Düpedüz bir meydan okumanın içinde yaşıyoruz sürekli. Bizi yok sayan mega kentlerde yaşamak kesintisiz bir hayatta kalma savaşı istiyor. Farkındalık karamsarlığa sürüklüyor. Acaba, bir duble bakış açımızı değiştirir mi?
Peki, iki duble?..
“Gidelim” diyor arkadaşım. “Buradan uzağa gidelim.”
Yutkunarak gırtlağımı temizlememden öyle kolay değil bu işler, diye nutuk atmaya başlayacağımı anlayıp ara vermeden devam ediyor, ‘‘Trafiği, hava kirliliği, bitmeyen inşaatı, gürültü kirliliği, pahalılığının yanında su da kalmadı İstanbul’da,’’ diyor.
Ağzıma fazla laf tıkıştırılmış da çıkartmazsam boğulacakmış gibi hissediyorum. Aklımdan İstanbul’un bir kıyı kenti olmasının yanı sıra bir su kenti olduğu da geçiyor; neyse ki bunun eski bir ezber olduğunu sözler ağzımdan çıkmadan hatırlıyorum.
‘‘Sonuçta burası modern bir kent,’’ diyerek yaptığım karşı çıkışı kendim de çok zayıf buluyorum. Zaten modernleşmenin en çarpık tezahürlerinden biri değil mi bugünün İstanbul’u!
Diplomatik konuşma tekniğine başvuruyorum. Önce konuya vâkıf olduğumu gösterecek birkaç cümle ediyorum. “Evet, bir dönem İstanbul Belediyesi’nin başında bulunanların yağmur duasından medet umduklarını, diş fırçalarken musluk kapatarak su sorununu halletmeye kalktıklarını ben de hatırlıyorum.”
Bu sözlerimle aynı kaygıları beslediğimi, tümüyle ondan farklı düşünmediğimi karşımdakine göstereceğini umuyorum. Ardından konuyu genele çekerek zaman kazanmaya çalışıyorum. “Tabii ki su krizi çok ciddi. Birleşmiş Milletler’in hazırladığı son raporda da temiz suya erişimin giderek zorlaşacağı uyarısı yapıldı zaten. İklim değişikliğine bağlı olarak kuraklık ve su baskınlarının artacağı, bu nedenle su kıtlığının daha da büyük bir sorun hâline geleceği bilinen bir gerçek artık. E buna bir de nüfus artışının etkilerini eklersek durum vahim… Dünya genelinde halihazırda iki milyar kişinin içme suyuna ulaşabilme güvencesi yok. 2050’de bu rakam beş milyara çıkabilir…”
‘‘İstanbul,’’ diye araya giriyor arkadaşım. “İstanbul’u besleyen su kaynakları kuruyor.” Belli ki sabırsız, konuşmak istediği başka, lafı tekrar çıkış noktasına çekmek istiyor. İlle de İstanbul’un su sorunu!
Bu memleketin her yeri bizim, diyerek reddedilmesi zor ama konuyla bağlantısı zayıf bir kozu ileri sürüyorum. Fakat bu söz yerli yersiz herkesi bir an durduracak güçte. Alttan alta içinde ayrımcılığa dikkat çekiş, fanatizme lüzumsuz bir göz kırpış, insan haklarına selam veren bir duruş, mülkiyetçi bir serzeniş gibi karışık argümanlar içeriyor. Kendime yarattığım bu boşluktan istifade ederek anlatmaya başlıyorum, “Türkiye’nin büyük bölümünde etkili olan şiddetli bir kuraklıkla karşı karşıyayız. Bu kuraklık özellikle ülkemizin tahıl ihtiyacının önemli kısmını karşılayan Güney Doğu’da vahim sonuçlara yol açtı. Bölgede ekili alanların yüzde 80’i kurudu, çiftçiler milyonlarca lira zarar etti. Çok zor günler bunlar…”
Beni duymamış gibi yaparak, “İstanbul’un su depolama kapasitesinin yüzde 10’undan fazlasını karşılayan Sazlıdere Barajı, İstanbul Kanalı projesinin hayata geçmesi hâlinde tamamen yok olacak. Keza, Terkos gibi İstanbul’un su ihtiyacının yüzde 18’inden fazlasını karşılayan bir barajın havzasından da önemli kayıplar yaşanacak,” diyor.
Suratım asılıyor. Böyle güncel, bilimsel verilerle konuşmak benim tartışma kozumdu, sen nereden buldun gibilerinden bakıyorum. Sanki çalışıp da gelmiş… “Şimdi.” Diyorum derin bir soluk almadan önce; biliyorum ki bu kelime derin bir solukla kullanıldığında etkili olacak, önemli tespitler anlatacağım havası verecek. ‘‘İstanbul’un su sorunu hep vardı,’’ diye devam ediyorum, karşı çıkılamaz netlikte bir ifadeyle. “Önemli olan su politikaları.”
“Evet evet, bizi bu yanlış politikalar mahvetti,” diyerek kapatıyor önümü, aceleci bir tarzda. “O yüzden İstanbul’dan gidelim diyorum,’’ diye ekliyor. Tamam desem, eşyalarını toplamaya başlayacak sanki bu ne sabırsızlık!
Sakinleştirici etkisinden faydalanmak üzere onu Boğaz’a götürmeye niyetleniyorum. Teklifim belli: Biraz kıyıda yürürüz, yorulursak bir yerde iki tek atarız, birer de balık yanında… İçimden Boğaz’ı gören, balığını tadıp rakısını içen fazla uzaklaşamaz bu diyardan diye hesap da yapıyorum tabii.
Ancak arkadaşım takmış bir kere, ‘‘Marmara’da müsilaj temizlenmedi, dibi onunla kaplı, canına okundu güzelim denizin,’’ diyerek yine başlıyor, ‘‘iç huzuruyla balık, midye falan da yiyemiyoruz,’’ diye sürdürüyor sözü. “Her yanımız deniz ama kirlilikten giremiyoruz” faslına gelmeden susturuyorum onu. Tekleri dubleye çıkardığımı, gevşemeye ihtiyacımız olduğunu söylüyorum. ‘‘Hayâllere kadeh kaldırırız,’’ diyorum… Malûm, en eski ve en bilinen içme ritüelidir kadeh kaldırmak.
Arkadaşıma da anlatıyorum, “Her zaman iyi niyeti içinde barındırır, her zaman iyi gelir insana; bencillikten uzaktır üstelik. Hep öyleymiş. 11’inci yüzyıl İngiltere’sinde, içme faslında, ‘Gelsin kadehler ve sağlığa içelim, benim gibi iç, bana iç, tam iç, yarım iç ki ben de sana içeyim’ dendiğini okumuştum.”
Gülümsüyor arkadaşım. Keyfini sevdiğim rakısı, içmeden yumuşatıyor ortamı. İnsanlığın geliştirdiği en akılcı ritüellerden biri bu.
Ama arkadaşım gerginliğinin tümünü atmış değil, belli: İçkiye çok zam geldi, dışarıda pahalıya çıkarız, bize gidelim, diyor. Haklı olduğunu düşünüyorum, ısrar etmiyorum, onaylıyorum. “Tamam gidelim.”
Duyar duymaz yapıştırıyor. “Hah! Baştan beri ben de bunu söylüyorum işte” diyor. “Gidelim!”
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.