Türkiye’nin deniz alâka ve menfaatlerine bakış açısı nasıldır?
Deniz Kurmay Yarbay (E) Özhan Bakkalbaşıoğlu: Mavi Vatan kuramı içinde deniz hak ve menfaatlerimizi korumak her Türk vatandaşının olduğu kadar biz denizcilerin de görevidir. Düşüncelerimizi açıkça söylemek subay çıkarken ettiğimiz yeminin bir sonucudur
Bu ay sizlere önce Türkiye’de deniz subayı nasıl yetişir, örf ve adetleri nelerdir, kurumsal olarak Türkiye’deki yeri nerededir, özgün bir yetişme tarzı ile askeri ve sivil hayattaki yaşamı, dünya görüşü ile devletin deniz alâka ve menfaatlerine bakışını anlatmaya çalışacağım.
Şu husus unutulmamalıdır ki her köklü kurumda zaman içerisinde bazı yanlış yollara giden ve de mesleğini kerhen yapan kişiler çıkabilir. Ben sizlere, gerçek bahriye subaylarından bahsedeceğim. Unutulmamalıdır ki bunların sayısı da bir hayli fazladır.
Genelde okula Deniz Lisesi Giriş Sınavı’ndan sonra girilir. Bir deniz subayı adayı, intibak eğitimi dediğimiz askeri okula uyum sürecinden geçer. Bu eğitim sonunda bazı öğrenciler uyum sağlamayarak ayrılırlar. Lise eğitimi Milli Eğitim Bakanlığı müfredat programında devam etse de askerlik, deniz eğitimi, fabrika, gemicilik gibi dersler ayrıca verilir. Deniz askeri eğitiminde Bahriye’nin örf ve adetlerini, konuşma tarzı, ast üst ilişkisinin boyutları ve Bahriye’yi tanımaya özen gösterilir. Hazırlık sınıfı ile 8 sene Askeri Lise ve Harp Okulu eğitiminden geçer. Okuldaki yaşam sürecinde her aktivite mutlaka tabura geçmekle başlar. Yemek taburu yemekhaneye gitmek için, muayene müracaat taburu öğrencilerin fiziki durumlarının ve hijyenik kontrollerinin yapıldığı ve de öğrencinin müracaatlarının alındığı bir taburdur, yat taburu genel mevcutların alınıp mutlaka bir veya iki deniz marşı okunarak yatakhanelere sevk edilen taburdur. Her akşam söylenen marşlar tamamen Deniz Lisesi ve Harp Okulu’nda okunan özel marşlardır. Örneğin Verdi’nin Aida Operası’ndan Zafer Marşı Türkçe aranjmanla söylenir. Bestesi Leon Jessel tarafından yapılan (Alman/Avusturya), Türkçe adaptasyonu Emrullah Nutku tarafından yapılan “Gemicilik Opereti” bir vals üslubunda okunan, söylenmesi zor olan bir operettir. Bu operette denizin hırçınlığı ve onunla mücadele anlatılır. Sonraki bölümlerde denizden korkmadığımız vurgulanır ama denizin merhametini de esirgememesi ifade edilir. Sonra operetin hızı düşer, bir vals ile seyir sonu vatana avdette tüm yorgunluk ve mücadeleye rağmen mutlu son anlatılır. Soğuk havalarda yatakhanelere çabuk gitmeniz için 4 satırlık Uzaklarda Kaynaşır Marşı söylenir, Cenk Sanatımız Marşı deniz ile mücadeleyi ve yaşamı anlatır. Karadeniz Marşı ananevi marşımızdır. Karadeniz’in bir Türk gölü olduğunu anlatır ve Deniz Harp Okulu Marşı Atatürk’ün izinde olan bir okulu anlatır. Bunun yanı sıra bazı gecelerde İstiklal Marşımız okunur.
Hiçbir askeri okulda yat taburu bizde olduğu kadar bize özgün bir merasimle yapılmaz. Denizciliğe özgün marşlar okunarak tabur dağılır. Okunan marşlar arasında en favori olan Gemicilik Operası’ndan bir iki satır yazıp özelliğini anlatacağım. Her kıtada deniz ile ilgili anlatımlar vardır.
“Ey dalgalar ey dalgalar / Siz birçok gemicinin hayatına kastettiniz” ile denizin acımasız olduğu anlatılırken bir sonraki satırlarda, “Sen ne kadar çoşkun da olsan seni severiz” deyip yine de merhametini esirgememesini istiyoruz. Ama sonra denize kafa tutuyoruz, “O beyaz köpüklü dalgaların, sisli fırtınalı havaların / Bizi korkutmaz bizi korkutamaz”.
Daha sonra “Gemiler limana avdette” satırlarıyla vatana ve eve özlem anlatılır.
8 sene bu marşlar ile yatıyorsunuz motive oluyorsunuz.
Bahriye’deki yaşam kurumsal bir yaşam tarzıdır, 20 sınıf üstünüzde olan bir subayla konuştuğunuzda hemen anlaşırsınız çünkü aynı eğitimi almışsınızdır ve Bahriye lisanı ile konuşursunuz. Bu, çok önemli bir kurumsal sonuçtur; aynı düşünce ve lisanı korumak. Bir başka deyişle bugün 1950 mezunu bir deniz subayı ile 2000 yılında mezun olan deniz subayına, deniz alâka ve menfaatlerini sorsanız aynı ifadeleri kullanır. Kurumsal eğitim budur.
Bahriyeliler örf ve adetleri ile yaşarlar. Bugüne kadar çeşitli nedenlerle değişim için uğraşlar veren kurumlar oldu ama Bahriye emeklisi ve muvazzafı direndi. Ne kıyafetini değiştirdi, ne Bahriye lisanını ne de eğitimini.
Bahriye bir ailedir, içimizde birbirimiz ile çekişiriz ama dışarıya karşı deniz alâka ve menfaatleri gibi bekayı ilgilendiren konularda her zaman tek vücut oluruz.
Örf ve adetler demişken, örneğin bizler üstlerimize efendim diye hitap ederiz, peki bu nereden çıkmıştır. 1838 tarihinde 4 yıllık Bahriye Mektebi öğrencilerinin birbirlerine “efendim” ile hitap edecekleri padişah fermanı ile kabul edilmiştir (Bu ferman Deniz Harp Akademisi arşivindedir ve o zamanki komutan tarafından bizzat araştırılarak bulunmuş ve ferman bir süre Akademi’de sergilenmiştir).
Bahriye aynı zamanda yenilikçidir ve çağdaştır. Örnek verirsek şapka devriminden önce Bahriye subayları fes yerine vizyerli şapka giymişlerdir. Büyük Önder Atatürk gemileri ziyaretleri esnasında bunu görmüş ve kamuoyu oluşturması açısından önemli olduğunu vurgulamıştır. Nitekim 15 Mayıs 1925’te Bahriye subaylarının vizyerli şapka giyeceklerine dair kararname imzalanmıştır. Esas Şapka Devrimi, 25 Kasım 1925 tarihinde yapılmıştır. Örneklerle devam edelim. Bahriye’de nöbet tutan subaylar bellerine sarı renkli kemer takarlar. Bu “kılıçlı kemer nöbetçi subayı üniforması” 3 Mart 1829’da İkinci Mahmut’un Kıyafet Kanunu ile Bahriye’ye girmiştir. O tarihten beri kullanılmaktadır. Gemi komutanı gemide Tanrı’dan sonra gelen olarak söylenir. O, her şeyden sorumludur. Gemide köprüüstü ve dinlenme salonundaki komutan koltuğu bir makamı temsil ettiği gibi ayrıca bir saygı yeridir. Bu nedenle oraya hiçbir personel oturamaz. Komutan gemide olmasa bile. Bu husus sadece Bahriye’ye özgüdür.
Bahriye örf ve adetlerini İmparatorluk ve Cumhuriyet Dönemlerinde devam ettiren bir kurumdur. Örneğin gemi direklerinin en üst kısmına Kur’an-ı Kerim yerleşmesi. Bu âdetin, Barbaros Hayrettin Paşa’ya 1519’da Yavuz Sultan Selim tarafından verilen ve gemisine çekmesini istediği saltanat sancağı yanında Kur’an-ı Kerim’in de direğe konulmasından geldiği bilinmektedir.
Ben de 1976 yılında Almanya’dan alınan TCG CEZAYİRLİ HASAN PAŞA gemisinin direğine İstanbul’dan getirdiğim muhafazalı Kur’an-ı Kerim’i koymuştum.
Denizde her iş Besmele ile başlar. 14’üncü yüzyılda başlayan bu anane 1701 yılında Mezamorta Hüseyin Paşa tarafından hazırlanan Bahriye Kanunnamesi’nde geçmektedir.
Demir alırken ‘‘Bismillah vira’’, demir hareket ederken ‘‘Bismillah makinalar manevraya hazır ol’’, köprü üstünde seyre başlarken komutan ‘‘selametle hayırlı seyir’’ der. Atış yapılacağı zamansa ‘‘Bismillah salvo ateş’’ denir velhasıl her işte kullanılır.
Bahriye’de bir deyim vardır, “İnsanın oturduğu yere deniz suyu değerse bunun tuzu kırk yıl kurumaz”. Aslı biraz amiyanedir ama okuyucularımız anlar.
Buradan şunu anlamalıyız. Denize gönül veren denizci ondan kolay kolay ayrılmaz.
Denize gönül vermek bir yaşam tarzını oluşturur, denize ilginiz artar ve bir süre sonra ona bağlanırsınız, sahiplenirsiniz. Onun içindir ki toplum içinde denize daha çok sahip çıkarlar. Deniz alâka ve menfaatleri söz konusu olduğunda hemen duyarlılıkları artar. Çünkü meslekleri içinde hep denizle ilgili kanun ve uluslararası anlaşmaların uygulaması içindelerdir. Her gemi komutanı ve karargâh subayları konunun sıkı takipçileri olmak zorundadırlar. Deniz sahası kara sahası gibi değildir. Uluslararası kanunların denizde uygulanması an meselesidir. Gemi komutanı gerekirse angajman kuralları gereği ateş açma yetkisini kullanabilir, bu nedenle bu konularda uzmanlaşmış deniz subayları gerek askerlik hayatlarında gerekse emekliliklerinde görüşlerini açıkça söylerler. Bu, onların yılların bilgi birikimlerinin bir özetidir. Deniz onların vazgeçilmez bir ülküsüdür.
Üzüntü ile söylemek gerekirse ülkemizde bu konu ile uğraşan deniz hukukçusu sayısı çok azdır. Ancak bu açığın, uluslararası anlaşmalar ve kanunların uygulanmasında görevleri icabı konularında uzmanlaşan muvazzaf ve emekli deniz subaylarımız tarafından kapanması bir nimettir. Aynı dışişleri bürokratları gibi tarihin akışı içinde deniz alâka ve menfaatleri konusunda devamlılık getiren bir yapı mevcuttur. Bu tür insanlardan faydalanmayı başka ülkelerde görürüz. Örneğin, Birleşik Krallık, emekli amirallerine amirallik dairesinde ve dışişlerinde görevler vermektedir, keza ABD de aynı durumu uygulamaktadır.
Türkiye yetişmiş insanlarından her dönemde faydalanmalı ve görüş almalıdır. Konunun uzmanları kolay yetişmiyor. Konunun uzmanları görüşlerini doğrular çerçevesinde söylerler. Bunun sonucunda ülkemize sağlayacağı getiri ve götürüsü de açık olarak ortaya çıkar. Hangi konumda olurlarsa olsunlar bu onlar için bir görevdir. Tabii ki son karar siyasi otoritenindir.
Burada bir hususu açıklamakta fayda görüyorum. Mavi Vatan doktrinini kuran ve kavramın isim babası; ayrıca kamuoyunu aydınlatarak insanlarımızın bu konuya ilgilerini çekerek büyük bir iş başaran Amiral Cem Gürdeniz’den bahsetmek istiyorum. 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra ben Deniz Lisesi’ne tayin oldum. Kendisini Deniz Lisesi’nde 3’üncü sınıfı okurken tanıdım. Ben de o sınıfın sınıf subaylığını yapmaktaydım. Daha sonra Deniz Kuvvetleri Karargâhı’nda emrimde çalıştı. 47 yıldır tanıdığım bir kişi olup, dostluğumuz halen devam etmektedir. Ben onun kadar denizi ve Deniz Kuvvetleri’ni seven ve haklarını koruyan bir subay tanımadım dersem fazla yanılmam. Bu konulara gönül vermiş ve değerlerini savunan çok mümtaz amiral/ subay ve astsubaylarımızın olduğunu da iftiharla söylemeliyiz.
Bizim nesiller öğrenciyken rahmetli Dz. Kur. Alb. Mert Bayat’ın öğrencileri idik. Bize deniz hakimiyet kuramını öğreten, kafamıza sokan Türkiye’nin Mahan’ı olan bir subaydı.
Deniz Harp Okulu’nda ve Deniz Harp Akademisi’nde milli güç ve strateji derslerine emekli olduktan sonra girerdi. Gelmiş geçmiş en büyük denizcilik gücü ve stratejisi uzmanıydı.
Ne öğrendiysem onun sayesinde öğrendim ve iyi kötü kendimi yetiştirdim.
O nedenledir ki deniz alâka ve menfaatleri konusunda çok sayıda uzmanlaşan arkadaşlarımız çıkmıştır. Amiral Gürdeniz ise günümüzün Mert Bayat’ıdır.
Türkiye’ye yeni bir kuram getirmiştir: Mavi Vatan Kuramı. Bu kuram ile Türkiye mevcut deniz siyasetini daha güzel yönlendirme imkânı bulmuştur. 2006’dan beri Mavi Vatan ve MEB kavramını işleyen ve devlet politikası haline sokan deniz subaylarına takdirlerimi sunuyorum.
Sonuç olarak bu vatan hepimizin. Vatan bir gemidir, hata yapıldığı zaman hepimiz batarız. Bu nedenle en iyisini yapmak zorundayız. Türkiye’nin; jeopolitiği, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki merkez ülke konumu ile stratejik önemi çoktur. En önemli kozlarından birisi de Türk Boğazları’dır. Boğazlar’da mutlak hâkimiyet ile çok büyük avantajlar sağlayan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni iyi okumamız ve büyük resmi iyi görmemiz gereklidir. Küçük resimlerle günü yaşarken, büyük resmi görmeyerek geleceği karartmamak gerekir. Daha önce de bahsettiğim gibi stratejik planlama ve stratejik öngörü devamlı yapılmalıdır. Rusya’nın Karadeniz’i yeniden mutlak hâkimiyetine sokmak için kurduğu siyaset ile Ukrayna’nın geleceğinin karanlık olduğu; ABD’nin bu ilişkiye NATO olmadan bir şekilde müdahil olacağı düşünülmelidir. Bu bölgedeki kuvvet dengesinin bir anahtarı da Montrö’nün varlığıdır.
Büyük resim olan Montrö, bölgenin ve dolayısıyla dünyanın barışını sağlayan tek anlaşmadır.
Montrö, Türkiye’nin dış politikasının en büyük kozu olup, ülkemizin menfaatlerini koruyan ve süper güçleri dengeleyen bir anlaşmadır. Statükonun korunmasının her zaman Türkiye’nin avantajına olduğu unutulmamalıdır. Ve yine unutulmamalıdır ki eğer Montrö’nün 28’inci maddesi gereği bazı maddelerin değişimi istenirse, bir daha böyle bir anlaşma ortaya çıkmaz. Çünkü taraf olan bazı devletler bugün devlet olarak kalmamışlardır. Dolayısı ile yeni bir anlaşma esaslarında uzlaşma olmaz. NATO ve ABD’nin Rusya’nın Karadeniz’de üstünlük kurmasını önleyecek politikalar içinde Montrö’yü zorlaması ve yeni arayışlara girmek istemesi tehlikeli ve Türkiye’nin bekası için bir sorun olarak karşımıza çıkabilir. Türkiye olarak Boğazlar’ın mutlak kontrolü elimizdeyken zayıf duruma düşebiliriz.
Mavi Vatan kuramı içinde deniz hak ve menfaatlerimizi korumak her Türk vatandaşının olduğu kadar biz denizcilerin de görevidir. Düşüncelerimizi açıkça söylemek subay çıkarken ettiğimiz yeminin bir sonucudur.
Tarihsel süreç içinde, en iyi olan ve statükoyu koruyan bu Sözleşme’nin akışına özet olarak bir göz atalım.
Türkiye, Montrö Anlaşması’na nasıl geldi?
Bu aslında 1454 yılından beri var olan bir konunun son halinin hikâyesidir.
İlk kapitülasyonlar dediğimiz 1454’te Venedik’e ve 1479’da Cenevizlilere verilen imtiyaz dâhilinde Boğazlar’dan geçerek Karadeniz’i kullanmaya başlamışlar ve bu durum 1484 yılına kadar sürmüştür.
Bu tarihten sonra Karadeniz bir Türk iç denizi olmuş ve tüm yabancı gemilere kapatılmıştır. 1535 yılında Fransa’ya ilk imtiyaz verilmiştir. Bu anlaşma Karadeniz hariç “Türk sularında” İkinci Selim’e kadar devam etmiştir. 1802 yılında ilk defa Fransa ticaret gemilerine Karadeniz’e çıkma izni verilmiştir. Bu yıla kadar Karadeniz tüm savaş gemilerine kapalıdır.
1675 yılında İngiltere Karadeniz’e çıkma imtiyazını almasına rağmen bu İstanbul Limanı ile sınırlandırılmış, ancak 19’uncu yüzyılda çıkabilmiştir. 1774 Kaynarca Anlaşması ile Rusya’ya Karadeniz’de aynı haklar verilmiştir.
1783 Belgrad Anlaşması ile Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Tuna Nehri yolu ile Karadeniz’e çıkma hakkı almıştır. İlk defa 1792 Yaş Anlaşması ile Rus savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişine izin verilmiştir. Ancak gelişen siyasi olaylar sonunda İngiltere ile yapılan Çanakkale Antlaşması’nın 11’inci Maddesi’ne göre Boğazlar tüm savaş gemilerine kapanmıştır. 1829 Edirne Anlaşması ile Karadeniz tüm ticaret gemilerine serbest olmuştur. Artık Boğazlar uluslararası bir hüviyete bürünmüştür.
1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi ile statü yeniden belirlenmiştir. Barış zamanı savaş gemilerine Boğazlar kapalı kalacak, sadece elçilik hizmetleri için küçük savaş gemileri geçebilecektir. 1856 Paris Sözleşmesi Kırım Savaşı sonrası yapılmış ve Sözleşme’nin 11’inci Maddesi’ne göre, Karadeniz tarafsız bir deniz olacak, tüm ticaret gemilerine açık ancak sahildar ülkeler dâhil tüm savaş gemilerine kapalı olacaktır. Bu anlaşma ile Türkiye’nin hakları elinden alınmıştır.
1871 Londra Sözleşmesi ile Avrupa’da değişen dengeler sonucunda Rusya, 1856 Paris Sözleşmesi’ni değiştirme yoluna gitmiş ve sonunda Karadeniz’e sahildar ülkeler savaş gemisi bulundurma hakkını almıştır. Artık Boğazlar emperyal ülkelerin politikalarına göre şekillenmektedir.
1911 Libya ve 1911/12 Balkan Savaşları süresince Osmanlı Devleti Boğazları kapatmıştır.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde tarafsız olan Osmanlı Devleti, Alman gemilerinin Boğaz girişine izin verip, İngiliz gemilerine izin vermemesi ile tarafsızlığını yitirmiş ve geçmişte yapılan tüm anlaşmalar ihlal olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan Sevr Anlaşması ile Boğazlar tüm devletlerin savaş ve ticaret gemilerine açık olmuştur.
Lozan’da, Boğazlar meselesi çok tartışılmış ve sonunda Türk hâkimiyeti kısıtlanmıştır. Türkiye bir savaşta taraflı veya tarafsız olsa da savaş gemileri Boğazlar’dan geçiş yapabilecek ve bölge askeri tesislerden arınacaktır.
Dikkat edilirse tarih boyunca Osmanlı Devleti’nin gücünü kaybetmesi ile kontrol emperyalist ülkelerin eline geçmiş, kendi menfaatlerine göre ayarlamalar yapmışlar ve özellikle Rusya’nın sıcak denizlere inmesini engellemeye çalışmışlardır.
Ancak Avrupa’da gelişen olaylar ve olası bir savaş ihtimaline karşın ATATÜRK, Boğazlar’ın statüsünü yeniden ele almış, konu ile ilgili devletler görüş bildirmişler fakat Hatay meselesinde olduğu gibi Türk görüşü ağır basmıştır. Avrupa’nın siyasi çıkmazlarından yararlanarak Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin zemini hazırlanmıştır.
Şu bir gerçektir ki Montrö ile Türkiye Boğazlar’da tam kontrolü ele almış ve dünya barışını korumada etkin bir rol oynamıştır.
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalarak tarafların Boğazlar’ı kullanmalarına anlaşma gereği izin vermemiş, bir yerde adaletli bir siyaset izlemiştir. Bugün Rusya ile ABD arasında Karadeniz ve Akdeniz’de bir denge sağlanıyorsa bu Montrö sayesindedir.
Sonuç olarak “oturduğumuz yere deniz suyu değerse bunun tuzu 40 yıl kurumaz” dense de biz denizcilerin değil 40 yıl, ölene kadar ülkemizin deniz alâka ve menfaatlerini her türlü şartlara rağmen savunacağı bilinmelidir.
Unutmayalım, Mavi Vatan ve Türkiye’nin çıkarları hepimizin ortak paydasıdır.
Cumhuriyet Donanması’nın temelini kuran ve bir deniz ülküsü haline getiren, Büyük ATATÜRK’ün gençliğe armağan ettiği ve Kurtuluş Savaşımızın başlangıç tarihi olan 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı tüm ulusumuza kutlu olsun.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.