ENGİN KAPTANOĞLU

Yeşim Yeliz Egeli

Sabırlı, yürekli, inançlı, güleryüzlü ve adı gibi engin bir denizci ENGİN KAPTANOĞLU

Karadenizli, işine aşık, esprili, çok zeki ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı… Hem de Galatasaraylı. Ve taşıdığı her özellik, bir kuşağı başarıya taşıyan sırlardan birine karşılık geliyor. Belki de denizci denildiğinde zihnimizde canlanan tüm niteliklere sahip olmasının sebebi, sektörü zaten bu insanların kurmuş olmaları değil mi?
[membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]
Kaptanoğlu Holding Yönetim Kurulu Üyesi Engin Kaptanoğlu, Hacı İsmail Kaptanoğlu’nun ilk oğlu. Çok çalışkan, tuttuğunu koparan biri ve gerçek bir Galatasaraylı. Üslubu o kadar renkli ki, çok sevilen bir sima olmasına şaşırmamak gerek. Hem kitap kurdu hem de sektörün teknik zekası en sıkı isimlerinden biri. Puli gemisinin inşasındaki sır, cesaretini ve yaratıcılığını ortaya koyuyor. Liseyi bitirip hemen iş hayatına atılmasından, 42 yaşında bekarlıktan memnunken sırf babası istedi diye evlenmesine kadar hayat hikayesinde babasının tartışmasız bir ağırlığı var.

Engin Kaptanoğlu İstanbul’da 1943 yılında doğmuş. Bağımsızlığına düşkün ve dahi denilen kova burcuna mensup. Babası hep uzun pantolon giy dediği için, “kısa pantolonlu zamanları”nı anlatmak mümkün değil. İlkokulu Fatih’te okuduktan sonra Galatasaray Lisesi ve Robert Kolej’in imtihanlarına başvurup ikisinde de dereceye girmiş. Tercihi ise Galatasaray… “Galatasaray ilkokulunun deniz kenarında olması beni biraz etkiledi, Robert Kolej’den kaçmanın daha zor olacağını düşünerek Galatasaray’ı tercih ettim ve o zaman isari denilen hazırlık sınıfıyla okula başladım. Yatılı okudum. Ailesi İstanbul dışında olup daimi yatılı olan öğrenciler de vardı. Onlarla çok iyi arkadaştım. Cumartesi günü öğleden sonra eve gelirdim. Annem beni yıkardı. Pazar sabahı yine okula dönerdim. Çünkü arkadaşlarım orada.”
Türkiye’nin en iyi okullarından birinde okuyup hocalardan etkilenmemek mümkün mü? Engin Kaptanoğlu da Esat Mahmut Karakurt, Muvaffak Benderli, Zeki Ömer Defne, Şükrü Balaban, Zahir Güvemli gibi önemli isimlerden ders almaktan dolayı çok gururlu. Bulabildiği eserlerini topladığı resim hocası Kemal Zeren de hayran olduğu bir başka isim. İstisnalar olsa da Galatasaray Liseliler’in çoğu için Galatasaray Futbol Kulübü vazgeçilmez bir tutku. Yıllar sonra yaşadığı bir anı, bu okulun hocası ve öğrencisi ile dünyanın her yerinde birbirine nasıl kenetlendiğini göstermesi açısından oldukça ilginç. “1986 senesinde Galatasaray Spor Kulübü Yönetim Kurulu’na seçildim. Aynı yönetimde Özhan Canaydın da var. Özhan işi gereği Monaco vatandaşı, orada oturuyor. O günlerde Galatasaray Monaco ile maç yapacak. Özhan beni aradı, ‘Kaptan, var mısın Monaco’da büyük bir kokteyl verelim’ dedi. ‘Verelim. Sen iyi bir yer bul, geri kalan her şeyi buradan götürelim’ dedim. Allah sizi inandırsın, buradan döner, işkembe çorbası, tatlıların envai çeşidi ve daha birçok şeyi özel bir uçağa doldurduk. Zaten takım özel uçakla gidiyor ya, aynı uçakla gerekli tüm yiyecekleri götürdük oraya. Özhan şehirdeki en iyi kulübü kiralamış. Diplomattan sokaktaki insana kadar sayısız insan bir araya geldi. O gece içkiler içiliyor, eğleniliyor, derken gece içeri bir adam girdi. Biz bu adamı tanıyoruz ama nereden? O gece Monaco’da bizim devreden 11 kişiydik. Beyefendi hepimizi adımızla, numaramızla yanına çağırdı. Bir gittik yanına, lise son sınıftaki matematik hocamız Mösyö Libyerman. Gecenin ikisinde geldi kenara topladı bizi, ‘çıkarın kağıtları, sınav yapıyorum’ dedi. ‘Hocam gecenin ikisinde sınav mı olur’ diye yalvarıyoruz. Muhteşem bir geceydi, maçı kazandık.

Kuzguncuk gayrimüslimlerle güzeldi
Gençlik yıllarında Kuzguncuk semtinin kendine özgü güzelliklerinin, komşuluk bilincinin, mahalle kültürünün de izleri var. Bu yüzden “Kuzguncuk bizim ikinci vatanımız” diyor ve büyük bir özlem duygusuyla anlatıyor o günleri. “Biz 1959 senesinde Kuzguncuk’a geldik. Hala Kuzguncuk’tayız. Babam semti kendi malı bilirdi. Her şeye karışırdı. Mesela sokak lambası patlasın hemen belediyeyi arar, gelmiyorlarsa ‘tutun oradan bir araba, gelin değiştirin’ derdi. Çöpçüler mi gelmedi, özel çöpçü tutardı yolu temizletirdi. Şimdi biz de öyleyiz. Kendimizi Kuzguncuk’un sahibi zannediyoruz. Ama şimdi eskisi gibi değil, kozmopolit oldu ve değişti. Komşuluk da kalmadı. Kuzguncuk İstanbul’un en has semtlerinden biriydi. Çünkü Ermeni, Rum, Musevi, Müslüman hep bir arada, yan yana yaşardık. Şimdi gayrimüslim kalmadı ama Kuzguncuk’ta bu dört dinin de ibadethanesi var. Ermeni Kilisesi ile cami arasında bir duvar var. Kuzguncuk çok özel bir yer. Eskiden dostluklar da öyleydi ama bu dostlukların olmasında gayrimüslimlerin olması en büyük etkenlerin başında gelir. Onlar gitti, maalesef bu dostluklar yavaş yavaş azaldı. Hele bir de ‘76 senesinde gecekondular başladı. Şimdi Kuzguncuk’ta beni tanımıyorlar, ben kimseyi tanımıyorum. Eskiden 08:25 vapuruna kim gelecek, dönüş vapurundan kim inecek bilirdik. Bütün Boğaz öyleydi.”
1964 senesinde liseden mezun olan Kaptanoğlu, hem okulun kendisi için yeterli olacağına inandığından hem de babasına yardımcı olabilmek isteğiyle üniversite okumaz. Babasına ait biri 500 diğeri 350 tonluk iki gemide çalışmaya başlar. Bir yandan da dayısı Numan Uzun’a ait dükkana gidip gelerek Perşembe Pazarı’ndaki sac ticaretini öğrenmeye çalışır. 1965 senesinde askere gider, 24 ay sonra 1967 senesinde döndüğünde artık mesleği bellidir. “Babam Çanakkale Zaferi’ni kazanan meşhur Nusret Mayın Gemisi’ni satın almıştı. Onu şilebe uyarlıyordu. Askerden gelince o geminin donatımında bulundum. Orada gemici kağıdı çıkardım çünkü gemici olarak yurt dışına gitmek çok kolaydı. Kağıdı çıkardım ama cebime koymadım. O kağıdı gemiye verirdik, personel listesinde bizim adımız da yazılırdı. Çünkü kaptan imtihanına girmek için bizzat denizde çalışmış olmak lazımdı. Eğer usta gemici olursa 5 sene çalışması gerekiyordu. 3 sene sonunda sınava girersen reis oluyordun, reisten bir sene sonra da kıyı kaptanı imtihanına giriyordun. Kıyı kaptanı imtihanına ilk girişimde kağıdımı aldım. Onun arkasından telsiz imtihanına girdim, bir de telsiz kağıdı aldım. Ondan sonra mesleki yayınları okumaya başladım. Benim okuduğum kitabı Türkiye’de kimse okumamıştır. Hem İngilizcesini, hem Fransızcasını, hem Türkçesini, okuduğumu da bizzat yapmaya başladım. 1970 senesinde kıyı kaptanı kağıdı aldım. 71 senesinde Alman bandıralı bir gemiye gemici olarak gittim. O zaman ‘En iyi gemici Almanlardır, Alman gemisinde çalışmayan gemiciliği, denizciliği bilmez’ düşüncesi vardı. İkinci ay beni reis, dördüncü ay da ikinci kaptan yaptılar. Çünkü adamlar bir şey söylüyordu, ‘Durun siz yanlış yapıyorsunuz, bunun doğrusu böyle’ diyerek adamlara iş gösteriyordum. Ben gemide çalışırken, yani 1971 senesinde, babam 2 bin tonluk Şadan Kaptanoğlu gemisini yaptırıyordu. Bana mektup yazdılar, gemi bitmek üzere başına gel diye. Geldim ve o gemiyi kendi başıma donattım.”

Turgut Giray olmasa gemi sanayisi olmazdı
Şadan Kaptanoğlu gemisinden sonra bin tonluk Engin Kaptanoğlu gemisini yaptık. Fener’de,  Sadi Bey’in kızağında Rafet Bey’e yaptırıyorduk. Babam başka birine zaten inanmazdı. Giderdik Turgut Bey’e (Turgut Giray) gemiyi anlatırdık. O zaman sipariş şimdiki gibi verilmiyordu. Babam, ‘Turgut Bey, ben bin tonluk gemi istiyorum, İdris Yıldız’dan biraz daha büyükçe olsun, kıçı da biraz daha yuvarlak olsun” diyerek gemi sipariş ederdi. Turgut Bey’den Allah gani gani rahmet eylesin, o zaman Bureau Veritas’ın Türkiye temsilcisi ve bütün gemilerin hem kontrol hem de dizayn mühendisi. Turgut Bey olmasa zaten Türkiye’de gemi sanayi olmazdı. Bin tonluk gemiyi yaptırdık. Babam gemi ne iş için yapılırsa yapılsın ilk sefer kömür yüklenmesini isterdi. ‘Kömür kara nimettir, evvela kömür yüklenecek’ derdi. Zonguldak’a gittik, yükledik kömürü geldik. Babam ‘ne haber’ dedi. ‘Baba gemi 900 ton yük alır, 50 ton yakıt, 50 ton da su ve yiyecek koyarsın, bin tonla Atlantik’i geçersin’ dedim. ‘Yani bin ton yük konulmaz mı’ dedi. ‘Hayır’ dedim. ‘Hemen gemiyi çekin uzatın, bin ton yük konacak’ dedi. Gemiyi karaya çektik, uzattık ki içine bin ton yük koyabilelim.
1980 senesinde İhtilal’den önce Şadan Ağabey ve Gündüz beni çağırdılar. ‘gemiyle acele gel’ dediler. Ben gemiyle İskenderun’daydım. Geldim, Şile’ye gittik. Orada bir gemi karaya oturmuş. Havada öyle rüzgarlı ki o gün Karadeniz’de! ‘Engin, bu gemi buradan çıkacak’ dediler. Yanına gidip bakmam lazım, hava çok kötü, sandalla gidip bakamıyoruz. Kendi mantığımla düşündüm, dalga geliyor ileride kırılmıyor, geminin bordasına vuruyor, demek ki bunun bir tarafı derin. Sahil olsa dalga kırılacak. Ekibi hazırlarken ertesi hafta sonu, Rahmetli Recep Yazıcı’nın 8 metre kıçtan merkürizer motorlu teknesi ile gidip gemiye bir daha baktım. Geldim geminin yanına. Benim üzerinde olduğum teknenin su kesimi 60 santimetre kadar. Gemiye 500 metre kala karaya oturdum. Tekneden indim, kum dizime bile gelmiyor. Sonradan öğrendim, oranın kumu gezermiş. Ertesi gün gene rüzgarlı bir hava olursa o kum gidebilirmiş. Neyse ekiple geldik, Ramazan’ın birinci günü başladım, 23. günü gemiyi oradan çıkardım.

Köprü açılmıyor ama neden?
Onu oradan çıkardık, Şadan Ağabey’in kardeşi Aynur da benimle beraber. Boğaz’a geldik. Geminin muamelesini yapmak için Büyükdere’ye demirledik. Gemide ne elektrik var, ne makina var, ne de dümen var. Resmen ölü bir gemi. Büyükdere’de gemiye muamele bitti. Boğaz’dan aşağıya 3 bin tonluk bir geminin arkasına takıp gemiyi getirdim. Yenikapı’ya getirdik gemiyi, köprü açılıp içeriye gireceğimiz gece, ölü gemi römorkörleri geldi. İçeriye römorkör ile sokacağım. Tabii köprünün açılması lazım… Kız Kulesi’nin önüne geldik. Beyaz kulesinin üzerinde kırmızı ışık yandı. Bu köprünün açılmayacağını gösterir. Halbuki köprülerin açılacağının teyidini almışım. Köprüyü açan çocuklar Rize’den köylümüz. ‘Açılmayacak olsa bile senin için açarız’ demişlerdi. Gemide telsiz olmadığı için hiçbir yerle de irtibata geçemiyorum. O zaman telefon da yok. Bir pilotun elinden telsizini aldım. O da vermek istemiyor, sadece römorkör ile konuşuyor. Zorla aldım. Tophane Kule’yi aradım, ‘Köprü açılmıyor abi’ dediler. Meğer ihtilal olmuş, sokağa çıkma yasağı varmış da o yüzden açmıyorlarmış. Ertesi gün açıldı da girdik içeriye.
İş hayatında zekasını ve azmini ispat ederek her geçen yıl daha da deneyim kazanan Engin Kaptanoğlu, özel hayatında ise bu kadar hızlı davranmaz. Evlilik için 42 yaşına kadar bekler. Belki de yoğun iş hayatı ile birlikte evlilik aklına bile gelmez gençlik yıllarında. Yeğenleri ile sıcak ilişkiler kurduğu için çocuk eksikliğini de pek hissetmez aslında. Bir gün babam bana ‘yahu sen evlenmeyecek misin’ dedi, ‘öyle istiyorsan evleneyim’ dedim ve evlendim. Fakat benim düşündüğüm gibi değilmiş. Çocuk hadisesi her şeyin başındaymış ve evlilik çok daha iyiymiş. Ben şimdi çocuklarım 25 yaşında olduğu için üzülüyorum. Çocuklarım büyüse de evlendiklerini, bir yuva kurduklarını görsem diye bakıyorum.” Engin Kaptanoğlu oldukça keyifli, neşeli eşiyle evlenmiş olmanın bütün güzelliklerini hissediyor.

Babam bana çok güvenirdi ama hiç aferin demedi
Çocuklarının adı Pınar ve İsmail… İsmail ismi geçince söz babası İsmail Bey’e geliyor elbette. Denizcilik aslında dededen başlıyor aile öykülerinde. Engin Kaptanoğlu 43 yaşındayken kaybettiği babasıyla ilgili konuşurken acı tatlı sayısız anı dökülüyor. “Biz, Şadan Ağabey, Fuat Ağabey ve Asaf Güneri, İleri Denizcilik adında dört ortaklı bir şirket kurduk. Gemi alacağız. O zaman Ankara’dan teşvik alınıyor. 3 milyon 200 bin dolar almışız. Pakdemirli Teşvik Dairesi Başkanı. Teşvik için başvurduk. Gemilerden birini ben teslim aldım. İkinci gemiyi bize Asaf aldı. 900 bin dolara Oktay Tarık isminde bir gemi alındı. Gemiyi biz görmedik. Gemi Gemlik’e geliyor. Babam arkadaşlarıyla Gemlik’e gidiyor. Bakıyorlar gemi harabe. Babam çok mahcup oluyor tabii. O akşam bana, ‘Baban çağırıyor’ dediler. Gittim. ‘O gemiyi nasıl görmeden aldın?’ diye sordu. ‘Baba ben öbür gemideydim’ dedim. ‘Git o gemiyi hemen Tuzla’ya götür, adam et’ dedi. Aldık gemiyi getirdik. Ben gemiyi tam 40 günde pırıl pırıl hale getirdim. Eve gidince babam geminin bittiğini anladı. Ertesi gün aynı arkadaşlarını alıp gemiyi görmeye gitmiş. Bu sefer herkes beğenmiş gemiyi. Babam bana çok güvenirdi. ‘Şu gemi şöyle olacak’ derdi, ben de onun istediği gibi yapardım. Buna rağmen hiç aferin demedi. Ayrıca başkalarının gemi ile ilgili bir sıkıntısı olduğunda da beni önerirdi. Babam tam istediği gibi öldü. Bilinci açık, her istediğini yapabiliyor, konuşabiliyor. Bu şekilde ölmek de herkese nasip olmaz. Babam ölmeden bir gün önce, o zaman Armatörler Birliği çok faaldi, ne kadar genç varsa Karaköy’de toplandık. Biz 5 araba gittik babama. Girdik odasına, herkes hal hatır sordu, sohbet, şamata. Biz o akşam babamın yanından ayrılırken ‘Gelin hepinizi bir öpeyim’ dedi. Hepimizi sıradan öptü. Ben 42-43 yaşındaydım. Ve babam beni ilk defa öpüyor. Ondan sonra, sabah hastaneden ruhunu teslim ettiği haberi geldi zaten.”
Gençlere sevdikleri işi seçmelerini tavsiye eden Kaptanoğlu öyle şeyler yapmış ki, yurt dışında kimi meslektaşları yapılan işlere bakıp saçını başını yolmuş. İşte çok neşeli bir anı: “Biz bir Puli gemisi yaptık. Puliler dünya üzerinde üç tanedir. Uzun süre hiç benzeri yoktu, yeni yeni yapılmaya başlandı. Ben Hanjin’e gemi teslim almaya gittim. Oradaki tersane müdürü ile oturdum, ben böyle bir gemi yaptım diye anlattım. Adam o güne kadar binlerce gemi yapmış, 10 dakika düşündü sonra kalktı gırtlağıma sarıldı. ‘Biz bunu neden düşünemedik, niye yapamadık’ diye sinirlendi resmen! Puliler dünyadaki 15 bin tonluk ticari gemiye ilk kez azimut pervanelerinin adapte edilmesiyle yaratıldı. Azimut sistemi pervane 15 bin tonluk ticari gemilerin hiç birinde yoktur. Azimut pervane römorkörlerde olur. Bu daha önce hiç düşünülmemiş.
Denizciliğin çok hareketli günlerini de gördük, kriz zamanlarını da. Bana göre, şu anda sektörde birlik ruhu kalmadı. Kriz öncesine baktığımız zaman herkes yurt dışıyla bir mukavele yapmıştı. Yurt dışındaki tersanelerde gemi yaptırıyordu herkes. Sonra kriz oldu. Hiçbir şekilde toplanıp birlikte hareket etmek gündeme gelmedi. Herkes kendini kurtarmaya baktı. Türkiye’de denizciliğin geleceği dediğimiz zaman bunun altında pek çok başlık var. Gemi inşa var, işletmecilik var… Ben gemi inşa sanayinin ömrünün iyi olacağını düşüncesinde de değilim. Çünkü eskisi gibi Avrupa’ya yapılacak gemi inşaatı furyası olmayacak bundan sonra. Türkiye’deki fiyatlar artık yurt dışındaki fiyatlardan aşağı değil. Zaman olarak da cazip değiliz. Adamlar 115 bin tonluk gemileri neredeyse 2-3 ayda yapacaklar. Türkiye’deki gemi inşa sanayi ancak Türk armatörüne çalışır. Öte yandan, eskiden Türkiye’den her hafta yabancılara bir gemi veriliyordu. Bundan sonra bu temponun olabileceğine inanmıyorum. Biz de Kaptanoğlu olarak, yaparsak eğer, kendimize gemi yapacağız. Ama şu yaptığımız tonajlarda değil. Bundan sonra herhalde projeleri değiştirip daha büyük gemiler yapmaya çalışacağız. Tersaneyi kapatmayız diye düşünüyorum. Çünkü buradan ekmek yiyen insanlar var.”
Kaptanoğlu Ailesi’nde iş bölümü çok net. Engin Kaptanoğlu hep işin teknik tarafında. Kızı finans okumayı tercih edince oğlunu makine mühendisliği için özellikle teşvik etmiş. Böylece işin teknik tarafına yeni kuşağı getirmek mümkün olacak. Gündüz Kaptanoğlu finans işleriyle, Cengiz Bey ise işin kurumsal tarafıyla ilgileniyor.

Kuru yük tankerden iyi
Engin Kaptanoğlu krizi iyi yönetemediklerini düşünüyor: “Bence biz krizi hiç iyi yönetemedik. Kabahatimiz şurada: Biz kuru yükçüydük, tankerciliğe döndük. Kuru yükte kalsaydık kriz yanımızdan bile geçmezdi. Mesela bir tanker 2 ay yüksüz kaldı. Ama kuru yük gemisi hiç yüksüz kalmadı. 15 liraya gitmedi de 9 liraya gitti. Bu yüzden şimdi yine kuru yüke döndük, 5 tane kuruyük var, iş biraz döndü ama 11 tane tanker var. Şimdi makinası arıza yapan bir tankerimiz var, 1,5 yaşında; 2 ya da 3 sefer yapmış. Durmuş hep. Durması hepten zarar işte! Kuru yük gemilerimiz hiç durmadı, eskisi gibi kazanmıyor ama hiç yoktan iyidir. Yani bir klasman yaparsak en başta batanlar konteynerler; hepten durdular. Onun arkasından kimyasallar, yüzde 90 durdu. Ondan sonra da tankerler. Demek ki benim 10 tane kuru yük gemim olsa kriz bana dokunmayacaktı.”
Engin Kaptanoğlu ve dinlenmek pek bir arada kullanılan sözcükler değil. Aslında en son Kore’deki gemiyi teslim aldıktan sonra emekli olacakmış ama yine bir sürü iş çıkınca ertelemek zorunda kalmış. Aslına bakılırsa o kuşak yeni kuşaktan o kadar farklı ki, sanki Engin Bey gibi isimler işin başında durmazsa işler yürümez gibi hissediyoruz. Zaten kendisi de haklı olarak yeni jenerasyonu bu konuda birazcık eleştiriyor. “Bizlerdeki heyecan gençlerde yok. Mesela biz gemi yapardık, çoğu zaman babamla beraber gidip geminin Boğaz’dan girişini seyrederdik. Ben daha Cenk’in, Şadan’ın ‘Gemi Boğaz’dan geçecek, gidelim de geçişini görelim’ dediğini hiç duymadım.”
Galatasaray’la başlayan bir sohbet yine Galatasaray’la bitiyor. Lise için, “Galatasaray bize sadece eğitim vermedi. Dostluk, arkadaşlık, ileri görüş verdi, yardımlaşma verdi. Yarın öbür gün aç kalsam, gider bir Galatasaraylı’nın yanında çalışırım, işim de hazırdır yani. Bütün Galatasaraylılar’ın da öyledir. Galatasaray gibi bir cemiyet daha yok Türkiye’de” diyen Engin Kaptanoğlu, futbol kulübü için aynı iyimserliği taşımıyor. “Galatasaray’ın bu günkü durumu iyi değil. Benim kabul etmediğim şey sadece takım değil. Mesela ben federasyonun 6 tane yabancı futbolcu oynatmaya izin vermesini de kabul etmiyorum. Bana göre futbolcu alt yapıdan gelecek ve çalışacak” diyor. Görünüşe bakılırsa daha iyi zamanlar görenler için başarısızlıkları kabul etmek biraz daha zor. Yine de sorunları konuşup çözmekten, şans ve umut beklemekten başka çare yok. Hem Türk Denizciliği hem de Galatasaray için…

[/membership]

Bunu Paylaşın