Deniz kenarında bir kültür: İstanbul

MDN İstanbul
  • |

Türkiye, denizle çevrili bir ülke. Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyılarında uzanan binlerce kilometrelik sahil şeridi, bu coğrafyada denizle kurulan ilişkinin tarihsel ve kültürel temellerini gösteriyor. Ancak Türkiye'de deniz kültürü denildiğinde, çoğu zaman yalnızca balıkçılık, gemicilik ya da liman ekonomileri anlaşılıyor.

Oysa deniz kültürü, yalnızca üretim ve ticaretle sınırlı olmayan; yaşama biçimlerini, düşünce kalıplarını ve hafızayı şekillendiren çok katmanlı bir olgudur. Bu kültürün en güçlü örneklerinden biri ise İstanbul’da…

Denize çıkan sokaklar

İstanbul’da doğup büyüyenlerin çoğu, denize bakmayı öğrenerek büyür. Ama bu “bakmak” dediğimiz şey, yalnızca gözle yapılmaz. Denizi dinlemek gerekir. Kıyıya vuran dalganın sesini, uzak bir vapurun sabah düdüğünü, martıların telaşlı bağırışını… Her biri denizle aramızdaki eski bir bağın hâlâ sürdüğünü fısıldar.
İstanbul, denizle iç içe yaşamın en eski örneklerinden birini sunar. Şehir, tarih boyunca yalnızca kara sınırlarıyla değil, deniz yollarıyla da gelişmiş; farklı uygarlıkların, kültürlerin ve ticaret ağlarının kesişim noktasında yer almıştır. Doğal limanlar, kıyıya paralel uzanan semtler, Boğaz boyunca kurulan yalılar ve iskeleler, bu şehrin denizle nasıl bir bütünlük içinde olduğunu açık biçimde gösterir.

Osmanlı döneminde İstanbul’un denizle ilişkisi yalnızca donanma ya da ticaretle sınırlı kalmamış, gündelik yaşamın her alanına yayılmıştır. Şehir halkı, denizi bir ulaşım aracı olarak kullanmanın ötesinde, onun çevresinde sosyal yaşam kurmuştur. Sandallar ve kayıklar, evden pazara gitmenin ya da komşuya uğramanın doğal bir parçası olmuştur. Salacak’tan Eminönü’ne uzanan bir yolculuk, yalnızca mesafe kat etmek değil; aynı zamanda kentin ritmini hissetmek anlamına gelmiştir.

İstanbul’un bazı sokakları vardır, sonunda deniz görünür. Ansızın. Bir dönüşte, bir yokuşun ucunda, iki apartmanın arasından. Yürürken fark edilmezler hemen. Ama bir koku değişir önce. Hafif bir yosun, uzak bir motor sesi, belki serin bir rüzgâr. Ardından mavi açılır önüne. Suya benzeyen değil, bildiğin deniz.

Bu sokaklar haritalarda özel işaretlenmez. Ne isimleri anılır ne yön levhaları vardır. Ama İstanbul’u İstanbul yapan, tam da bu sokaklardır. Çünkü orada şehir, betonla değil, suyla biter.
Duvarlar susar, binalar geri çekilir, kalabalık bir anlığına hafifler.

İnsanı evden çıkaran sebep ne olursa olsun, bu sokaklara varıldığında başka bir şeye dönüşür. Adımlar yavaşlar. Gökyüzü daha yukarıdan görünür. İnsan, yürümeyi değil durmayı öğrenir orada.

Çocuklar için oyun yeridir bu kıyılar, yaşlılar için sessizlik. Balıkçılar için sabır, sevgililer için giz. Denizle tanışan herkes için bir çeşit sığınaktır.

Denize çıkan sokaklar, İstanbul’un unuttuğu kendisini hatırlattığı yerlerdir. Kalabalığın, hızın ve telaşın içinde hâlâ açık bir boşluk varsa, büyük ihtimalle suya açılıyordur.

Ve ne garip… En güzel şehir manzarası hâlâ hiçbir binaya değil, bir dalgaya bakarken kurulur.

Cumhuriyet’ten günümüze deniz kültürü

Cumhuriyet döneminde vapur hatlarının yaygınlaşması ve kıyıların daha erişilebilir hâle gelmesiyle birlikte, deniz kültürü daha da çeşitlenmiştir. Boğaz’dan geçen yolcu vapurları, yalnızca toplu taşıma aracı değil; aynı zamanda kentin belleğini taşıyan araçlar hâline gelmiştir. Her sabah ve akşam, binlerce insanın iki yaka arasında yaptığı yolculuklar, bir tür ritüele dönüşmüş; martı sesleri, simitçiler, çay tepsileri ve iskelede bekleyen yolcular bu kültürün gündelik öğeleri olmuştur.

Ancak zamanla İstanbul’un denizle kurduğu ilişki dönüşmeye başlamıştır. Artan nüfus, kıyı bölgelerindeki yapılaşma, sahil şeritlerinin doldurulması ve denizin sadece ekonomik kaynak olarak görülmesi gibi nedenlerle denizle kurulan duygusal bağ zayıflamıştır. Kıyıların bir kısmı özel mülkiyete ya da araç yollarına ayrılmış, halkın erişebildiği sahil alanları azalmıştır. Bu durum, denizin şehirle olan doğal bütünlüğünü zedelemiş; kültürel sürekliliği sekteye uğratmıştır.

Bugün İstanbul’da denize bakan bir pencere bulmak her geçen gün daha zor hale gelmektedir. Ancak bu tablo, umutsuz bir kopuş anlamına gelmemektedir. Tam tersine, son yıllarda artan farkındalık sayesinde deniz kültürünün yeniden hatırlanmasına ve sahiplenilmesine yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Boğaz'da düzenlenen yüzme yarışları, geleneksel kayık yapım atölyeleri, deniz temalı sergiler, kültürel miras çalışmaları ve sahil düzenlemeleri bu sürecin parçalarıdır. Ayrıca şehir hatları vapurlarının korunması ve kamusal deniz ulaşımına verilen önem, İstanbul’un denizle bağını tamamen kaybetmediğini göstermektedir.

Deniz kültürünün edebiyattaki yansımaları

İstanbul’da deniz kültürü, yalnızca kıyıdaki etkinliklerle sınırlı değildir. Bu kültür aynı zamanda edebiyatta, müzikte, resimde ve şehir folklorunda da kendine yer bulmuştur. Yahya Kemal’in dizelerinde, Tanpınar’ın romanlarında, Orhan Veli’nin şiirlerinde ve Attila İlhan’ın sokaklarında deniz daima bir arka plan değil; olayların aktığı, duyguların şekillendiği bir ana mekân olarak yer almıştır. Denizle kurulan bu entelektüel bağ, kültürel sürekliliğin en güçlü örneklerinden biridir.

Türkiye genelinde de deniz kültürü bölgesel olarak farklılıklar gösterse de, kıyı topluluklarında benzer bir zihinsel altyapının oluştuğu söylenebilir. Ege’nin balıkçı köylerinde, Karadeniz’in kıyı kasabalarında, Akdeniz’in liman kentlerinde denizle kurulan bağ, doğrudan geçim kaynağı olmanın ötesine geçer. Deniz havası, deniz sesi, denizle ilgili atasözleri ve günlük yaşam pratikleri, bu kültürün dilde ve bellekte nasıl sürdüğünü gösterir.

Deniz kültürünü yaşatmak

İstanbul özelinde deniz kültürünü canlı tutmak için yapılması gereken çok şey bulunmaktadır. Kıyıların kamusal kullanıma açık tutulması, kıyı mimarisinin korunması, geleneksel denizcilik zanaatlarının desteklenmesi, eğitim ve kültürel programlarla yeni kuşaklara deniz sevgisinin aktarılması önemlidir. Denizle yaşayan bir şehirde, bu yaşantının yalnızca nostaljiyle değil, somut politikalarla da desteklenmesi gerekir.

İstanbul’da deniz kültürü, hem geçmişin bir mirası hem de bugünün bir sorumluluğu… Bu kültür, yalnızca hatırlanmakla kalmamalı; aynı zamanda korunmalı, yaşatılmalı ve gelecek kuşaklara aktarılmalı.

Bir şehrin denizle olan ilişkisi, onun kimliğinin bir parçasıdır. Ve bu kimlik, ne kadar çok paylaşılıp sahiplenilirse, o kadar güçlü kalır.

ETİKETLER: ,
Bunu Paylaşın