Deniz Kurmay Yarbay (E) Özhan Bakkalbaşıoğlu: Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasına destek sağlamaya çalışan Filistin’e MEB yaratarak ekonomik ve siyasi fırsat verebilmek önem arz etmektedir
ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 2003 yılında, “Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar Türkiye dâhil Orta Doğu’da 22 ülkenin sınır ve haritaları değişecek” demişti. Çok iddialı ve açık olarak ifade edilen bu beyanat sonrası ABD’nin eyleme geçtiği görüldü.
ABD’nin AB ile ilişkilerini düzenleyen ve Orta Doğu’da siyasi destek ile harekât imkânı sağlayan Birleşik Krallık’tır ve ABD’nin vazgeçilmez stratejik ortağıdır. Çoğu zaman ABD’yi yönlendirir. Arap Baharı ismi ile bu ülkelere özgürlük ve demokrasi getirileceği ifade edildi. Peki, bu değişimi bu ülkelerin halkları mı istedi? Tabii ki hayır. O zaman neden böyle bir şey yapıldı?
Bu iki ülkenin gizli stratejik ortağı İsrail’dir. İsrail’in hayat alanını korumaktan anladığı, zayıfta olsa ona karşı olan ülkelerde iç karışıklıklar çıkartarak ortaya çıkan siyasi otorite boşluğundan yararlanmak, parçalamak ve yeni bir devlet veya devletler oluşturmaktır.
Bence başarılı da oldular. Türkiye’yi parçalamak yerine kendi siyasi amaçları doğrultusunda bu parçalanmaya ortak ettiler. Çünkü Türkiye, ABD destekli FETO terör örgütünün oyununu bozmuş ve gücünü korumuştur. Bilindiği gibi Suriye’de amaç sözde bir Kürt devletini Irak ile birlikte kurup kukla bir federasyon devlet ile Akdeniz’e kavuşmasını sağlamaktı. Türkiye’nin ABD eksenindeki politikaları uygulamaması durumunda enerji kaynaklarını bu kukla Kürt devleti üzerinden Akdeniz’e çıkarmaktı.
Ancak Türkiye bu planı geçte olsa fark ederek politikasını değiştirdi. Bölgede yaptığı çeşitli askeri harekâtlar ile Akdeniz’e ulaşma planını bozdu. Bu yol şimdilik kapandı. Ancak varlığını ve gündemdeki yerini koruyor, bu önemli bir husustur. ABD kanımca burada Rusya’yı pek önemsemedi. Ancak Rusya’nın sıcak denizlere inme arzusu ve peyk devletler kurup askeri üsler edinmesi Soğuk Savaş Dönemi’nden beri var olan bir gerçektir. Mısır ve Libya’daki üslerini kaybettikten sonra Rusya’nın tek üssü Suriye’de kaldı.
Rusya bu konumunu kaybetmek istemediğinden ABD’nin bu planına taş koyan bir konuma geldi. Sonuçta Arap Baharı olmadığı gibi ortaya bir kaos ortamı çıktı ve gerek ABD ve gerekse Rusya’nın paralı güçleri kontrolden çıktı. Yakın gelecekte bu bölgenin istikrarlı bir hale gelmesi pek mümkün görünmemekte. Buna rağmen bölgede sözde bir Kürt devleti oluşturulmaktadır. Bunun amacı da İsrail için Araplara ve İran’a karşı yeni bir güç yaratmak ve bölgeyi çevrelemektir. Mayıs ayı içinde ABD Dışişleri Müşteşar Yardımcısı Joey Hood başkanlığındaki heyet, daha önceden de olduğu gibi görüşmelerin bürokratik seviyesini yükselterek Suriye terör örgütü PKK/YPG ile bir dizi görüşmeler yaptı. Kukla bir devletin kuruluş çalışmaları devam etmektedir. Tek kârlı çıkansa Rusya olmuştur. Esad Rejimi’ni desteklemiş ve istediği askeri üsleri daha da genişletmiş, deniz ve hava unsurlarını destekleyerek bölgede güç olmuştur. ABD’nin stratejik hedeflerine engel olacak bir konuma gelmiştir. Daha sonra bölgede çok değişik siyasi girişimler yaşanmış ve İsrail ile amansız düşman olan bazı Arap ülkeleri İsrail ile siyasi, askeri ve ekonomik bağlamlarda bulunmuşlardır. Bu durum diğer Müslüman ülkeler tarafından pek anlaşılmamıştır. Bu anlaşmalar ile paranın haricinde hiçbir teknik altyapısı olmayan ülkeler İsrail’e ve dolayısı ile ABD’ye daha çok bağımlı olmuşlardır. Bu Arap ülkelerinin amaçları pazarı belli bir oranda İsrail ile paylaşmaktır.
İsrail’in hedefi Filistin’i daha da yalnız bırakmak ve emellerine razı etmektir. İşte bunun sonucunda da bu politikasını test etmek için Filistin üzerine sudan bir sebeple yüklenmiştir. Sonuçta Türkiye haricinde pek fazla ülkeden ve özellikle de ABD’den bir tepki gelmemiştir.
Neden bunca yıldır İsrail ve Filistin ve şimdilerde Hamas birbirleri ile çatışıyor. Daha doğrusu İsrail hep bu çatışmayı başlatıyor. Sebep dinsel, “vaat edilmiş topraklar.”
Aslında vaat edilmiş mi? Orası biraz tartışmalı. Ama olay hep din ağırlıklı olarak gidiyor. Kudüs sözde başkent. Bu şehir üç semavi din için de kutsal. Ama Hristiyanların hiç sesi çıkmıyor. Kudüs’ün İsrail’in olması onları pek rahatsız etmiyor, çünkü birbirleri ile stratejik ortaklar. Ne için mi? Tabii ki enerji kaynakları. Yani din ön planda bir saklanma örtüsü, asıl neden ekonomik çıkarlar.
Filistin, hiçbir zaman tam bağımsız olmayacaktır. Çünkü Filistinlilerin yaşadığı topraklardaki enerji kaynakları hiçte yabana atılacak kadar az değil. Batı Şeria’nın C bölgesi ve Gazze şeridinde doğalgaz ve petrol kaynakları mevcuttur. Bu UNCTAD’da (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı-United Nations Conference on Trade and Development ) doğrulanmıştır. UNCTAD’ın araştırmasına göre 122 trilyon kübik feet değerindeki petrol, 1,7 milyar varil. Ancak bu kaynaklar Filistin tarafından işletilmiyor çünkü İsrail tarafından yasaklanmış durumda. Sadece bu bölgede potansiyel değerin 900 milyon dolar olduğu bilinmektedir. Dünya Bankası’nın 2013 raporunda açıklanmıştır (Word Bank Reported Gaza And Area C And Future Of The Palestinian Economy October 2013).
Oysa Filistin bu kaynakları kullansa durumu ne olurdu? Sonuçta İsrail “vaat edilmiş topraklar” adı altında stratejik ortaklarının ortak politikasına hizmet ederek burayı tamamen ele geçirmek istiyor. Hayat alanını genişletmek ve Arap ülkeleri ile hep sorun yaşayacak bir sözde Kürt devletinin kurulmasını istiyor. Dikkat ederseniz olaylara, Türkiye’nin haricinde ciddi bir ses çıkmadı. Tarihsel geçmişe baktığımızda Osmanlı İmparatorluğu tüm Müslümanları yöneten bir devlet iken zaman içinde bu özelliğini kaybetti. Ulus ve ulus devletler ortaya çıktı. Birinci Dünya Savaşı başında dünyadaki tüm Müslümanlara cihat çağrısı yapıldı. Aynı ümmet oldukları, Müslümanların kardeş olduklarından bahsedildi. Ama sonuçta kardeş ve ümmet bizi arkadan vurdu. Önce Abdülhamid’in Panislamizim ve sonra Enver Paşa’nın Pantürkizim hamleleri sonuç vermedi. Cumhuriyeti kuran Atatürk tüm bu gelişmeler ışığında yeni bir yaşam tarzını devletin doktrini haline getirdi. “Yurtta sulh dünyada sulh” sözü çok iyi anlaşılmalıdır. Ülkeyi pasifize eden bir yaklaşım değildir, öyle olsa Atatürk Montrö ve Hatay meselesinde tutarlı olamazdı. Ülke barış sağlandığında ve de sağlam bir devlet yapısı altında bulunuyorsa barış içinde yaşar. Başka ülkelerin müdahalesi olmaz ve dünyada barış sağlanır. Tarih boyunca Panislamizim denenmiş ve fakat başarıya ulaşılmamıştır. Dünya eski dünya olmayıp ümmeti birleştirmek için verilen uğraş iç barış için kullanılmalıdır. Üzülerek söylemek lazımsa Filistin kendi kaderine terk edilmiş bir ulus kalacaktır. Ortada ekonomik çıkarlar söz konusu, din bahane. İsrail başta olmak üzere hiçbir emperyalist ülke Filistin’e bu ekonomik zenginliği vermez.
Artık İsrail için “ekonomik değeri olan vaat edilmiş topraklar” daha mantıklı bir yaklaşım olacaktır.
Biz Türkler bu bölgeleri 400 küsur yıl yönettik. Adil bir şekilde tüm dinsel toplumlara eşit yaklaşarak Kudüs’teki dini grupların nasıl barış içinde yaşadıkları yeniden ele alınmalıdır. İmparatorluğun temelinde din özgürlüğü hâkimdi. Türkler isteseydi topraklarındaki çeşitli dinlere mensup ulusları asimile eder ve hepsini Müslüman yapabilirdi. Misyonerlerin Afrika ve Güney Amerika’da vahşice yaptıkları dine geçiş zulmünün altındaki ekonomik çıkarlar bugün Filistin’de oynanıyor, kimse din değiştirmeye zorlanmıyor ama altındaki ekonomik çıkarların artık açığa çıkması gereklidir.
Din insanlarla onu yaratan arasında kalmalı ve siyasete alet edilmemelidir. Bugün İsrail’de yaşanan olaylar din kisvesi altında para kazanmak arayışıdır.
Kudüs şehrinin başkent ilan edilip tamamını kontrol altında tutan İsrail’in idaresine verilmesindeki sıkıntıları yaşıyoruz. Artık hiçbir devlet Türklerin idaresi gibi bir yönetimi sağlayamaz. Bu nedenle Kudüs dünya malı olmalıdır. Kutsal yerler birlikte idare edilen bir statüye kavuşturulmalıdır. Özerk bir bölge oluşturulmalıdır ve Kudüs, dünya semavi dinlerinin ortak değerlerinin bulunduğu bu Bölge’nin başkent olarak yapılanmasını değerlendiriyorum.
Hepimizin Tanrısının aynı olduğu ve özünde hemen hemen benzerlikler olan bu dinlere mensup insanların din uğruna savaşmalarının altında ekonomik çıkarlar olduğu unutulmamalıdır.
Bu dünya hepimize yeter, yeter ki verdikleri insanlara hakça dağıtılabilsin. Zengin Müslüman devletlerin fakir Müslüman devletlere bakışı unutulmamalıdır. Özellikle son Filistin olayındaki tutumları. Türkiye’nin köklü devlet anlayışı ve uzun yıllar yönettiği bu uluslara yardım etmede ön planda olması onun doğasında vardır. Ancak ben “Önce can sonra canan ” diyorum. Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasına destek sağlamaya çalışan Filistin’e MEB yaratarak ekonomik ve siyasi fırsat verebilmek önem arz etmektedir. O takdirde İsrail zaman içinde MEB’ini büyütemeyecektir.
Tüm bunlar için büyük resmin tanımı olan Mavi Vatan kavramı ve doktrinin iyi anlaşılması gerekmektedir. Türkiye’nin öncelikle Filistin ile de MEB sahalarını ilan etmesi gereklidir. O zaman Filistin’in doğal kaynaklarını özgürce kullanılmasının önü açılabilir. Küçük resmi değil büyük resmi görmek sadece devleti yönetenlerin değil hepimizin görevidir.
Unutmayalım ki Orta Doğu’da Türkiye ve İsrail kilit devlet olup, Mısır bu iki ülkenin Arap dünyası ile olan ilişkilerinin köprüsüdür. ABD kendi menfaatleri doğrultusunda bu kilit stratejik ortağına mayıs ayı içinde 735 milyon dolarlık silah satışına onay verdi. Hem de Filistinlilere yapılan katliamlar süresinde. Bu yardımın, ABD ve İsrail ilişkisinin ortak menfaatlere dayalı bir stratejinin içinde alınması hem manidar hem de iyi değerlendirilmelidir. ABD’nin olayları kınaması beklenirken 4,5 ay önce Başkan olan Biden için Filistinlilerin orada ölmesi hiç önemli değildir. Türkiye olaya bir insanlık dramı olarak bakmalıdır. Türkiye’nin menfaatleri neyi gerektiriyorsa, Bölge ve Batı devletleri ile olan Bölge siyasetimiz o yönde şekillenmelidir.
Başta Suriye olmak üzere menfaatlerimiz doğrultusunda ilişkilerimizin gelişmesi kardeşlik ve ümmet esasına göre değil devletimizin ve de insanımızın menfaatleri doğrultusunda yapılmalıdır. Denenmişleri bir daha gündeme getirmek, iç politika aracı olarak kullanılıyorsa, o zaman büyük resmi ulusça iyi okumalıyız. Büyük resim, Türk milletinin refahı ve barış içinde komşuları ile dostça yaşamasıdır. Bir başka deyişle “Yurtta sulh Cihan’da sulh”dür.
Atatürk vizyonu bize daima yapmamız gerekenleri önerir, bu Türk dış politikasının pasif kalmasını öngörmemektedir. Bilakis, barış içinde silahlı güç kullanmadan ve de savaşmadan aktif dış politika uygulanmasıdır. Örnek olarak Hatay’ın ilhakı ve Montrö Antlaşması en güzel örnektir. Bu doktrin sonucunda kurulan Balkan Antantı (1934) ve Sadabat Paktı (1937), Balkanlar’da ve Orta Doğu’da barış içinde yaşamamız için yapılmıştır.
Atatürk bizlere stratejik öngörü yapmamızı göstermektedir.
Geçtiğimiz ay salgın nedeniyle buruk kutladığımız 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı, Türkiye için ikinci bir dönüm noktasıdır. 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi ile 344 yıllık gerilemeye denizlerden dur diyen Türkiye, 19 Mayıs’ta yine denizden kurtuluş savaşının ışığını yakmıştır.
Bugün bölgemizde deniz aşırı ülkeler ile MEB anlaşmaları yapabiliyor ve onun Mavi Vatan’daki sınırlarını koruyorsak bu güçlü bir Donanmamızın olması ile mümkündür. Dış siyasetin yönlendiricisi güçlü deniz kuvveti ve denizcilik gücüdür. Bu güç, Yunanistan’da ve dolayısıyla Kıbrıs’ta, Libya’da velhasıl Doğu Akdeniz’de istediğimiz sonuçları almamızı sağlamaktadır. Bu, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Donanması’nın sayesindedir.
Bu Donanma’nın tüm gelmiş geçmiş personelinin ettiği yemine sadık kalarak ülkenin deniz alaka ve menfaatleri uğruna çalışmaya, fikirlerini söylemeye hakları vardır. Çünkü bu ülke hepimizin ve Anadolu hem bir köprü hem de bir gemidir. Türklerin yaşayacağı son gemidir, yani son vatandır.
Yara alıp batarsa bir daha gemi sahibi olamayız. Milletçe şu hususu asla unutmamamız gerekir, ne kadar ekonomik yönden ve kara ağırlıklı bir güç olsanız olun eğer vatanınızı denizden koruyamazsanız yok olmaya mahkûmsunuz demektir. Jeopolitik ve jeostratejik haritayı iyi okursak Türkiye’nin bekası Mavi Vatan doktrini altında menfaatlerimizi koruyan güçlü bir Donanma ile kaimdir.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.