Teröristle masaya oturulmaz, terörizmle mücadele edilir…
“Çözüm süreci” ilk bakışta çok romantik ve kulağa hoş gelen bir melodi gibi algılanabilir. Aslında çözümsüzlüğe giden yol ve bedeli ağır bir şekilde ödenecek bir dönemin adıdır. Birinci denemede “kandırıldık” diye noktalayanlar şimdi ikincisi için ellerindeki bütün araç ve gereçler ile hummalı bir şekilde yol açma gayretindeler.
Birinci çözüm süreci öyle bir dönemdi ki hiçbir şeye deva olamayıp ülkenin itibarını, ordusunun şanını zedeleyen, bir neslin acılara şahit olduğu, yanlış siyasetin bedelinin ödendiği, “askerliğin yan gelip yatma yeri” değil “birilerinin yanlışlarını örtmek için can verme yeri” olduğu, “artık analar ağlamasın” diyerek yola çıkılan, sonucunda “asker analarının ağladığı” dönemin adı oldu.
Birinci çözüm sürecinin amacı nedir diye sorulsa cevap geçmişten çıkarılabilir. Siyasal İslâm kendisine “kutsal davasında” rakip olarak gördüğü “askerî vesayet” olarak tanımladığı bu vatanın, milletin ve de Cumhuriyetin bekçisi, koruyucusu, savunucusu ordusunu dışarıda bırakıp terör problemini (kendi deyimleriyle Kürt sorununu) çözerek bir taşla iki kuş vurmak için çözüm sürecini başlattı. Böylece askersiz bir çözüm ile askerî itibarsızlaştıracak (onların deyimiyle askerî vesayeti yıkacak) ve aynı zamanda bu yolla Kürt kökenli vatandaşların oylarını alarak ülkede mutlak hâkimiyet kuracaklardı. Yıllardır askerlerin mücadele ettiği terörü siyasal İslâm askersiz olarak bitirecekti. Aslında 2002’de iktidara geldiklerinde zaten can vermek üzere olan terör örgütü İktidarın izlediği politikalar ile tekrar cana gelmişti. Öyle ki 2002’deki şehit sayısı sadece 7 iken 2016 yılında çözüm süreci sonucundaki şehit sayısı 794’tü. Durum net anlaşılmak istenirse Kıbrıs Barış Harekâtı ile de karşılaştırabilir. Kıbrıs Barış Harekâtı şehit sayısı ise 490…
İktidarın teşhisi ya da halka yaydığı algı ise bütün meselenin nedeninin demokrasi eksikliği olduğuydu. Etnisitenin arkasına yamanmış emperyalistlerin desteğindeki terör meselesine, demokrasi eksikliğinden kaynaklanıyor demek çok saçma bir teşhisti, yani strateji hatalıydı. Eğer gerçekten neden bu ise sanki ülkenin her yerinde demokrasi bayramı yaşanıyor da bu bölgede mahrumiyet vardı manasına gelir ki böyle bir şey olmadığını en iyi bilen kişiler uzun yıllardır iktidarda olan kişilerdir.
Kürtçü yazar ve siyasetçi Kemal Burkay yıllar sonra döndüğünde, PKK tarafından yüzlerce tehdit almasına rağmen çıktığı televizyon programında “PKK’nın savaşı halk savaşı değildir, halka karşı savaştır” (5N1K CNNTÜRK, 2011) demiştir. Bunu her şeye rağmen dile getirebilen insanlar olduğu hâlde iktidarın teşhisi ve tedavi yöntemi farklı olmuştur.
Birinci sürecin bazı kaynaklarda ilk adımın MİT ile PKK arasında 2009 yılında Oslo’da yapılan görüşmeler ile başladığı belirtilse de 2 yıl önce, yani 2007’den itibaren bu görüşmelerin başladığını belirten kaynaklar da vardır. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi ile hemen olaya el atıldığı anlaşılıyor. Yani çözüm süreci bir iki yıllık bir mesele değil 2007-2015 yılları arasındaki 8 yıllık bir dönemi kapsayan süreçtir.
Birinci çözüm süreci…
Ağırdır, Cumhuriyet tarihinin en büyük fiyaskolarından biridir.
Kendi çocuklarını askere göndermekten sakınanların, gözü yaşlı anne babaların toprağa verdiği evlatlarına “kelle” dendiği, “tahrik ediyor” diye Andımızın kaldırıldığı, devlet kurumlarından “T.C. (Türkiye Cumhuriyeti)” ibaresinin çıkarıldığı, “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” yazılarının her yerden silindiği, peşmergenin ülke topraklarından Ayn el-Arap’a (Kobani) davul zurnayla üstelik 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nın olduğu gün konvoylar gönderdiği, teröristler için çadır mahkemelerinin kurulduğu, Apo’nun mektuplarının meydanlarda okutulduğu, terörist destekçisi türkücüler ve Barzani ile Kürtçe türküler söylendiği, muhalefet edenin olmadığı veya sesinin çok cılız çıktığı, birliklerin operasyon yapmalarının önüne geçildiği süreçtir.
Şimdi iktidar ve ortakları ulus devlet ve üniter devlet yapısına karşı topyekûn taarruza geçmiş görünmektedir. Bunun için araç “yeni anayasa” yapılmasıdır. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulmakta veya neden böyle bir şey halka dayatılmakta, halk alıştırılmaya ve zorlanmaya çalışılmaktadır?
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri hangi nedenlerle ve zamanlarda “yeni anayasalar” yapılmış ki şimdi bu tekrar dillendiriliyor? 1924 Anayasa’sı Cumhuriyet kurulduğunda, 1961 ve 1982 Anayasaları ise darbeler sonrasında yapılmış anayasalardır.
Şimdi “yeni anayasa” diye ortalıkta gezenlere sormak isterim…
Hayırdır… İstediğiniz hangi maddesini değiştiremediniz bu Anayasa’nın? Türkiye Cumhuriyeti yıkıldı yeni bir devlet kuruluyor da haberimiz mi yok, ki yeni anayasa yapılmak isteniyor? Ya da diğer seçenek bir darbe oldu da bunun için mi yeni anayasaya ihtiyaç var?
Çözüm sürecinden bahsederken neden yeni anayasaya geldik diye düşünenler olabilir. Çünkü bundan önceki çözüm sürecinin maksadı “etkisiz ve itibarsız hale getirilen askerî yapı ile bölge halkının oylarını alarak mutlak hâkimiyet kurmak” ise bu çözüm sürecinin amacı da “yeni çözüm süreci ile bölge halkının desteğini alarak yeni bir anayasayı hayata geçirmek ve siyasi iktidarı kalıcı kılmak” olarak açıklanabilir.
Bakıldığında iktidarın batı ve güney batı bölgelerinde oy çoğunluğu sağlaması çok da mümkün görülmüyor. İç Anadolu ve Karadeniz’deki kalıplaşmış oy potansiyelini doğu ve güneydoğu bölgelerindeki oylar ve bunların metropollerdeki uzantıları ile desteklerse bu amaçlarına ulaşması mümkün olabilir. Bunun da DEM destekli yeni bir çözüm süreci ile gerçekleşebileceği de açıktır.
Aslında ilk bakıldığında yeni çözüm sürecine bir öncekinden çok da malzeme kalmadı diye düşünülebilir. Çünkü verilebilecek bütün tavizler neredeyse ilk süreçte harcandı. Ayrıca ülke içindeki terör neredeyse bitme noktasına gelmiş ve hatta bitmiştir. Bunun sebepleri de güvenlik güçlerinin İHA ve SİHA destekleri ile bunlara çözüm üretemeyen terör örgütü üzerindeki etkinliği ve asıl terör yapılanmasının ABD desteği ile Suriye’nin kuzeyinde daha düzenli ordu şeklinde yeniden yapılanmaya gitmesidir.
Hemen hemen bütün tavizlerini birinci süreçte kullanan iktidar bu süreçte ne tavizler verecek ki yeni bir süreç olsun?
Ulus devlet yapısına aykırı bir şekilde çoğu bölge insanın dahi birbirini anlamadığı yerel dil ile eğitim mi? Yoksa üniter devlet yapısına aykırı olarak anayasaya “milletin çeşitliliğini” koyarak özerk bir yapı mı? Yoksa birilerini memnun etmek için teröristbaşı katil Apo’yu ev hapsine çıkarıp daha sonra serbest bırakmayı mı? PKK’nın hain ve bebek katili teröristlerine ceza indirimi mi? Düşünemediğimiz daha başka tavizler mi?
Her ne olursa olsun bu tavizler veya buna benzer verilecek tavizlerin karşılığı bu toprakların vatanseverlerinin nazarında “vatana ihanet” olarak yerini alır.
Bu gidişle önümüzdeki günler yeni çözüm süreci ve akabinde yeni anayasa tartışmaları, giderek sertleşen ve keskin çizgiler ile ayrılan kutuplaşmalar, bunun neticesinde iç cephenin parçalara ayrılmış hâli ile devam edecek. İç cephenin en fazla bir arada ve sağlam tutulması gerektiği zamanlarda gereksiz hamleler ile zayıflatılması Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde, millî güç unsurları açısından en zayıf durumda bulunmasına ve dış tehditlere karşı en hassas şekilde olmasına neden olur…
Yol yakınken yeni bir çözüm süreci ve yeni anayasa dayatmalarından dönülmeli, ulus devlet ve üniter devlet yapısının da Anayasa’nın ilk dört maddesi gibi dokunulmaz olduğu özellikle İktidar tarafından kararlılıkla deklare edilmeli, iç cephe muhafaza edilmelidir. Öyle ki halkın, toplumun ortak çıkarını gözetmesi için insani erdemi haiz ve liyakatli olduğunu düşünerek seçtiği yöneticiler, seçilmek için halka verdiği sözlerden, davranışlardan, yeminlerden seçildikten sonra dönerse, hâl ve tarzını değiştirirse, hele hele anayasal güvence altında olmadığı şüphesi uyanırsa halk bunu unutmaz.
Halkın önceliği ve seçtiği yöneticilerden beklentisi; millî servetin artırılması, elde edilen servetin bütünün refahı için adil bir şekilde tabana yayılması, öz kaynağı koruyarak katma değeri yüksek ürün, hizmet ve nitelikli diplomasi geliştirilmesi, gelişmiş ülkeler liginde rekabet edilmesi ve tabii nesillerinin geleceğinin sürdürülebilir şekilde güvence altına alınmasıdır. Bunların olabilmesinin yegâne şartı iç cephede ülkenin iyi yönetilmesidir.
Ebedi Başkomutan ulu önder Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta iç cephenin önemini net şekilde ifade etmiştir. Atatürk’ü takip edin yeter!
“Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlûp olabilir; fakat bu durum, hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren, iç cephenin çökmesidir. Bu gerçeği bizden daha çok bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarılı da olmuşlardır. Gerçekten “kaleyi içinden almak”, dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu amaçla şahıslarımıza kadar temasa gelebilen bozguncu mikropların, araçların varlığını iddia etmek doğrudur.
Meclis’in düşünüş biçimi, çalışması, vaziyeti, düşmana ümit verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına olanak ve olasılık yoktur”
Bu haberin, çevirinin veya makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.