Emekli Amiral Cem Gürdeniz: Önce Ordusuz sonra Vatansız kalırdık!

MDN İstanbul

Emekli Amiral Cem Gürdeniz
15 Temmuz darbe girişiminin ardından yaşanan gelişmeleri değerlendiren Emekli Amiral Cem Gürdeniz, Türkiye’nin tarihi, politik ve stratejik meselelerinin çözümüne dair çarpıcı ve ufuk açıcı yaklaşımlarda bulundu
Deniz Kuvvetleri’nde bir komutanken Balyoz Kumpasına maruz bırakılmıştınız, 3,5 yıl özgürlüğünüz elinizden alındı, FETÖ Terör Örgütünü fark edip, üstlerinize bildirmiş miydiniz? Bu doğrultuda sahip olduğumuz coğrafyanın jeopolitik önemini anlatır mısınız?
Sual, sanırım, FETÖ terör örgütünü üstlerime belirtip belirtmediğim, evet tabii ki belirttim. Tümamiralliğe terfi edeceğim 2008 yılının baharından itibaren şahsıma basın yoluyla ve internetten anonim yollarla tacizler başladı. Esasında hiçbir şekilde adli veya hukuki soruşturmayı etkilemeyecek, ama benim itibarımı etkileyecek nitelikte internet bazlı saldırılardı, nedir bunlar? Rahmetli babam Halit Gürdeniz’in ev eşyalarını Erdek’te bulunduğum Mayın Filosu Komutanlığı’nın koruması altındaki bir ilkokula bağışlamıştım ve bunu da Erdek’ten tersaneye malzeme getiren ama dönüşte boş dönecek bir kamyonete koydurma gibi bir opsiyon vardı. Ben de bu kamyoneti kullandım. Ertesi gün bir bakıyoruz, “Amiral Gürdeniz ev eşyalarını Deniz Kuvvetleri’nin araçlarıyla taşıtıyor” diye haber var ki enteresandır, bu siteler; Amerika, Hollanda, Avusturalya kaynaklı. Bunlar video çekimi yapacak kadar organizeler. FETÖ terör örgütü o kadar organize ki telefonları dinliyorlar, kayıt yapıyorlar. Bunu zamanı gelince servis ediyorlar.

Her zaman gücünü gerçeklerden, dürüstlüğünden alan bir kişi olduğum için bu ve benzeri olaylar beni hiç etkilemedi. Kamyonet evden eşyaları aldıktan sonra babamın tüm eşyalarını o ilkokula götürdü. Oraya bu iş için gönderdiğim kişiler de işini iyi yapan insanlardı, ilkokulda fotoğraf çekip tutanak tuttular. Sonradan bu olay Genelkurmay’dan soruşturulup gerçekler ortaya çıkınca işi soruşturanlar benden özür dileyecek hale geldiler. Ama negatif etki yaratılmıştı. Olay bu şekilde başladı. Bakıyorsunuz bunlara ait dergilerde ve gazetelerde ardı ardına haberler çıkıyor. Örneğin, köpeğimle ilgili aynı dönemde bir haber çıktı. Köpeğimi benim askerlerim gezdiriyormuş. Ya da ağabeyimle yaptığım telefon görüşmesini manipüle ederek ve üstüne kelime ekleyerek internete veriyorlar, “Türk Halkını küçük gören Amiral, dine karşı yorumlar yapıyor,” diye sizi halkın gözünde küçülterek, bir amiral modellemesine sokuyor, hedef gösteriyor. İşin özü şu: FETÖ, hedefine aldığı kişileri önce itibarsızlaştırıyor sonra bekliyor. İlginçtir bu haberler hep Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısından önce yapılıyordu. Böylece sizin terfi almanızın önüne geçmeye çalışıyorlardı diyelim, bu tutmuyor ki, bende tutmadı. Bu kez 2009 sonrası sahte delillerle hukuk davalarına başvurdular. İşte Balyoz, Ergenekon, Amirallere Suikast ve diğer davalar da bu şekilde geldi. Fetullah Gülen’in ne kadar organize olduğunu şöyle biliyordum: Yıllarca Deniz Kuvvetleri Plan Prensipler Daire Başkanlığı’nı yaptığım için devletin bu konulardaki istihbarat değerlendirmelerini bilen biriydim. Bunların da Atlantik yapının bir tetikçisi olduğunu bildiğim için o yüzden de hiç şaşırmıyordum.

Bu bilgiye, bilince nasıl eriştiniz?
Fetullah Gülen’in Pensilvanya’da kalıcı oturma izni almak için gittiği 1999 yılından çalışma iznini aldığı 2008 yılına kadar ki bir süreç… Bu konuda tabii Necip Hablemitoğlu olsun, Türkan Saylan Hocamız olsun, daha 98’lerde bu projenin çok büyük olduğunu gündeme getirmişlerdi. Sonra kendileri de bizimle aynı kaderi paylaştılar.

Deniz Kuvvetleri özellikle Soğuk Savaş sonrası, 2000’ler sonrası muazzam bir kuantum sıçraması yaptı, strateji ve teknoloji üretti ve bunları çok etkin bir şekilde kullandı. Bu tabii Atlantik yapıyı çok rahatsız etti. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerinin 1 Mart 2003 tezkeresini reddetmesi çok önemli iki stratejik sonuç doğurdu. Bir tanesi, Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da 35 bin kişilik ABD askeri yerleşmesinin önü kapandı ve tabii Kuzey’den Irak’a karşı askeri cephe açılması imkânsız hale geldi. Eğer o tezkere geçmiş olsaydı bugün 15 Temmuz yüzde yüz başarılı olurdu! Zaten 15 Temmuz’a kalmadan Güneydoğu’da büyük bir ayaklanma çıkardı ve bu ayaklanmada orada ki birlikler, “right the protect” dedikleri koruma hakkını kullanarak müdahale ederdi ve bugün Güneydoğu çoktan kopmuş olurdu. O yüzden 1 Mart 2003 lehimize çok büyük bir kırılmadır, tabii bunun intikamı birkaç ay sonra 4 Temmuz’da, “Çuval Olayı” ile alındı.
Bunun dışında Deniz Kuvvetleri’ne Karadeniz ve Doğu Akdeniz’deki yapılanmaları nedeniyle çok büyük bir antipati duyulduğunu düşünüyorum. Blacksaefor (Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu)’nun kurulması, aktive edilmesi ve diğer girişimler öne çıktı. Heyet Başkanı olarak pek çok NATO toplantısının birebir içinde yaşamış olduğumdan, o yapının ne düşündüğünü en iyi bilenlerden biriyim. O yapı Montrö Sözleşmesi’ni zaten büyük bir jeopolitik oyuncu olduğundan istemez. Dünya denizlerinin, okyanuslarının on binde biri kadar olan Karadeniz’e Amerikan gemilerinin girememesi ciddi bir eksikliktir onlar için. Neticede hem Montrö var ve bunların üstüne siz, hem Blackseafor’u hem de Black Sea Harmony’i kuruyorsunuz. Kurtuluş Savaşı’nda Kuvay-i Milliye’nin kurduğu Nakliyat-ı Bahriye gibi bir etki yaratılıyor. 21. yüzyılda hegemonya bunu kabul etmiyor ve bu nedenle Deniz Kuvvetlerine bu kadar ağır yüklenildi. O yüzdendir ki, Deniz Kuvvetlerinin bir gecede 25 Amirali kaybedildi. Şimdi baktığınız zaman son 15 Temmuz darbe teşebbüsü olaylarında 58 Amiralden 32’si tutuklandı. Peki bu 32 Amiral ne zaman göreve getirildi biliyor musunuz? Hepsi 2010’dan sonra geldi! 2010 ile 2016 arasında 32 amiral, peki kimin yerine geldi? Bizlerin. Evet, 2008 yılında bu itibarsızlaştırmalar başladığında ben dönemimin Donanma Komutanına durumu özetlemeye gayret ettim. Bunların arkasında FETÖ olduğunu söyledim. Hatta şunu da söyledim: ‘’Deniz Kuvvetleri’ne çok büyük bir saldırının ipuçları bunlar’’ dedim. Bu konuşma geçtikten yaklaşık bir ay sonra Amirallere suikast davasıyla teğmenler tutuklandı. O zaman anladım ki artık Deniz Kuvvetlerine fiili zarar verme dönemine geçtiler. Çünkü 1 Temmuz 2008’de Ergenekon ile ilk başarılı neticeye erişmişlerdi. Amirallere suikast davası da kabaca 1 yıl sonra 2009 baharında gerçekleşiyor. Önce Ergenekon üzerinden Yüksek Askeri Komuta Heyeti’nin reaksiyonunu ölçtüler. Hatırlayınız, Mehmet Ali Çelebi’ler, Hurşit Tolon’lar bu grup 2008’de. Albay Ahmet Zeki Üçok her yerde izah ediyor, “sarı öküzü verme” diye bir kavram var, “onu vermeyecektiniz” diyor. Mehmet Ali Çelebi’nin teslim edilmesiyle süreç başladı.

‘Biz askeri yargıdaki FETÖ yapılanmasını zaten çok önceden biliyorduk. Zaten ilk yerleştikleri yerler askeri yargı ve GATA idi. Bunu çok iyi biliyorduk ama muharip birliklere bu kadar etkin bir şekilde yerleşip istihbarat toplamaları, bizleri fişlemeleri, bunları yurt dışındaki merkezlere aktarmalarını düşünürsek, gerçek anlamda aksiyon safhasına fiilen 2007 sonları, 2008 gibi geçtiler.’

Üstelik Mehmet Ali Çelebi, Askeri Adliye yerine Beşiktaş Adliyesi’ne gönderildi. Bu iştahları kabarttı. Bugün üzülerek şunu da gördük ki askeri yargıda da yargılansa, sonuç değişmeyecekmiş. Zira askeri yargı da FETÖ’nün etki alanına girmiş. Biz askeri yargıdaki FETÖ yapılanmasını zaten çok önceden biliyorduk. Zaten ilk yerleştikleri yerler askeri yargı ve GATA idi. Bunu çok iyi biliyorduk ama muharip birliklere bu kadar etkin bir şekilde yerleşip istihbarat toplamaları, bizleri fişlemeleri, bunları yurt dışındaki merkezlere aktarmalarını düşünürsek, gerçek anlamda aksiyon safhasına fiilen 2007 sonları, 2008 gibi geçtiler.

Şu an GATA’nın kapatılması için ne düşünüyorsunuz?
Bakın eğer bir hastalık varsa o hastalıkla uğraşmanız lazım. Eğer kolunuzda bir mikrop varsa onunla uğraşırsınız, ama şu an yapılan kolu kesmek gibi bir şey. Diyelim ki bugün iki üç tane eczanede FETÖ yapılanması var. Bütün eczaneleri kapayabilir misiniz? Onun gibi bir şey bu. 15 Temmuz dehşetinin şoku ve acelesi ile alınmış karar. Ben bu kararın ileride aklıselimle yeniden değerlendirileceğine inanıyorum. Acele kararlar alınmasında bir beka endişesi olduğuna da inanıyorum. Bakın Parlamento 7 saat bombalanıyor. Milletvekilleri, Cumhurbaşkanı öldürülmek isteniyor. Şimdi bu tip tedbirleri almalarını ben doğal karşılıyorum. Her canlı organizma bir saldırıda kendini koruma içgüdüsüyle hareket eder. Geleceğini hem orta hem uzun vadede garanti altına almak ister.

Biz şimdi Türkiye bu aşamaya nasıl geldi ona bakalım. Neden o döneme bu yapılanma bilindiği halde reaksiyon gösterilmedi? Mesela GATA’da bu yapılanma biliniyordu, hem de çok önceden. Bu konuda çok subay, profesör, doktor konunun üzerine gitti, fakat benim Hürriyet’te verdiğim röportajda da söylediğim gibi gizli bir el veya korku bu yapının üstüne gitmeyi engelledi. Nedir bu korku? Türkiye’de Kara Kuvvetleri merkezli dik hiyerarşik bir komuta yapısı vardır. Bu yapıda bütün güçler Genelkurmay Başkanlığı’nda toplanmıştır. Kuvvetler, Genelkurmay’ın onayı olmadan pek çok işi tek başına yapamazlar. Diğer yandan söz konusu karacı yoğun komuta yapısında NATO/ Atlantik Yapıya karşı her zaman bir çekince olduğunu düşünüyorum. Açık yüreklilikle de her yerde söylüyorum; yani Kara Kuvvetleri ağırlıklı bu yapının 12 Mart’ta solu dekapite ettiğini, yine 12 Eylül’de solun ve gerçek Kemalistlerin üzerine gittiğini görüyoruz. Bu süreçte 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları ile neo-liberal sistemin Türkiye’ye entegrasyonuna olanak sağlandığını görebiliyoruz. Anarşinin 13 Eylül sabahı bıçak gibi kesildiğini de görüyoruz. O zaman insan şunu sormadan edemiyor: Hegemonya Soğuk Savaş döneminde ordumuzu bir enstrüman olarak mı kullandı? Olgularla baktığımızda ben ‘evet’ diyorum. Ne yazık ki, Türk Ordusu solun büyümesinin, Türkiye’nin Sovyetlere yaklaşmasının önünü kesmek için bir enstrüman olarak kullanıldı ve neticede öyle bir yapı sağlandı ki ordu görünüşte Atatürkçü de olsa ondan ve fikirlerinden çok uzaklaştı.

Neden Rusya’ya yaklaşması engellendi?
Sualinizin başında jeopolitik konumu sordunuz. Belki Türkiye, dünya üzerinde, jeopolitik konumu en önemli ülkelerin başında geliyor. Şimdi haritaya bakıp bu coğrafyayı tartışalım. Kuzeye, güneye, batıya, doğuya her türlü etki alanına erişim imkânı var. Doğu-batı ekseninde uzanan nadir yarımada ülkesine sahip. Diğer yarım adalar çoğunluk kuzey-güney ekseninde uzanır. Bu ne anlama geliyor: Siz eğer büyük bir devlet, bir askeri güçseniz bura oluşturacağınız gücü eriştiremeyeceğiniz bir nokta yok! Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu 700 yıl varlığını sürdürdü. Bir de kuzeyinde dünyanın “heartland”i yani kalpgâhı dediğimiz, koskoca bir Rusya var. Bugün Amerikalı pek çok jeopolitikçinin dediği gibi; Amerika’nın jeopolitik rakibi Rusya’dır. Çin’i o kadar gündeme almıyorlar? Rus-Amerikan jeopolitik rekabeti 21. yüzyılın en ciddi çekişme alanı olacak. Örneğin bugün pek de sakin olamayan Arktik Denizi’nin (Kuzey Buz Denizi’nin) neredeyse yüzde yetmişine Rusya hâkim durumda. Bu deniz hidrokarbon deposu.

Her yönü ile farklı bir küresel güç olduğunu, Avrupa devleti olmadığını iddia eden bir Rusya var yeni dünya düzeninde. Baktığınız zaman Osmanlıyla 13 kez savaşmışlar. Jeopolitik bir aktör. Muazzam doğal zenginlikleri var. Soğuk Savaş sonrası bir gecede süper güç statüsünü kaybettiler ve neredeyse dağılma aşamasına geldiler. 2000’de Putin iktidara gelmeseydi dağılırlardı. Rusya’nın dağılmamasının iki nedeni var. Nükleer güç olması (özellikle nükleer denizaltıları) ve enerji kaynakları onları yeniden dünya gücü statüsüne taşıdı. Putin olmasaydı, hegemonya Rusya’yı yok ederdi. Zaten Rusya şu an ideolojik olarak kapitalist bir devlet, evet devletin kontrol ettiği bir takım firmalar var ama bir ideolojik kamplaşma artık yok. Marksist, kapitalist, sosyalist kavramlarının olmadığı bir Rusya’dan bahsediyoruz.

Soğuk Savaş sonrası zaten hegemonyanın amacı neoliberal sistemi eski Sovyet etki alanına entegre etmekti. Çoğu alanda ettiler zaten. Ama bunu yaparken de jeopolitik açıdan Rusya’yı kuşattılar. Çok süratli bir şekilde Rusya’yı “containment (çevreleme) stratejisi” ile eski sınırlarından çok daha derinlere içeriye doğru ittiler. Bugün Rusya’nın AB ve NATO tarafından kuşatıldığını görüyoruz. Son aşamada amaç Ukrayna’nın ve Gürcistan’ın NATO ve AB üyesi yapılmasıdır. Eğer bu gerçekleşirse Rusya jeopolitik açıdan çok büyük bir darbe yiyecektir. Hele hele Suriye’de Kürt koridoru dediğimiz Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’yi birleştiren bölge eğer hegemonyanın kontrolünde bir ülkeye dönüşür ve denize çıkışı olursa Rusya jeopolitiği müthiş bir boşluğa düşer. Bugün işte bunun mücadelesi veriliyor. Kırım’ın alınmasından, Kuzey Suriye’deki mücadeleye, buradan Akdeniz’deki mücadeleye kadar her şeyin başında işte bu jeopolitik amaçlar var. Hatta 15 Temmuz darbesinin temelinde bile bu var. Darbeden önce Türkiye, Rusya’ya bir özür mektubu gönderdi ve Türkiye-Rusya ilişkileri yeniden düzeldi. Bu yakınlaşma jeopolitik olarak çok önemli. Hatta bu yakınlaşma bundan 100 sene önce 1920‘lerde Atatürk, Lenin dostluğu ile başlatılan jeopolitik yakınlaşmaya benzetilebilir. Eğer o yıllarda Türk Rus yakınlaşması olmasaydı Kafkas Seddi (Gürcistan ve Ermenistan’ın jeopolitik bir set ile Türkiye ve Rusya arasına girmesi) önlenemez ve Kurtuluş Savaşı mümkün olamazdı. Aynı dönemde Rusya’da Bolşevikler 80 bin askerle İtilaf devletlerinin desteklediği bir iç savaş dönemini yaşıyorlardı. Mustafa Kemal, Lenin’le anlaşıp, ‘’Kafkas Seddi’ni kıracağız,” demeseydi şu an Türkiye Cumhuriyeti’nden konuşuyor olamazdık. Varoluş nedenimiz zaten Türk-Rus yakınlaşması. Aynı şey bugün de geçerli. Bugün eğer Rusya ile Türkiye yakınlaşmazsa, Türkiye’nin kuşatılma süreci hızlanır. Türk-Rus yakınlaşması ve 8 Ağustos 2016 Saint Petersburg buluşması, 6 Nisan 1946’daki, Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Mehmet Münir Ertegün’ün cenazesini getirmek üzere Amerikan savaş gemisi “USS Missouri”nin, Türkiye’yi ziyareti kadar önemli. Biliyorsunuz, II. Dünya Savaşı’nda Türkiye tarafsızlığını korumuştu. Ancak savaş sonunda muzaffer Sovyet Hükümeti, Türk Boğazları’nın ortak savunulmasını 1945 ve 1946 notaları ile gündeme getirdi. Türkiye bu talepleri kesin bir dille reddetti. Kriz adeta bir güç gösterisine dönüştü ve bu süreç daha sonra 12 Mart 1947’de Amerika Devlet Başkanı Harry Truman’ın Sovyet tehdidine karşı, kendi adıyla bilinen “Truman Doktrini”nin ortaya çıkmasında etkin bir rol oynadı. Truman, “Biz Sovyetlerin hür dünyaya ilerleyişini durduracağız!” demişti. Türkiye’de bu olay sonrasında yüzünü tamamen Batı’ya yöneltti. Dediler ki, “Biz Türkiye’nin yanındayız” ve bunu söyleyen grup çok değil, daha 1942 yılının başında Sovyetlere de şöyle diyordu, “biz size Çanakkale Savaşı sırasında Türk Boğazları’nı vermeye söz vermiştik, fakat bunu yerine getiremedik.”

‘Türkiye’de hiç kimsenin hiç kimseye din dayatmasını tasvip etmiyorum. Bu en temel insan hakkıdır. Herkes vicdanen hürdür, bu da yasal olarak güvence altına alınmıştır. Bu Türkiye’nin en büyük zenginliğidir.’

Türkiye böylece, 1918’de anavatanını işgale gelmiş, 1919’da İzmir’e Yunan askerini çıkarmış bir yapı ile ittifaka girmiş oldu. Tabii bu ittifak ilk kez 1939 yılında denendi. Onu da hatırlatayım. Çünkü Sovyetlerin bizden ilk Boğaz talebi 1939 yılında Saraçoğlu Hükümeti’ne karşı olmuştur. Türkiye onu da reddetmiştir. İngiltere ve Fransa ile 3’lü ittifak anlaşması yapılmıştır. Hem de Atatürk’ün ölümünden 1 yıl sonra… Burada hatanın Stalin ve Molotof ikilisinde olduğunu da unutmamak gerekir. Ancak ne demişti Atatürk: “Türk-Rus ilişkileri çok önemlidir, Türkiye ile Rusya jeopolitik olarak dost olmak zorundadır!” İşte 1939 sonrası ve özellikle 1945 ve 1946 notaları ile Türkiye Atlantik sistemin kucağına itilmiş oldu.

Atatürk’ün felsefesi en başından beri buydu! Atatürk devlet ve halk için her zaman en doğru olanları yapmıştı. Tarihte 13 kez savaşmış iki ulusu dost yapmıştı. Tekrar söylüyorum eğer Kurtuluş Savaşı’nda Rusya olmasaydı, kurtuluş savaşı olmazdı.

Ama bakın hegemonyanın yeni dili neo-liberal sistem ile 1980’lerden sonra Türkiye dayatmalarla, tüketen, din ile uyutulan bir ülke haline getirildi. Bu öyle bir sistem ki, insan çok çalışacak, kredi alacak, istediğini elde edebilecek, borçlanacak, borçlarını ödemek için kredi alacak! Bu arada haklarını savunmayacak, eğer sorgularsa, din ile durdurulacak; işte efendim “senin kaderin bu”, “iki lokma bir hırka” veya “işte sen alın yazına mı karşı geliyorsun” gibi dinsel söylemler.. Mesela kapitalist ekonomi çok yükselirken, bir yandan dindarlaşma, dinin her yere sokulması paralel yürütülmüştür. Bunun yanında zaten siz sorgulayan, okuyan, düşünen olmayın isteniyor. Türkiye’yi bilimden, kültürden uzaklaştırma, düşünceden uzaklaştırma siyaseti 12 Eylül 1980’den itibaren etkin politikalarla sistemli olarak başladı.

Gördük 15 Temmuz olaylarında Müslüman bir grup, Müslüman bir hükümeti ortadan kaldırmaya gitti. Dindar dindara ateş gücü kullandı, vahameti düşünebiliyor musunuz? O zaman bu toplumu birleştiren harç din değil. Din vicdani alanda kalmalı, İmam Hatip okullarına da ben bu perspektifle bakıyorum. Türkiye’de hiç kimsenin hiç kimseye din dayatmasını tasvip etmiyorum. Bu en temel insan hakkıdır. Herkes vicdanen hürdür, bu da yasal olarak güvence altına alınmıştır. Bu Türkiye’nin en büyük zenginliğidir. Herkes şunu soruyor “Türkler medeniyete ne kattı?” Ben söyleyeyim; Atatürk sayesinde reformunu yapmamış İslam dinini, demokrasi gibi -olmazsa olmazı laikliktir çünkü vicdan hürriyeti getirir- bir yönetim biçimi ile harmanladı. Atatürk, Türkiye’de ve bu coğrafyada laiklik ile hem İslam’ı ya da diğer dinleri iç içe yaşayabilecek özgürlük ortamını yarattı.

Osmanlı işgal ettiği hiçbir yerde din dayatması yapmamıştır
Zaten Kemalizm’in getirdiği sosyo-genetik kodların gücü bu zaten. Osmanlı da bunu empoze eden bir İmparatorluk değildir.

’15 Temmuz gecesi halkımız iki ana gücü kullandı. Osmanlı geçmişi ve Mustafa Kemal gerçeği. Mustafa Kemal 15 yıllık bir devri- me, 500 yıllık geri kalmışlığı sığdı- rıp başarıyla çıktı. Dünyada örneği olmayan her alanda başarıyla yol almış gerçek devrimdi. Ayrıca sosyo-genetik kodlarımızda bir İmparatorluk kurmuş olmanın da izleri vardır. Türk efendi olmuştur, Türk’ün başına tarihinde bir koloni valisi gelmemiştir, Türk bir sömürge ülkesi olmamıştır, bu bir güçtür. 15 Temmuz’da bu iki gerçeği göz ardı ettiler.’

O zaman bizim de bu geleneği devam ettirmemiz lazım. Ancak Milletin her alanda gelişimini amaçlayarak kurulan 1940 yılında kurulan Köy Enstitüleri’ne bakalım… Cumhuriyet döneminde okuma-yazma oranı nüfusun yüzde 5’i bile değildi. Enstitülerde gönüllü çalışacak öğretmenler hem köylüye hem de genç nesle okuma-yazma gibi temel bilgileri öğretecek hem de modern tarım teknikleri gibi bir çok zanaat ve sanat dalları uygulamalı olarak öğretilecekti. Müthiş bir seferberlik ruhuyla başladı, sanayileşmenin tohumları atılıyordu. Peki ne oldu, çeşitli söylemlerle halk kışkırtıldığında amaç bu gelişime dur demekti. Hasan Ali Yücel’in de 1946 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılmasına kadar Köy Enstitüleri devam etmişti. Atlantik yapının dayatmasıyla Cumhuriyet Halk Partisi döneminde, Enstitüler kapatıldı. İmam Hatiplerin açılması, CHP iktidarı sayesinde olmuştur. Bunun da en büyük nedeni Türkiye’nin komünizme yönelmesine karşı duyulan tedirginlik ile komünizmi engelleyecek, toplumu şekillendirecek en önemli unsurun din olduğu düşüncesidir.

Sizce Komünizm neden öcü görülüyordu?
Komünizm’den korkulmasının önemli iki nedeni var. İlki, jeopolitik anlamda Sovyetlerin etki altına girilmesiyle Boğazların Rusların etkisi altına girmesi yani Türkiye’nin jeopolitik konumu göz önüne alındığında Sovyetler Birliği’ne yakınlaşması. Diğeri de, Türkiye neticede batıyla ticaret yapan bir ülkeydi ve önemli bir pazardı. O zaman karma ekonomik dönemdi ve Türkiye’nin de kapitalist ekonomik modelden çıkarak bu pazarın Sovyetlere kaybedilmesi önemliydi. Özetle, hem askeri hem ekonomik hem de jeopolitik unsurlar nedeniyle Atlantik yapı, Türkiye’yi Rusya’dan uzak tutma politikasını yürürlüğe koydu.

Güçler kendi çıkarları için bizi mi dizayn ediyordu?
Kesinlikle dizayn ediliyorduk. Hatta Atlantik yapıya şu açıdan bir bakalım: Fetullah Gülen’in ilk bu yapı tarafından kullanımı, 1952’de NATO’ya girmemizle aynı yıla rastlar. Komünizm ile mücadele derneğinin ilk üyelerindendi. Zaten köy enstitüleri de bu mücadele uğruna kapatılmamış mıydı? Buradan komünistler yetişiyor diye kapatılmıştı. Kemalizm neye benzetildi? Komünizme benzetildi. Üzülerek söylüyorum, Yüksek Askeri Komutanlık bu süreçte önemli rol oynadı.

Türkiye bu hegemonyaya niye karşı duramadı?
Türkiye’nin yüksek komutanlıkta adam yetiştirme sorunu var. Genelkurmay Başkanlarına muazzam bir yetki veriyorsunuz fakat o Genelkurmay Başkanları çok iyi yetişmiş olamayabiliyor. Siz siyasi tarih bilmeden, jeopolitik konumu bilmeden, strateji üretmeyi bilmeden bu tip kişileri başa getirirseniz onlar da Atlantik sisteme yani üst akla açık hale gelirler ve bağımsız davranamazlar.

Atlantik sistem için NATO’nun önemi nedir, Atlantik yapıdan kuşkulanmalı mıyız?
NATO, Atlantik sistemin askeri bacağıdır. Atlantik sistem sadece askeri bacak değildir siyasi, askeri, kültürel, sosyo-psikolojik birçok bacağı vardır. Atlantik sistem diyerek ben bunları düşman olarak nitelendirmiyorum, bu yapının tabii ki iyi yönleri de var. Hukukta çok iyiler, bilimde çok iyiler, çağdaş uygar ülkeler, fakat bu yapı dünya hegemonyasına sahip olduğu için de dolayısıyla kolay kolay bu konumdan da vazgeçmeyen bir sistem. Sorun küresel hegemonyanın el değiştirmesini mümkünse sonsuza kadar geciktirmek.

Türkiye, 1946’da II. Dünya savaşı bittikten sonra artık Atlantik sistemin bir üyesi. Tabii üyelerin de kendine has statüleri var. Mesela sizi Almanya ile aynı statüde görmüyorlar. Sorun; Türkiye’nin Atlantik sistemde “Doğu için iyidir-bon pour l’orient” gibi görünmesi. Böylece üçüncü sınıf bir ülke olarak görülüyorsunuz ve sizin üzerinizden planlar yapılıyor. Sizin hayatınızı etkileyecek kararlar başka başkentlerde veriliyor. Almanya için durum böyle mi? İtalya’da, ya da Fransa’da bu söz konusu olabilir mi? İşte buyurun bakın. 15 Temmuz FETÖ hıyaneti geldiğimiz noktayı özetliyor.

ABD sizin devletinizi ele geçirmeye kararlı böylesine dini bir yapılanmaya kendi topraklarında izin verip, ona bütün kaynaklarını açıp üstelik 30 milyar dolar bütçeye sahip olmasını sağlayarak, Dünya genelinde yaklaşık 120 devlette okullar açmasını teşvik ediyorsa ve de üstelik birçok ticari kuruluş bu yapının elinde olursa… Doğal olarak Atlantik yapıya kuşkuyla bakarsınız, bende bu kuşkuyla bakıyorum.

Amerika yıllarca, Türklere “Siz çok katı laikçisiniz” dedi. Soğuk Savaş sonrası Orta Asya Türk devletlerine de din özgürlükleri üzerinden yumuşak bir geçiş yapmak istedi. Ne İran gibi Şii, ne Suudlar gibi Vahabi bir mezhep olmasın, orta bir şey bulalım dediler. Buna da biz Fetullah Gülen Müslümanlığı diyelim dediler. Böylece Fettullah Gülen Vatikan’a bile kabul edilirken postmodern bir İslam yaratıldı. Bunun peşinden gidecek olanlar da Gülen okullarında endoktrine edildi.

Peki, Atlantik yapı bu 120 devleti de hedef aldı denebilir mi?
Şöyle, bu sadece Türkiye için geçerli değil, o okulların bulunduğu devletlere karşı da grup yetiştiriliyor. Hegemonya çok güçlü ve görüyor, insanları 21. yüzyılda etkilemenin en önemli yolları nedir: Kültür. 4. sanayi devrimini yaşıyoruz, dijital bir devrim yaşanıyor. Bu gün bilgiye çok hızlı erişiliyor. Yani saniyede istediğiniz bilgiye erişiyorsunuz. Burada önemli olan bilgiyi doğru yorumlamak ve etki alanına çevirmek bu da hâlâ devletin içindeki güçlerle mümkün. Yani devletin gücü olmadan hiç bir şey olmaz. Yani siz istediğiniz kadar bilgili olun fakat yetkiniz olmadığı ve kapitale veya araçlara kumanda etmediğiniz sürece bu bilginin sadece entelektüel bir etkisi olur. Siz devlette yetki aldığınız zaman yani devletin gücünü yanınıza çektiğiniz zaman sizin o devletin geleceğini etkileme, kaderini değiştirme gücünüz olacaktır. Bugün Gülen’in yaptığı ki ben ona Atlantik İslamlaşması diyorum, buna dönüşebilecek bir yapıydı. Dikkat edelim, bu okullar en çok nerede açıldı: Orta Asya merkezli ülkelerde, üstelik Türkçe konuşulan bölgelerde.

Bu ülkenin suyuyla büyümüş insanlar, kendi halkına bir sniper silahıyla veya tanktan ateş açmaya ve meclisimize bomba atmaya kadar varan bu hıyaneti nasıl yaparlar? Yapamazlar(!) öyle değil mi? Ama bu sistemde bu okullarda ve evlerde endoktrine edilirlerse demek ki yapabiliyorlar. Bu modeli alın Orta Asya’ya, Afrika’ya veya istediğiniz ülkeye koyun…

İşte böyle bir model içinde o üst akıl, inşa ettiği bu yapıya dikte edeceği politikaları kendi çıkarları doğrultusunda uygulayacak hale getiriyor. Diyelim ki Afrika’da bir hükümetin, üst aklın isteklerine uygun, bu okulların yetiştirdiği örgütlenme ile ölümüne etki alanına girmiş die-hard kişilerin kontrolünde olduğunu düşünelim, lütfen bir düşünün…

Türk Halkı sokağa inerek yine bir tarih yazdı? Atlantik Sistem bunu bekliyor muydu?
Heyecanlandım, bir kere beni çok mutlu etti. Bu güne kadar Türkiye’deki bütün darbeler 27 Mayıs hariç. Ki, 27 Mayıs daha sonra Hükümet subayların maaşlarını ödeyemeyince, Amerika’dan ekonomik yardım almıştır. Böylelikle Atlantik yapının çizgisine girmeye mecbur kalınmıştır. Amerika da hemen kabul etmiştir.

15 Temmuz gecesi halkımız iki ana gücü kullandı. Osmanlı geçmişi ve Mustafa Kemal gerçeği. Mustafa Kemal 15 yıllık bir devrime, 500 yıllık geri kalmışlığı sığdırıp başarıyla çıktı. Dünyada örneği olmayan her alanda başarıyla yol almış gerçek devrimdi. Ayrıca sosyo-genetik kodlarımızda bir İmparatorluk kurmuş olmanın da izleri vardır. Türk efendi olmuştur, Türk’ün başına tarihinde bir koloni valisi gelmemiştir, Türk bir sömürge ülkesi olmamıştır, bu bir güçtür. 15 Temmuz’da bu iki gerçeği göz ardı ettiler. Diğer yandan Türkiye’deki etnik çeşitliliğe bakarsak bizi bağlayan ana yapının vatandaşlık bağı olduğunu görüyoruz. Kimsenin kafatası, kimsenin kanı önemli değildir, Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olan herkes Türk’tür. Atatürk ne diyor: Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran tüm Anadolu halkına Türk diyor, bundan daha güzel bir tabir olabilir mi? Yani bu alt kimlik olarak Ermeni olabilir, Kürt olabilir, Boşnak olabilir, Çerkez olabilir. Ama üst kimlik tektir o da Türk’tür. 15 Temmuz Türk’ün bir zaferidir.

15 Temmuz öncesi New York Times, Wall Street Journal, The Economist gibi yayınlarda pek çok önde gelen düşünce adamlarının darbeyi teşvik eden yazılarını okuduk. Darbe olduktan dakikalar sonra Fox TV’de ABD’li Albay Ralph Peterson “Bu darbeyi iyi çocuklar (Good guys) yapıyor… Obama çenesini kapatsın” ifadelerini kullandığını gördük. Şimdi Ralph Peterson dediğimiz kimdir? Büyük Ortadoğu Proje (BOP) haritasını ünlü Blood Borders makalesinde çizen adamdır. Kalkışma ardından yazılan makalelere bakıyoruz, Stratfor’dan George Friedman’ın yazdıkları, yine CFR üyesi Steven Cook,… Bir kere bu darbeyi yapanları öven, neredeyse Türkiye’nin bu darbe başarılı olsaydı çok daha iyi konuma geleceği şeklinde yorumlarını görüyoruz. Dolayısıyla, bunların hiçbirisi bizim için sürpriz değil! Bundan bir yıl evvel Middle East Forum’da, David P. Goldman isimli yazarın baklayı ağzından çıkardığı makalenin, Albay Ralph Peters’in fikirlerinden farkı yok. Goldman de BM gözetiminde Güneydoğu Anadolu’da bir plesibit yapılmasını ve Kürtlerin ayrılmasını talep ediyor. Yani Misakı Milli’yle çizilmiş bir topluma, bir Amerikalı, Kürtler ayrılacaksa ayrılsın diyor! Bunun kararını o mu veya Amerika mı verecek?

Yani Türkiye’nin Atlantik paktında nasıl bir yer aldığını biliyoruz. Bunu anlatmaya artık gerek yok. NATO’nun Türkiye’yi nereye getirdiğini de biliyoruz.

Uzun zamandır, halk sindiriliyor ancak Türk Milleti; Ordusu, Polisi ile kenetlenip hainleri yine püskürttü! Bu kalkışma amacına ulaşsaydı, İkinci Sevr mi yaşatılacaktı?
Halk o korkuları yıktı. Türk halkı kendini esir alacak o hazırlığın henüz tamamlanamadığını gösterdi. Bugün Türk ordusu tüm ordukomuta yapısıyla ve hiçbir şekilde tek bir çatlağa izin vermeden bu kararı almış olsaydı, o tankın karşısında kimse duramazdı. Burada önemli olan ordunun içindeki iradenin de Atlantik iradeyi kesinlikle desteklemiyor olmasıdır. Zira birinci darbe dönemi olan kumpas davalardan ders alındı. Ergenekon ve diğer kumpas davalar söz konusu olduğunda ordu bu kumpasları maalesef hukuka saygılıyız aldatmacası altında destekledi. Kumpas dava isimleri bile bu amaçla seçildi. Neden Ergenekon ismi? Türklüğün tarihinde çok değerli bir yeri olan Ergenekon, Türklerin Yaradılış Destanıdır! Burada amaç gelecek nesillere her yönü ile kötü bir tablo oluşturarak, Ergenekon adının gerçek anlamını hafızalardan silmekti. Bu suretle “kirli, kötü, hain” bir kavramı hatırlatmak için kumpasa verilen Ergenekon adı özenle seçilmiştir.

‘Balyoz’dan çıkan çok cesur kişiler var ve bu yapının üzerine gittiler “FETÖ listesini veriyoruz” dediler ve yine hiçbir şey yapılmadı. Aksine bu kişiler tehdit edildi.’

Bilinçli bir psikolojik negatif etki düşünülmüş. Balyoz ise, kanımca solu bitirmek adına o dönem Deniz Gezmiş ve arkadaşları için yürütülen yakalama harekâtının adının Balyoz olmasından kaynaklanıyor. Kafes ismi de denizcileri kafeslemek anlamında seçilmiş olabilir.
İktidar partisi ve liderler de şunu gördü. Bu yapı çok güçlü, hegemonyayı temsil ediyor. Bu yapı istediği ülkede istediği şekilde operasyon yapma yetkisine sahip. Garda bomba patlatıyor, katliam yapıyor, suikast yapıyor. Bu çok güçlü bir yapılanma. Ama ilk defa 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı’nın tutuklanma kararı aşamasında bu güç fark edildi. Düşünsenize Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bilgisi dışında bir savcı Mit Müsteşarı’nı tutuklamaya cüret edebiliyor. Bu nasıl bir güç?

Ordu, son 70 yıldır askeri vesayet adı altında genelde Atlantik sistemle uyumlu şekilde Türkiye politikasını etkiliyordu. Askeri vesayet dediğimiz model ne zaman ki Atlantik sistemin iradesi dışına çıktı: Karadeniz politikaları, Ege politikaları, Doğu Akdeniz politikaları, Kıbrıs ve Güney Doğu politikaları, PKK ile mücadele sonunda son kullanma tarihi geldi. İşte o vakit “Biz bunu kaldıralım yerine yeni, kendi kontrolümüzde bir siyasi oluşum yaratalım” diyerek, harekât ortamı buna göre şekillendirildi. Neoliberal yazarlar, tv kanalları sabah akşam hep sivilleşme, demokratikleşme vb. kavramlara yer verdi. Bu atmosferde bu kumpas davalar getirildi ve bir taşla iki kuş vuruldu hem askeri vesayet teslim alındı, hem de ülke sivilleşiyor diye Atlantik sistemin istediği tarzda silahlı kuvvetlerin gücü sulandırıldı. FETÖ militanlarına yer açıldı. Açılım süreci ile Güneydoğu silah deposuna dönüştürüldü.

Şimdi Hükümet bu yaptığı yanlışlıkları 7 Şubat 2012 yılından sonra anladı. Daha sonra 17-25 Aralık 2013 olayları gerçekleşti. Cumhurbaşkanının tapelerinin o sabah haberlerde, haber sitelerinde yer alması demek, o devletin artık olmadığını gösterir. Dehşet yani!
O zaman iktidar rakibin gücünü anladı. Maalesef FETÖ sisteminin gücü özellikle 2010 sonrası Türkiye’nin bütün dinamiklerini yıktı. 2010 yılında Askeri Casusluk Davası FETÖ tarafından piyasaya yeni sürülmüştü. O dönemde hatırlıyorum Hanefi Avcı’nın evinde iş adamlarının, ünlü gazetecilerin ve binlerce kişinin telefonlarının dinlendiğine dair kayıtlar çıktı. Bir Emniyet mensubu tek başına böyle bir şey yapabilir mi? Onlar yapıyor ve bu kişiye suç üretiliyor. O zaman fark edildi ki, muazzam bir güç birliği var. Ve bu güç, Türkiye’yi 15 Temmuz’a getirdi. Balyoz ve Ergenekon yumuşak darbe idi. Ortam şekillendirildi ve 15 Temmuz gerçekleşti. Bu gerçekleşseydi evet ikinci Sevr’in kapısı ardına kadar açılırdı.

Türkiye neden seyirci kaldı, bu yapıya karşı neden strateji geliştirmedi?
Deniz Kuvvetleri’nde bizim gibi Atatürkçü kişiler zaten strateji geliştirdiği için cezalandırma operasyonuna maruz kaldı. Bu cezalandırma operasyonunu yapacak kişiler nasıl yetiştirildi derseniz; önce adliyeye girilmiş, sonra istihbarat sınıfı kurulmuştu ve bu çok büyük bir hataydı. İstihbarat sınıfına girenlerin çok büyük bir çoğunluğunun FETÖ’cü olduğu ortaya çıktı. Şimdi istihbarat bunlara emanet edilmiş. Sonra personel atama daire başkanlıklarına sıçramışlar. Sizin yaverinizi, emir astsubayınızı, özel kalem müdürünüzü tayin edecek kadar önemli tayinler ile sizi esir almışlar. Yüksek komutanlık bunu bildiği halde neden işlem yapamadı, niye Hükümet kadar cesur olamadı? İşte sorun bu! 17-25 Aralık’tan sonra Hükümet hemen polis kolejlerini kapattı, polislerde 30 bin kişiyi tasfiye etti. Peki, ordu neden bekledi? Neden bu temizliği yapın demedi? Bunun sebebi, içerideki bu yapının yüksek komutanlık tarafından biliniyor olması ve bu yapıya büyük bir korkuyla yaklaşılması. Geçelim yüzlerce amiral, general ve subayı eski bir genelkurmay başkanını ve görevdeki bir orgenerali sahte delillerle hapse attıracak kadar güçlü bir yapı olduğu için susmayı tercih ettiler.

Balyoz’dan çıkan çok cesur kişiler var ve bu yapının üzerine gittiler. “FETÖ listesini veriyoruz” dediler ve yine hiçbir şey yapılmadı. Aksine bu kişiler tehdit edildi. Mahkemeye verildi. Türkiye 15 Temmuz gecesi 246 şehit verdi. Büyük bir facianın kıyısından dönüldü. Evdeki hesap çarşıya uysaydı, bu sayı kat be kat fazla olacaktı!

Hiç bir siyasiye dokunulmaması hakkındaki yorumunuz nedir, kalkışanların taktiği neydi?
Çok basit. Önce “ordunun içinde bir yapılanma sağlayalım” dediler sonra sıra siyasilere gelecekti. Bu örgüt esasında bir iç savaşı tetikleyecek şekilde hareket etti. Bunu örgütün çok küçük kısmı biliyordu. Neden halka ateş açarsın!

Hatırlarsınız Yugoslavya modelinde, kışla-kışla ile savaştı. 15 Temmuz günü önce Başbakan ve sonra Cumhurbaşkanının konuşmasıyla sabaha karşı başarısız olacaklarını anladılar. Eğer başarılı olsaydılar, o sabah biz şunu duyacaktık; TV kanalları alınmış, Maltepe’deki x tümeni hükümet taraftarı, Balıkesir’deki hava üssü FETÖ taraftarı, kolordu komutanlığı veya filolar hükümet taraftarı gibi bu şekilde bir kaosa sürüklenecekti Türkiye. Zaten hedef buydu. Bu yüzden emin ve rahat konuşuyorum. Her demokraside iktidara karşı bir antipati olabilir ve bu demokrasilerde normaldir. Ama burada söz konusu Türk’ün Türk’ü öldürmesinin ortamının yaratılmasıdır. Türk’ü devlet olarak yok etmek isteyen bir varlık mücadelesi üzerinden. Olayın boyutu çok büyük. Ancak halk ve ordu bu tuzağa düşmedi.

Tehlike şöyle devam ediyor. Hegemonyanın enstrümanları vardır. Finans enstrümanları gibi. Halk aşırı tüketim ve aşırı dinle yıllardır uyutuldu. Bu yüzden hegemonya halkı depolitize etti ve bir bakıma amacına ulaştığını sandı. Ancak her şeye rağmen Türk halkı kendine ateş açılmasına ve şiddet uygulanmasına rağmen dizayn edilemeyeceğini tüm dünyaya gösterdi. Bu gelecek açısından çok önemlidir. En önemlisi 70 yıllık Türkiye-Atlantik rotasında çok büyük bir kırılma ve ciddi rota değişikliğini de beraberinde getirecektir. Bunun zamanı gelmişti. Çünkü Avrasya büyük bir yükselişte.

Biz geçmişte Atlantik yapıdan zaten kopamazdık. Çünkü kendimize yeterli bir ekonomimiz yoktu. Yönelebileceğimiz bir ekonomik alan da yoktu. Soğuk Savaş döneminde Rusya liderliğinde Komekon ve Batı’nın kontrolünde Avrupa Topluluğu vardı. Türkiye kapitalist sistemin parçası olduğu için Batı’dan başka seçeneği yoktu. Türkiye rejimini belki totaliter bir rejime çevirebilirdi ama ekonomik sistemini çeviremezdi. Bugün Türkiye’nin ekonomik açıdan Avrasya seçeneği var. Doğalgazın yüzde 60’ını Rusya’dan, yüzde 30’unu İran’dan alıyoruz. Enerji olmadan güçlü bir ekonomiden bahsedemeyiz. Türkiye artık üretken, çalışkan ama iyi yönetildiğinde daha üretici olabilecek kapasiteye sahip. Bu nedenle Avrasya ekonomik sistemine de yönelecek seçeneğe sahip.

Kuzeyinizde dünyanın ham petrol ve doğalgaz açısından en zengin ülkesi var. Doğu’da aynı şekilde. Benim böyle bir imkânım varken neden bu iki ülke ile didişeyim.

Türkiye bulunduğu coğrafyada ordusuz düşünülebilir mi?
İlk dediğim şey buydu benim. Darbe başarılı olsaydı önce ordusuz sonra vatansız kalırdık. Türkiye bugüne kadar varlığını ordusuna ve dengeli dış politikasına borçlu olmuştur. Atatürk “Yurtta sulh, cihanda sulh” dedi. Zaten bu anlayışta olmasaydı Musul Kerkük, Batı Trakya, Selanik’i, Kıbrıs’ı, Ege adalarını almayı hedef gösterirdi. Türkiye’nin politikası 2002 yılına kadar açıkça “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikası olmuştur. 2002’den sonra Dışişlerinin ve İktidar partisinin yanlış durum muhakemelerinden ötürü Türkiye’de güney ekseni açılmıştır ve din burada tamamlayıcı bir motif olmuştur. Özellikle dini motifle yapılan dış politikalar ülkelerin tarihlerine facia getirmiştir. Suriye politikamızın temeli odur. Diğer bir husus da Avrupa-Atlantik yapının baskısıyla bizim birinci Körfez Krizi sonrasında Kuzey Irak’taki çekiç güce onay vermesidir. Çok büyük bir hatadır. O dönemde Türkiye hem PKK gibi kendi içinde bölücü bir terörle mücadele ederken, kendi içinde çelişerek PKK’ya sığınma limanı sağlayacak Kuzey Irak’taki Kürt Bölgesinin gelişmesine dolaylı destek vermiştir. Benim yüksek askeri komutanlık eleştirilerimin başında da bu gelir. Normal şartlarda, Türkiye’de milli çıkarları düşünen bir yapılanma buna asla izin vermemeliydi. Geçmiş hükümetlerin Atlantik sisteme boyun eğmelerindeki bir örnek de budur.

Deniz Kuvvetleri’nin bu kadar cezalandırılmasının temelinde yatan sebeplerden biri de Kıbrıs Olayları ile 1963 sonrasında Atlantik yapıya boğun eğmemesidir. O yüzdendir ki, çok ağır cezalar almıştır. Maalesef haklı çıktığımız için böyle rahat konuşuyorum.

Türkiye 10-20 yıl sonra nelerle karşı karşıya kalır? Eğitim, Sağlık ve Savunma başta olmak üzere ekonomik, sosyal ve psikolojik açıdan değerlendirir misiniz? Ordu ne kadar sürede toparlanır?
Tarihte bir yolculuğa başlayalım. 1994 yılında NATO’da çalışırken istihbarata, “Rus Pasifik Filosu iflas etti, maaşlar ödenemiyor, gemilerin yakıtı karşılanamıyor, gemiler kaldı” şeklinde bir haber düştü. Birkaç hafta sonra bir haber daha: Rus Generallerin kurduğu çete, tankları ve ağır silahları satarken yakalandı. Yani ordular inişler ve çıkışlar yaşayabilir. 1913’te Çatalca’ya Bulgar Ordusu girdiğinde resmi kıyafetle hiçbir subayımız İstanbul’da dolaşamıyordu çünkü halk yüzlerine tükürüyordu. Ama aynı ordu 2 yıl sonra Gelibolu’da koskoca bir armadanın istila ordusunu durdurdu.

Bunlar geçicidir. Bugün Türk Ordusu’nun güvenilirlik derecesi birinci sıradan son sıraya da düşebilir. Bunlar dediğim gibi konjonktürün oyunlarıdır. Rus Donanması 2000’li yılların başında o kadar zor duruma düşmüştü ki, pervanesi dönen gemi sayısı yüzde 5’ler ile ölçülüyordu. Sadece nükleer denizaltıları denizde karakola devam edebiliyordu.

Şimdi aynı donanmaya bakın 2016’da Hazar Denizi’nden Suriye’deki IŞID mevzilerine füze atacak duruma geldi. Bu liderlikle doğru orantılı bir durum. O zaman Rus Ordusunun Genelkurmayı kötü müydü? Belki işlerini iyi biliyorlardı ama moral çökmüştü. Üniformasını kimse giymiyordu. Fakat Putin gibi istihbarattan yetişmiş bir lider geldi, ülkesini 5 yıl içinde ayağa kaldırdı. Şimdi dünyanın ve Amerika’nın bir numaralı jeopolitik rakibi Rusya’dır diyorlar. Çünkü ülkenin temeli sağlam.

Aynı şey Türkiye için de geçerli. Türkiye’nin temeli sağlamdır! 700 yıllık bir İmparatorluğun sosyo-genetik kodlarını taşıyoruz ve biz hiçbir zaman köle olmadık, hep efendi olduk. Eski Osmanlı coğrafyasındaki bir ülkeye bugün turist olarak gidin eminim ki, kendinizi orada ikinci sınıf vatandaş olarak görmezsiniz. ‘’Ben bir zamanlar buradaydım’’ şeklinde görürsünüz. Bunun dışında; ister iktidar partisi yanlısı, ister Atatürkçü, isterseniz arabanızın arkasında Osmanlı Tuğrası veya Mustafa Kemal imzası olsun, herkesimi birleştiren çok güzel ortak paydalarımız var. İmparatoruk kurmuş olmanın sosyo-genetik kodları ve Mustafa Kemal Devrimi’nin dünyada hiçbir devrimle kıyaslanmayacak kadar başarılı bir devrim olmasının izleridir bunlar. Bu devrimi kim yaptı? Bizim Atalarımız yaptı. İşte biz bu genleri taşıyoruz. Üçüncü olarak bugün dünyaya baktığımız zaman gelişmiş olan birçok ülke müttefikleri tarafından kurtarıldı, ama bizi Kurtuluş Savaşı’nda, bizim dışımızda kurtaran oldu mu? Bizim için savaşan oldu mu, hayır! Türk’ü Türk kurtardı.

Yapılması gereken bu gücü bizim lehimize kullanmak. 15 Temmuz’u yapan güç de buydu, Kardak’ta 24 saat içerisinde Donanma’nın Ege’de pozisyon almasını sağlayan güç de, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda Nikos Sampson darbesinden 120 saat sonra kıyı başını tutan güç de buydu. Türkiye 17 Ağustos 1999’da çok büyük bir deprem yaşadı ve yaralarını 1 yıl içinde sardı. Demek ki iyimser olmak için haklı nedenlerimiz var.

‘Dolayısıyla ben 15 Temmuz’da, Hükümete karşı Atlantik yapı emrindeki bir terör örgütünün ateş gücünü kullanmasının, Türkiye’de bardağı taşıran son damla olduğunu düşünüyorum.’

Herkes Hükümetin aldığı kararları normal iç politika rutini içerisinde eleştiriyor. Hayır, öyle değil. Şu an ülke karaya oturmuş bir gemi, baş taraf kurtuldu ve gemi yüzmeye başladı, gemi tornistan yaparak, pruvasını açık denize verecek. Türkiye şimdi işte bu manevrayı yapıyor. Bu manevrayı yaparken de sorumluluğu taşıyan ve 15 Temmuz’u defeden hükümete de bir manevra alanı sağlamak gerekir.

Daha 1 ay oldu, biraz beklemek ve soğukkanlı izlemek gerek. Türkiye şuan hayatta kalma savaşı veriyor ve bilinsin ki FETÖ’nün attığı mermiler hegemonyanındır. Bu Türkiye’ye yapılan açık bir savaştır. 21’inci yüzyılda böyle bir savaş kabul edilemez. İletişimin, bilişimin, 4’üncü Sanayi Devrimi’nin yaşandığı bu dönemde böyle eski, geleneksel ateş gücü kullanımı içeren yapılanmalarla seçilmiş iktidarlar değiştirilemez.

O yüzden ben iyimserim. Türkiye’nin geleceğe yönelik potansiyeli oldukça iyidir. Türkiye neler atlattı, bunu da atlatacağından eminim.

Demirel’leşme kavramını hiç duydunuz mu? Demirel, siyasette çok farklıydı. Devletin başına Cumhurbaşkanı olarak geçtikten sonra çok farklı bir politika uygulamaya başladı. Devletin jeopolitik çıkarlarını üste taşıyan ve hatta Kemalizm’e yakın düşünce ve strateji ile hareket ettiğini gördük.

Bir ekonomik krizin hesabını verebilirsiniz, bir siyasi krizin de hesabını verebilirsiniz ancak bir jeopolitik krizin hesabı verilemez. Bugün Ege Adalarını, Batı Trakya’yı geri alabiliyor muyuz? Bunlar Osmanlı’nın İttihat ve Terakki’nin basit çekişmeleri yüzünden başına gelen, muazzam jeopolitik kayıplardır. Şimdi Güney Doğu’yu, Kıbrıs’ı ve Ege’yi kaybetme, Montrö’yü sulandırma veya Karadeniz’i küresel donanmaların ön bahçesi haline sokmak gibi topyekûn tehlike ve tehditlerden bahsediyoruz. Bence Hükümet askeri vesayetin kalkması için 2002 sonrası böylesine bir işbirliğine girdi ama olayın boyutunun jeopolitik kayba gittiğini kendisi de gördü. İki kere makas açıldı. 24 Temmuz 2015’te Türkiye Cumhuriyeti ciddi bir şekilde PKK ile savaşa başladı. Esasında o savaş Atlantik yapıya karşı yapılan bir savaştır. Daha sonra PYD üzerinden ABD’ye karşı çok ciddi açıklamalar oldu. Bugün T.C. Hükümeti’nin Atlantik yapı karşıtı söylemlerine dikkat edersek açıkça sert bir rota değişikliği görüyoruz. Bugüne kadar hiçbir ordu mensubu bunu yapmadı. İşte burada Türkiye’nin 70 yıllık bir politika değişikliğinden bahsediyoruz.

İtalyanlar ‘kaderin bir gücü var’ der. Karl Marks da ‘tarih insan aklının önünde yaratıcıdır’ der. Çin atasözü de ‘bazen karşılaştığınız büyük felaketler büyük kapılar açar.’ Biz de “Bir musibet bin nasihatten iyidir” deriz. Dolayısıyla ben 15 Temmuz’da, Hükümete karşı Atlantik yapı emrindeki bir terör örgütünün ateş gücünü kullanmasının, Türkiye’de bardağı taşıran son damla olduğunu düşünüyorum. NATO’nun kürecik radarından tutun, Güney Doğu Anadolu’daki şehirlerimizin, ilçelerimizin AB komiserleri ya da ABD konsolosları tarafından genel vali gibi denetlenmesine veya IŞİD bahanesiyle -ki IŞİD’i kimlerin yarattığını çok iyi biliyoruz- Türkiye’nin pek çok hava üssünün müttefik uçaklara, silahlı güçlere açılmış olmasına kadar ve tüm bunların yanında, Karadeniz’de en son 8-9 Temmuz’da Varşova’da yapılan NATO Zirvesi’nde Karadeniz’de NATO’nun deniz ve hava varlığı artırılmalıdır deklarasyonuna baktığınızda soruyorum, tüm bunlar Türkiye’nin çıkarına mı?

NATO ile ilişki devam etmeli mi, bizim zararımıza mı, faydamıza mı?
NATO üyeliğimiz bir çıkar dengesine dayanır. Soğuk Savaş sonrası bu denge alt üst oldu. Yukarıda saydıklarımı üst üste koyduğumuz zaman Türk savunma, güvenlik ve refahına bir katma değer sağlıyor mu? Şimdi Kürecik radarına bakalım. Bir X-band radarıdır. Terminal safhadaki füzelerin aranması ve atış kontrol radarı olarak takip edilmesi bu bilgiyle de füze sisteminin ateşlenmesine izin veren bir sistemdir. Füzeler Romanya’da. X band radarı nerede, Kürecik’te! Kime karşı? İran’a karşı. Peki ben İran’la bugüne kadar savaştım mı? Hayır. İran’ın bana taarruz etme niyeti var mı? Yok. Ben doğalgazı İran’dan mı alıyorum? Evet. İhracat yapıyor muyum? Evet. E peki, neden İran’la beni düşman ediyorsun? İkincisi; Kürecik radarının İran maskesi altında Rusya’ya karşı olduğunu çocuklar bile biliyor. Şimdi balistik füze savunma sistemi kavramı altında İran’a karşı Avrupa’yı koruyacağız, Türkiye’yi koruyacağız diye bu füzeyi koyduğunuzda Askeri Doktrininin temel ekseni nükleer strateji olan Rusya’yı ürkütüyorsunuz. Çünkü ABM (Anti Ballistic Missile) Defence dediğimiz oluşum ciddi bir caydırma unsurudur. Sizi hedef yapar. Siz Türkiye olarak nükleer misiniz? Hayır. O zaman ben nükleer bir strateji unsurunu niçin kendi ülkeme koyayım.

Kürecik radarını ben eleştiren gruptanım. Kürecik radarının gelmesi Meclis kararı gerektirir. Çünkü nükleer, stratejinin bir aracıdır. Bir anda bu karar alındı. Bu bile Dışişleri’nde çok ciddi bir FETÖ yapılanmasının olduğunu göstermektedir.

Varşova Zirvesi’ndeki sonuç bildirgesindeki 16’ıncı Madde ayrı bir sorun. Karadeniz’de işleyen bir Montrö Sistemi var. Peki, siz Montrö sistemine rağmen Romanya’nın isteği doğrultusunda daimi bir NATO Deniz Gücünü niçin Karadeniz’de kurmaya çalışıyorsunuz? Bizim Kuzey komşumuzu daha da ürkütmek, daha da provoke etmek adına! Zaten Karadeniz’de bu olaylar başladıktan sonra Ruslar en yeni 3 denizaltısını kuzeye çıkarttılar. Karadeniz gibi dünya denizlerinin on binde biri olan bir denize Rusya en modern 3 denizaltıyı sırf NATO’nun kışkırtmaları nedeniyle çıkarttı. Soğuk Savaş gibi en sert küresel düşmanlığın yaşandığı dönemde bile böyle bir durum olmadı. Bunu kim provoke etti?

Bakıyorsunuz Göçmen Krizi nedeniyle Avrupa ayakta. NATO gemileri Kuzey Ege’de bağrımıza girmiş. Suriye’deki krizi Türkiye mi başlattı? Ama Suriye’deki iç savaş nedeniyle iki milyon Suriyeliyi mülteci olarak kabul etmek zorunda kaldı. Onlar bize diyor ki, “siz kendi çıkarlarınızı düşünmeyin önemli olan bizim çıkarlarımız,” kendi gözlüklerinizle değil bizim gözlüklerimiz ile bakın. Kuzey Ege’de NATO deniz görev gruplarının mültecilerle mücadele maksadıyla, Ege’ye sokulmasının ne anlamı var? Ege’deki sorunlar Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlardır. Bu sorunları şimdi NATO’laştırıyorsunuz.

SOĞUK SAVAŞ (1947-1991) ve SONRASI
1975’de Lübnan İç Savaşı, 1980’de Irak-İran Savaşı, Rusya’nın Afganistan’ı İşgali ile Türkiye’de 12 Eylül Darbesi, Yugoslavya’nın 1980’de 20 yıl süren çok kanlı bir iç savaş ile 7 ülkeye bölünmesi, 1990’da Irak’ın Kuveyt’i İşgali, 25 Aralık 1991 SSCB’nin Dağılması, 1991 Körfez Savaşı, 1992-2002 Cezayir’de iç savaş, 1993’te Oslo Anlaşmaları(!), 1994-96 ve 99 sonrası Çeçenistan Savaşları, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’ye teslimi, 2000 Oslo Anlaşmaları II. İntifa, 2001’de 11 Eylül ve Taliban’a karşı Afganistan Savaşları, Taliban’ı bırakan Pakistan ve Hindistan’ın Amerika’ya desteği ile politika değişimi, 2003’te Irak Savaşı (Türkiye’siz), 2005’te Taliban’ın NATO ve ABD Karşıtı tekrar sahne alması, 2010’da Arap Baharı’nın Tunus ile başlaması ve sonrası, 2011’de Suriye’de İç Savaş, 2014’de Ukrayna İç Savaşı ve Rusya’nın, Kırım’ı ilhakı.

“ATLANTİK YAPININ TÜRKİYE ÖDEVİ”
4 Temmuz 2003 Çuval Olayı, 17 Mayıs 2006 Danıştay Saldırısı, 25 Temmuz 2008 Ergenekon İddianamesinin (kumpasının) resmen kabulü, 13 Nisan 2009 Türkan Saylan’ın evine ve yurt genelinde ÇYDD’ye Baskın, 20 Ocak 2010 Balyoz Kumpası’nın ilk Taraf Gazetesi’nde yayınlanması, 27 Ocak 2010’da Poyrazköy İddianamesinin Kabulü, 20 Nisan 2011 Askeri Casusluk Davası, 7 Şubat 2012 MİT Olayı, 17-25 Aralık Türkiye Rüşvet Skandalı ve 15 Temmuz 2015’te Kalkışma Hareketi!

15 Temmuz başarılı olsaydı 100 bin km2 kaybımız olurdu

Tüm bu savaşlara ve gerçekleştiği coğrafyaya baktığımızda Soğuk Savaş mı, Hegemonya dizaynı mı yaşananlar? Atlantik, Müslüman coğrafyaya ayar mı çekiyor?
Bunlar, hegemonyanın yeni dünya şekillendirmesi ve neoliberal düzen entegrasyonunda bir takım jeopolitik oyunlardır. Yugoslavya’nın parçalanmasından tutun, Afganistan işgaline kadar Kuzey Irak, Kuveyt işgali ve dahası sayılabilir.

Artık yeni hedef alanı ve ağırlık merkezi Kuzey Suriye, Kuzey Irak’tan Türkiye’nin güney sınırları üzerinden geçen Akdeniz koridorudur. Bu koridor şu an hegemonyanın bir numaralı hedef alanıdır. 15 Temmuz’un yapılma nedenlerinin başında da bu koridor gelir. Bu koridor oluştuğu anda Türkiye’nin jeopolitik çıkarları ile İran’ın ve Rusya’nın jeopolitik çıkarları çok büyük bir tehdit altındadır.

‘Arktik Okyanusu’na kıyısı bulunan ABD, Rusya, Kanada, Danimarka ve Norveç’in küresel ısınma sürecine de paralel olarak gelişen, karasuları ve kıta sahanlığı uyuş- mazlıkları söz konusudur.’

6 ay güneş alan kutuplarda güneş enerjisi potansiyeli, eriyen buz alanları ne tür jeopolitik çekişmelere neden olacak? Türkiye’nin jeopolitik konumu gereği; siyasi, ekonomik ve ticari ilişkileri bu konuda nasıl etkilenir, Türkiye daha saygın bir konuma erişmek için nasıl bir politika izlemelidir?
Dünyada önümüzdeki 100 yıl boyunca hidrokarbon kaynaklarının, temel enerji alanı olacağı bilinen bir gerçek. Bu arada baktığımız zaman karadaki doğal kaynakların ve hidrokarbon kaynaklarının ağır ağır çekildiğini görüyoruz. Kaya gazı, kaya petrolü gibi kaynaklar olsa da bunları çıkartmak çevreye çok zarar veriyor ve büyük bir yatırım gerektiriyor. Petrol fiyatlarının varil başına 50-60 dolarlara düştüğü bir ortamda da kimse bu yatırımı yapmıyor. Dolayısıyla bunun sürdürülebilir olmadığını herkes söylüyor. Neticede dünya nüfusunun 15 yılda 1 milyar arttığını biliyoruz. Enerjinin dünya ekonomisi için vazgeçilmez olduğunu söylemeye gerek yok. Dolayısıyla insanlık artık denizlerin dibindeki konvansiyonel kaynaklara inmeye başladı. Bugün günümüzde doğalgazın neredeyse yüzde 30’a yakını denizlerden çıkıyor. Petrolde de yüzde 40’lara yakın bir oranı. En önemli unsur eskiden denizlerde 2000’li yıllara kadar bir limit vardı deniz dibi derinliği açısından şimdi o limit kalktı, yok.

Kuzey Denizi’ne yapılan analizlere baktığımız zaman Kuzey Denizi şu an çok büyük bir potansiyele sahip. Gelecekte ciddi jeopolitik askeri çatışmayı gerektirecek şekilde ciddi kaynaklara sahip. Bu kaynakların sahibi yüzde 60’dan fazla kıyı ve kıta sahanlığıyla Rusya. Rusya’yı önemli bir aktör yapan faktörlerden birisi de budur. İkincisi ise çok büyük bir nükleer güce sahip olması. Bugün nükleer denizaltılar dünyanın kaderini şekillendiren en ciddi askeri araçlardır. Nükleer denizaltı inşa ve kalitesinde yine Rusları çok önde görüyoruz. Amerika’nın en ciddi askeri tehdidi Rus nükleer denizaltılarıdır. Tabii ileride buna Çin’i de ekleyeceğiz. Çin’in sayısı şu an Rusya kadar çok olmasa da Çin’de nükleer denizaltı arenasına girdi ve 2012’den itibaren Hint ve Pasifik Okyanusları’nda ağır ağır nükleer denizaltı karakollarına başladı.

Türkiye her iki devlet ile ilişkilerini üst seviye ekonomik ve siyasi işbirliğine dönüştürdüğü takdirde şüphesiz gelecek nesillerin güvenlik ve refahına katkı sağlayacaktır.

Bunlar niçin önemli?
Büyük devletlerin hegemonya mücadelesi suyun altındadır. Suyun altında esas caydırma sağlanabilir. Çünkü suyun altı henüz keşfedilemedi. Bu şu sonucu getiriyor. Günümüzün teknolojilerini silah ve denizaltı yayılması açısından ele alırsanız, şu an hegemonyanın çok büyük bir meydan okuma ile karşı karşıya kaldığını görüyoruz.

Sorunun başına dönecek olursak dünya yeni bir el değiştirme dönemine giriyor. Hegemonya el değiştirecek. Türkiye’deki 15 Temmuz’dan tutun, Kuzey Irak’taki Kürt koridoruna kadar her şey bu mücadele uğruna. Bu bağlamda, Arktik nereye oturur derseniz en üst yerlere oturuyor. Dünyada çok ciddi iki tane mücadele alanı olduğunu görüyorum. Biri Güney ve Doğu Çin Denizi diğeri Arktik ve göreceğiz ki yakında o denizde de Çin-Rus ortak tatbikatları yapılacak. Dünyada yoğunlaşacağımız alan Pasifik Bölgesi. Bunun adını artık koyalım. Japonya Anayasası’nı değiştirecek kadar endişeli. Diğer yandan Çin ile Rusya’nın Pasifik’te yakınlaşması, askeri işbirliğini çok yüksek bir seviyeye çıkartacak. Şangay İşbirliği Örgütü içerisinde örgütlenecek kadar güçlü bir ittifaka girmeleriyle, Amerika Birleşik Devletleri çok zor bir duruma girecek. Japonya’nın rolü burada çok önemli. Japonya tarihinden aldığı dersler ışığında esasında silahlanma ve askeri maceraların içine çekilmek istemeyen bir ulus ama görünen o ki küresel hegemonya Japonya’yı bu uğurda kullanacak gibi gözüküyor. Deniz ve Hava kuvvetlerine muazzam yatırım yapılıyor.

Hindistan’ın rolü burada önemli. Çin’in Hint Okyanusu’na çıkmasını engelleyebilirler. Çin’in Hint Okyanusu ve Kızıldeniz üzerinden Avrupa’ya açılması (Deniz İpek Yolu) en önemli projelerinden biridir. İleride Hindistan’ın Çin ile rakip olması ve ciddi çekişme alanlarına çekilmesi bölgesel istikrar için bir tehdit oluşturacaktır. Amerika’nın yapmak istediği de Hindistan’ı yanına çekerek Çin’i dengelemeye çalışmak. Ancak görünen o ki, Rusya’nın Hindistan üzerindeki etkisi ve Hindistan’ın kendi çıkarları uğruna Çin’le yaptığı ticaretin etkisiyle ben bu düşmanlığın kısa dönemde olacağını düşünmüyorum. Atlantik yapının provokasyonuyla bir Hint – Çin çekişmesi kolay çıkmaz.

Özetle gelecekte birinci çatışma alanı olarak Pasifik, ikinci alan olarak da Arktik Okyanusu’nu görüyorum. Üçüncü ise, Doğu Akdeniz’dir. Çünkü Doğu Akdeniz’de de muazzam doğal kaynaklar mevcut. 2014 yılı sonunda Mısır’ın açıklarında denizde çok büyük doğalgaz bulundu. İsrail 2010’dan beri exporter oldu çünkü çok büyük kaynaklar ortaya çıktı. Kendi ihtiyacının yüzlerce katının ihraç edebilecek duruma geldi. Güney Kıbrıs’ın Afrodit sahasında gaz bulunduğunu zaten söylememe gerek yok. Doğu Akdeniz hidrokarbon kaynağı. Türkiye bu kaynaktan ne kadar pay alabilecek? Biz Atlantik yapıya kalırsak, Antalya Körfezi dışına çıkamayız. Sorun, bu haritayı kabul edip etmeyeceğimizdir. Eğer kabul edersek 100 bin kilometrekare kaybımız olur. 15 Temmuz başarılı olsaydı biz bu haritayı kabul ederdik ama şimdi durum bambaşka.

Türkiye kendi coğrafyasında bir deniz devleti. Dolayısıyla Türkiye bir kara zaferi ile kurulmuş olsa da Kurtuluş Savaşı’ndaki cephanesi deniz yoluyla getirdi. Türkiye’yi çevrelendiği güvenlik endişeleri ile düşünecek olursak Kıbrıs’ın geleceği bir deniz sorunudur. Doğu Akdeniz’deki Münhasır Ekonomik Bölge ile Kıta Sahanlığımız bir deniz sorunudur. Ege karasuları, Ege kıta sahanlığı, Ege Münhasır Ekonomik Bölgesi de bir deniz sorunudur. Montrö en ciddi sorundur. Türkiye’ye en büyük değeri veren Boğazların anahtarıdır. Rusya’nın dış ticaretinin yüzde 65’i bu Boğazlar’dan geçiyor. Bugün Montrö sayesinde Boğazlar rejimini koruyoruz ve Karadeniz’deki deniz güvenliğini ve istikrarını sağlıyoruz. Bu da hegemonyanın önünde bir tehdittir. Karadeniz başlı başına bir alandır. Rusya’nın ön bahçesidir. Bu bahçeyi batının Basra Körfezi’ne dönüştürme gayretleri biliniyor. Düşünün ki şu an itibarıyla Karadeniz’de 2 veya 3 yabancı savaş gemisi vardır. Montrö engeli kalksa en az 30 parça sahildarlar dışındaki devletlere ait savaş gemisi dolaşırdı Karadeniz’de. NATO’nun gerçek isteğine baktığımız zaman daimi bir NATO deniz gücünün kurulmasından bahsediliyor. Hâlbuki II. Dünya Savaşı’nda, Soğuk Savaş’ta bile böyle bir duruma izin vermedik. Türkiye en büyük baskılara dayanabilmiş bir ülkeydi. Şimdi Romanya gibi bir ülke, “NATO Daimi deniz gücü” kursun diyebiliyor. İşte 15 Temmuz sonrası bu gelişmelerde önemli kırılmalar yaşanacaktır diye düşünüyorum.

Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın