski başbakanlarından Ehud Olmert’in geçtiğimiz günlerde Haaretz gazetesinde kaleme aldığı yazı, sıradan bir uyarı değil, İsrail’in demokratik yapısının çöküş eşiğine geldiğine dair sert bir alarm çağrısı. Olmert’in kullandığı ifadeler -“haydut çetesi”, “darbe girişimi”, “iç savaşın eşiği”- sıradan bir politika eleştirisinden çok, deyim yerindeyse, sistemin çözülmesine karşı bir direniş manifestosu niteliğinde: “Bir sonraki aşamada, şiddeti Bibi’ci zehir makinesi tarafından yönlendirilen holiganlar, Yüksek Mahkeme’yi tehdit ettikleri gibi TV haber stüdyolarını ele geçirecekler. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir tarafından silahlandırılan yüzlerce silâhlı milis, TV stüdyolarına girecek. Onları kim durduracak? Hükûmetin polisi mi?”
Yargıya Saldırı mı, Güçler Ayrılığı Krizi mi?
İsrail’de tartışmalar, uzun süredir Netanyahu hükümetinin yargı reformları etrafında dönüyor. Reformlar, iktidara Yüksek Mahkeme üzerindeki denetimi artırma ve yargı bağımsızlığını kısıtlama imkânı sağlıyor. Hükûmetin en üst düzey isimleri, mahkemenin “halk iradesine” karşı durduğunu öne sürerek bu reformları meşrûlaştırmaya çalışırken, muhalefet ve hukuk çevreleri bunu açıkça bir “yargı darbesi” olarak tanımlıyor. Olmert’in yazısında dile getirdiği üzere, bu girişimler sadece yargı sistemini değil, devletin bütün denge ve denetleme mekanizmalarını tehdit ediyor.
Güvenlik Bürokrasisi ile Hükûmet Arasında Gerilim
Shin Bet Başkanı’nın görev süresi ve güvenlik bürokrasisine yönelik hükûmet baskıları, kurumsal yapılarla siyasal güç arasında yaşanan gerilimi gözler önüne seriyor. Adalet Bakanı Yariv Levin’in “boykot” tehdidi ve diğer bakanların benzer çıkışları, sadece bir yönetim krizine değil, aynı zamanda sistemin hukuk devleti ilkesinden uzaklaştığına işaret ediyor. Bu noktada, Olmert’in ifade ettiği gibi “polisin müdahalesini gerektirecek ölçekte bir anayasal kriz” gündeme geliyor.
Siyasî Kutuplaşma ve Radikalleşme
İsrail siyasetinde derinleşen kutuplaşma, kamuoyunu da sert kamplara ayırmış durumda. Olmert’in işaret ettiği üzere, “Bibi’ci zehir makinesi” olarak nitelenen propaganda mekanizması, sadece muhalefeti hedef almakla kalmıyor; medya, akademi, hattâ çocuk kanallarına kadar bir ideolojik kontrol ve sindirme stratejisi uygulamaya hazırlanıyor. Bunun, demokratik çoğulculuğun ve ifade özgürlüğünün sınırlandığı otoriter modellere benzemeye başladığı görülüyor.
İç Savaş Retoriği: abartı mı, gerçekçi bir tehdit mi?
Olmert’in yazısındaki en çarpıcı bölümlerden biri, iç savaş ihtimaline dair yaptığı değerlendirmeler. Bu tür söylemler ilk bakışta aşırı gibi görünse de, eski Yüksek Mahkeme Başkanı Aharon Barak’ın benzer uyarıları, meselenin yalnızca siyasi bir retorikten ibaret olmadığını gösteriyor. İsrail sokaklarında henüz sistematik bir şiddet dalgası gözlemlenmese de, işgal altındaki topraklarda artan Yahudi yerleşimci şiddeti, bu potansiyelin nerelere varabileceğine dair ipuçları veriyor.

Uluslararası Yansımalar ve Gelecek Senaryoları
İsrail, bölgesinde askerî gücü ve istihbarat kapasitesiyle öne çıkan bir ülke olsa da, iç istikrarsızlık ve kurumsal çürüme, uluslararası meşruiyetini ve güvenliğini uzundur tehlikeye atıyor. ABD ve Avrupa’daki Yahudi diasporası içinde bile, İsrail'in demokratik yönelimine dair eleştiriler, protestolar artmakta. Eğer mevcut süreç tersine çevrilmezse, İsrail’in sadece iç barışı değil, dış ilişkileri de derin şekilde sarsılabilir.
Kriz bir fırsata dönüşebilir mi?
İsrail demokrasisinin geleceği, şu anda yalnızca siyasî elitlerin değil, toplumun bütün kesimlerinin vereceği ortak bir sınava dönüşmüş durumda. Olmert’in uyarıları, panik çağrısı değil, bir “son çıkış” yönlendirmesi olarak okunmalı. Yargının bağımsızlığını, kurumlar arası dengeyi ve toplumsal barışı yeniden inşa etme iradesi gösterilmezse, İsrail’in otoriterleşme süreci daha da derinleşme tehlikesi büyük demek yanlış olmaz. Diğer taraftan kriz, aynı zamanda demokratik bilincin yeniden canlanmasına da zemin hazırlayabilir.
Karşılıklı Yansımalar ve Stratejik Eşikler
İsrail’de demokrasi krizinin derinleşmesi, özellikle Trump yönetimindeki ABD'nin “müttefiklerini şekillendirme” kapasitesinin sınırlarını gösterirken, Suriye’deki “çekilme”, ABD’nin “sahayı terk etme” ihtimâline kapı aralıyor. The New York Times (NYT) gazetesinde yayımlanan bir makalede, kısmî çekilme kararının sahadaki komutanların üslerin kapatılması ve birleştirilmesi yönündeki tavsiyelerine dayandığı, Pentagon ve CENTCOM tarafından da onaylandığı vurgulanıyor.
Bu iki yönlü kırılma, Türkiye gibi bölgesel aktörleri sadece boşlukları doldurmaya değil, aynı zamanda yeni oyun kurma ihtimallerini de değerlendirmeye zorluyor.
Bu bağlamda, Türkiye’nin güvenlik, dış politika ve bölgesel diplomasi alanlarında daha fazla sorumluluk alması beklenebilir. Ancak bu sorumluluk, yalnızca askerî varlıkla değil, diplomatik denge, ekonomik istikrar ve iç siyasî bütünlükle desteklenmediği sürece sürdürülebilir olmaktan uzak. Türkiye, Amerikan etkisinin kademeli azaldığı bu yeni Ortadoğu sahnesinde yalnızca bir izleyici değil, aynı zamanda yeni dengenin tanımlayıcı aktörlerinden biri olma eşiğinde duruyor.
Türkiye’nin Yeni Bölgesel Güvenlik Stratejisi: “Yalnız Kurt” mu, “Bölgesel Lider” mi?
ABD’nin bölgedeki etkisinin gerilemesiyle birlikte Türkiye, güvenlik ve diplomasi alanında daha çok kendi refleksleriyle hareket etmek zorunda kalıyor. Bu durum, Ankara’yı kimi zaman yalnız kararlar almaya iterken, kimi zaman ise bölgesel aktörlerle stratejik ortaklık arayışına yöneltiyor. İsrail ve Suriye’de değişen güç dengeleri, Türkiye’nin hem “yalnız kurt” reflekslerini ve hem de “lider aktör” iddiasını aynı anda sınamaya başladı.
Bu yeni dönemde Türkiye'nin pozisyonu, krizlere verdiği tepkiden çok, kuracağı yeni oyunlara ve kalıcı diplomatik mimariye bağlı olacak.
Bu haberin/makalenin/çevirinin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.