Eylülde Türkiye bir başka olur

MDN İstanbul

SAL-POKUT YAYLASI/
Çamlıhemşin-Karadeniz Bulutların üzerinde

Eylül – ekim Karadeniz’in en az yağış aldığı aylar. Karadenizliler, yüzyıllardır, daracık patikalardan, taşlı yollardan, hayvanlarıyla, binlerce metre yukarılara tırmandılar durdular. Kaçkarlar’ın eteklerinde, ormanların derinliklerinde, şelalelerin aktığı dumanlı dağların yamaçlarında, kışa hazırlık için kendi yağ ve peynirlerini yaptılar. Hazirandan eylüle, yayla evlerinde, kuşaklar boyu yaşadılar. Eskiden geleneksel yayla yollarından,

katırlar ve ineklerle yayla göçü yapılırdı, şimdi artık kamyonlar var. Bir zamanlar, taş ya da kestane ağacından yapılan evlerin yerinde bugün beton var. Eskiden bütün aile bir aradaydı, artık uzaklarda olan gençler var. Tüm bu değişime rağmen, korunabilmiş yaylalar da kalmadı değil. Hem de bulutların üzerinde… Sal ve Pokut, Çamlıhemşin’in Şinçiva köyünün tepelerinde, akıllara durgunluk veren iki yayla. Elektrik yok. Pokut benzersiz bir coğrafyaya yerleşmiş. Sal’daki yaşamsa insanı içine çekiyor. Sal Yaylası’nın bulutlara nazır banklarında oturup, her günbatımında yayla sakinlerinin çaldığı tulumu dinlemeye ne dersiniz? Bir de yaylanın genç kızlarının, yağmuru kovmak ve güneşi çağırmak için, “ebebubrik” yapmalarına rastlarsanız, gerçek Karade-niz’in eşiğindesiniz demektir.

FERİBOTLA VAN GÖLÜ
Günbatımını selamlamak için bir şişe kırmızı şarap

Van’a gelen herkes, geleneksel 25 dakikalık tekne yolculuğuyla, Akdamar Adası’na geçer ama Van Gölü’nü feribotla geçmeyi çok azı denemiştir. Van İskelesi’nin köhne bir yer olmasının yanı sıra, insanı çeken garip bir atmosferi de var. Bir eylül günü, Van İskelesi’nden, arabanızla feribota binin. Van, Türkiye’nin en çok güneş alan illerinden biri. Sırtınızı küpeşteye verin, göl lacivert, gökyüzü masmavi, martılar uçuşuyor, sanki yeryüzü size kalmış gibi… Dört saat sonra, Tatvan’da, Nemrut Krater Gölü’nün ıssızlığı sizi bekliyor. Sırttan, 20 dakikada zirveye tırmanabilirsiniz. Bir tarafınızda Van Gölü, bir tarafınızda Nemrut Krater Gölü… Umarım, bu olağanüstü günbatımını selamlamak için, yanınızda bir şişe kırmızı şarap vardır.

VAN’DAYKEN…
Van Kalesi’ni gezebilir, Seher Kahvaltı Salonu’nda otlu peynir, çökelek, bal, kaymak, pekmez ve çörekten oluşan meşhur Van kahvaltısını yapabilir, dünyaca ünlü Van kedilerini, koruma altında oldukları 100. Yıl Üniversitesi Kedi Evi’nde görebilirsiniz.

BALONLA KAPADOKYA
Peribacalarına dokunarak uçmak
Bir sepette, değişik milletten 12 kişi… Peribacalarının ülkesinde, balonla uçun. Uçhisar’da çamaşır asan kadına el sallayın, Kapadokya’nın yaratıcıları Erciyes ve Hasan Dağı’yla gökyüzünü paylaşın… Korkmayın, balon düzlük olan her yere, hatta bir otelin ortasındaki havuza bile inebiliyor! Kapadokya Balloons, Göreme, 0384 271 24 42, www.kapadokyaballoons.com

KEKOVA
Mutlaka bir gün bir Kaleköy sabahına uyanın

Kaleköy, karayoluyla ulaşılamadığından böyle kaldı kuşkusuz. Güneydeki turist kalabalığına ve görüntü kirliliğine inat, kişiliğini koruyabildi. Çoğu turist Kaş’ta kalıp buraya Tersane Koyu ve Batık Kent gibi noktaları içine alan günübirlik tekne turlarıyla gelir ve Kekova’yı bir çırpıda gezer. Akşamüstüne doğru, bu adacıklar topluluğu, ortaçağ kalesi ve sudaki lahit, sessizliğine gömülür. Günbatımından geceye, buranın keyfine doyum olmaz. Pansiyonlardan birinden Ravel’in Bolero’su yayılır, Nesrin Hanım Bademli Ev’inde aile yadigârı reçeteye göre yaptığı vişneli konyağı ikram eder, Kale Restaurant’ın iskeledeki masaları, denizden yayılan ışıkla aydınlanır… Bir de Kekova sabahları vardır… Erkenden, henüz balıklardan başka kimseyle paylaşmak zorunda olmadığınız, çarşaf gibi bir denize açılın… Sonra, Ankh Pansiyon’un 4 numaralı odasının önündeki hamağa uzanın ve güneşin pırıltıları arasında, Kekova Adası’nı seyredin. Her sabahınızın böyle geçmediğine üzüleceksiniz.

İSHAKPAŞA SARAYI/DOĞUBEYAZIT
Bir doğu masalı

Doğudaki yaşamın tüm zorlukları bir yana, burası bölgenin masalsı yanını en çok öne çıkaran yerlerden biri… İshakpaşa Sarayı’na, günbatımında tepeden bakın. Her yıl, Akdeniz’de ‘’in/out’’ iddialaşmaları devam ederken, burası, modası hiçbir zaman geçmeyen, “klasikler” arasındadır benim için. III. Selim zamanında bu sarayda konaklayan İran sefiri, İstanbul’a döndüğünde, padişaha; ‘’İhtişamınızı gölgeleyecek ve kudretinizle yarışacak biçimde inşa edilmiş İshakpaşa Sarayı’nda misafir edildim…’’ deyince, padişah çok bozulmuş. Bunun üzerine, sarayın yapımını başlatan İshak Paşa, “Haşmetmeab, Zat-ı Devletleri’nin vekâleti buralarda ancak böyle sürdürülür” diyerek, havayı yumuşatmaya çalışmış. Yapımının 99 yıl sürdüğü söylenen bu Osmanlı- İran- Selçuklu mimarisi sentezi, kesme taş saray, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğudaki gücünün bir simgesi. Tam beş kez Rus ordularının işgaline uğramış ve som altın kaplama kapısı, 1917’de sökülerek Moskova’ya götürülmüş. Manzaralı tuvaleti kaçırmayın.

DOĞUBEYAZIT’TAYKEN…
5165 metre yüksekliğindeki, ‘’Türkiye’nin damı’’ ve Marco Polo’nun yazılarında, “Hiçbir zaman çıkılamayacak bir dağ’’ diye söz ettiği Ağrı’ya çıkmak için bir ekspedisyona katılabilir; Nuh’un Gemisi’nin bulunduğu söylenen araziyi görebilir ya da güneşin, Büyük Ağrı ile Küçük Ağrı arasından doğuşunu seyredebilirsiniz. Ağrı’ya çıkmak için en uygun aylar, temmuz-ağustos-eylül, yaklaşık üç gün sürüyor ve profesyonel dağcı olmak gerekmiyor.

İZTUZU PLAJI & TELEKOM İSTASYONU/ Dalyan
Dünyanın en iyi korunan ikinci kumsalı

Türkiye’de caretta caretta kaplumbağaların üreme alanlarından en önemlisi olan ve dünyanın en iyi korunan ikinci kumsalı seçilen, Özel Çevre Koruma Kurumu’nun 24 saat gözetiminde, 5,5 kilometre uzunluğundaki İztuzu Plajı, incecik, sarı kumu, bir kıyısında tuzlu, diğer kıyısında tatlı suyun bulunduğu konumuyla, ender rastlanan türde bir kumsal. En dar yeri 50 metre. Plajın deniz tarafı birden derinleşmediğinden, çocuklar için uygun. Göl tarafıysa, yüzmeyi sevenler için derin bir havuz gibi. Özellikle, haziran ve temmuz aylarında, kaplumbağaların bıraktıkları izlere rastlamak mümkün. Kumsalın girişine gelmeden hemen önce, sola ayrılan yoldan sapıp, altı kilometre (son 2 kilometresi daha da kötüleşiyor) gidince, baş döndürücü bir manzara sizi bekliyor. Denizden dik olarak, yaklaşık 500 metre yükselen bir kayanın üzerine kurulmuş, İztuzu Telekom İstasyonu ya da halk arasındaki adıyla “Radar”da, Köyceğiz-Dalyan deltasının manzarası, ayaklarınızın altına uzanacak. Puslu olmayan bir günü seçin, buradan Rodos Adası’nı bile görebilirsiniz.

ANTAKYA MÜZESİ
Dünyanın ikinci en büyük mozaik müzesi

Türkiye’nin en etkileyici müzelerinden birinde, dünyaca ünlü bir mozaik koleksiyonu… Tunus Bardo Müzesi’nden sonra, dünyanın ikinci en büyük mozaik müzesi. Baş döndürücü güzellikte mozaikler var. En çok hoşuma gidenler; sarhoş Dionysos, Mevsimler, bir hamamın ortasına ait Soteria (Kurtuluş), Büfe mozaiği, Okeanos ve Thetys, Antakya’nın tarihini özetleyen Bordür mozaiği… Asi Nehri kıyısında, Fransızlar tarafından kurulan müzede sergilenenlerin tümü taban mozaikleri ve doğadan toplanan renkli taşlarla yapılmış. Kaçırılan Antakya mozaikleriyse, bugün Fransa’dan Honululu’ya kadar, bütün dünyaya yayılmış durumda.

ANTAKYA’DAYKEN…
Antakya’nın civarı merkezi kadar ilginç. Samandağ’da, hikâyesi akıllara durgunluk veren Aziz Simeon Manastırı kalıntılarını, eşine az rastlanan türdeki Vespasianus ve Titus Tüneli’ni, Beşikli Mağara’yı (Kaya Mezarları), nüfusunun tamamı Ermeni olan Vakıflı’yı, Çevlik’teki Hazreti Hızır Makamı’nı görebilirsiniz. Pasaportunuzu yanınıza alırsanız, günübirlik Halep’e de geçebilirsiniz. Dillere destan Antakya mutfağı, Türk, Arap ve Fransız etkileriyle birlikte, muhteşem bir sentez. Muhammara, ıspanak boraniye, analı kızlı, humus, küflü çökelek salatası, saç ve şam oruğu, kağıt kebabı, bulgurlu lahana dolması, kaytaz böreği, firikli aş ve tabii ki künefe denemeye değer.

KAYAKÖY- FETHİYE
Bir hayalet kent

Yaprak kıpırdamıyor… Büyü-leyici. Bir zamanlar, Türklerle Rumların birlikte yaşadığı Kayaköy, Fethiye ile Ölüdeniz arasındaki tepenin yamacına ve onun önündeki Kaya Çukuru denilen ovaya yayılıyor. Likya uygarlığı kalıntıları, antik Karmylassos’un üzerinde, sabah ve gün batmadan önce, farklı bir renk ve sessizliğe bürünüyor. Rumca ismi Levissi. 6500 kişi, refah içinde yaşamış burada. Taş evlerin köşe ocakları, spiral tuvaletleri, sarnıçları, çakıl taşı döşemeleri, taş yolları, sokakları ve meydanları, kentin ne tür bir kültürel zenginlik içinde yaşadığının işaretleri. Kiliseleri, postanesi, hastanesi, hekimleri, zanaat atölyeleri varmış. Bir de yörenin tek gazetesi Karya’yı çıkaran matbaası. 1923 mübadelesinde, Kayaköy’de yaşayan Rumlarla Batı Trakyalı Türkler, yer değiştirmek için, göç etmek zorunda kaldılar. Buraya gelen Türkler, çevre koşullarına uyum gösteremeyince, yamaçtaki evleri terk edip, aşağıdaki düzlüğe ve başka kentlere yerleştiler. Kayaköylü Rumlarsa, Atina yakınlarındaki yeni yurtlarına, Nea Levissi (Yeni Kayaköy) adını verdiler.

KAYAKÖY’DEYKEN…
Kayaköy’den Ölüdeniz’e, görsel keyiflerle dolu, iki saatlik bir yürüyüş yapabilir, bir keşiş tarafından kayaların içine oyulmuş, Trabzon Sumela Manastırı’nı andıran Afkule Manastırı’nı görebilir, eskiden denizcilerin sefere çıkmadan önce, kiliselerine uğrayıp, dua ettikleri Gemiler Koyu ve Aya Nikola Adası’na tekneyle geçebilirsiniz. Ayrıca, turistik Fethiye, eski cazibesini yitiren Kelebekler Vadisi, onun yerini alan Kabak Koyu ve el değmemiş Faralya da buraya çok yakın.

HERAKLEİA’DA TREKKİNG /Bafa Gölü Keşişlerin izinde
Antik Latmos… Herakleia… Bugünkü, Bafa Gölü kıyısındaki, Kapıkırı Köyü… El değmemiş, büyülü bir yer… Sanki, gökten taş yağmışçasına, garip şekilli, volkanik kayaların kapladığı Beşparmak Dağları’nın altında, uçsuz bucaksız bir göle bakan, horozları, inekleri ve ekili tarlalarıyla huzurlu bir köy. Daha yukarılarda ise bambaşka uygarlıkların bıraktığı izler; mağara insanları ve yükseklerdeki çilehanelerde inzivaya çekilen keşişler… Beşparmak Dağları’nın yamaçlarında bazen kolay bazen zorlu, ancak her biri son derece keyifli trekking parkurları var. Bizans dönemi manastırları, surlar, kral yolları, tapınaklar, tarih öncesi çağlara ait mağara resimleri… Özellikle Latmos manastırlarının en büyüklerinden biri olan Yediler Manastırı’nı ve yuvarlak bir kayanın içi oyularak kovuk haline getirilmiş ve tavanları fresklerle süslenmiş çilehanesini kaçırmayın. Manastıra tırmandığınızda, nefes kesici, göle hâkim bir manzarayla karşılaşacaksınız. Çoğunlukla parkurlar işaretlenmemiş olduğundan, bir rehber eşliğinde gitmek gerekiyor. Hemen hemen bütün pansiyonlar, rehberlik hizmeti veriyorlar.

MARDİN’İN ABBARALARI
Başka hiçbir kente benzemez

Bir gece vakti Mardin’e vardığınızda, onu yeterince anlayamayabilirsiniz. Herkesin yakıştırdığı, “gündüz mezarlık, gece gerdanlık’’ benzetmesi de onun görmüş geçirmişliğinin yanında yüzeysel kalır. Ayaklarının dibinde uzanan, bereketli Mezopotamya Ovası’dır ama siz onu karanlık bir deniz, üzerindeki ışıkları da insanların yaşadığı adacıklar sanırsınız. Sabahı bekleyin… Bilmecenin adı “abbara’’… Zinciriye Medresesi’nden Şar Mahallesi’nin arka yollarına inip, sokakları birbirine bağlayan geçitlerin, Mardin’in “abbara’’larının peşine düşün. Mardin’in labirentlerinde kaybolun. Daracık sokaklarda, 10 metrekarelik bakkal dükkânlarında günü geçirenlere sorun. Mardinliler, bir yağmurda onlara sığınırlar, serinliğine koşarlar, tepelerindeki evlerde yaşarlar… Bir abbaranın içinden geçin, Mardin’i daha iyi anlayacaksınız.

MARDİN’DEYKEN…

Mardin’de, Deyrulzafaran Manastırı, Kasımiye Medresesi, Kırklar Kilisesi (Mor Behnam), Ulu Cami, Dara (Oğuz köyü) Harabeleri, Mardin Müzesi, çarşısı ve Zinciriye Medresesi’ni görebilirsiniz. Midyatsız bir Mardin düşünmek zor. Mardin’den yola çıkınca, Savur, Kıllıt (Dereiçi), Midyat ve Tur Abdin Köyleri var. Midyat’ta, Deyrülumur (Mor Gabriel) Manastırı, Midyat Devlet Konukevi, bugün telkâri ustası Şemun Alptekin ve ailesinin yaşadığı ev olan Eski Hastane ve Anıtlı (eski adı Hah) köyündeki Meryem Ana (El Hadra) Süryani Kilisesi de görmeye değer.

Reyan Tuvi
iSTANBUL

Bunu Paylaşın