1071 yılında Malazgirt Savaşı ile devletin resmî sınırlarını Anadolu’ya taşıyan Selçuklu İmparatorluğu’nun bu zaferi, Hristiyan dünyasında bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarih bizim için ne kadar önemliyse, özellikle Vatikan için de aynı derecede önemlidir. Çünkü bu tarihten itibaren, Vatikan önderliğinde Hristiyan Avrupa devletleri Türkleri Orta Asya’ya geri döndürmek için günümüze kadar çeşitli çabalar içinde olmuşlardır.
Tarihsel süreçte, Vatikan destekli Haçlı Seferleri ile başlayan bu girişimler kapsamında, Avrupa yaklaşık 100’ün üzerinde plan yapmıştır. Özellikle İstanbul’un fethi ile bu düşünce, Avrupa’nın millî ülküsü hâline gelmiştir. Avrupa’nın Türkiye için her zaman iki kalın dosya planı vardı: Türkleri Avrupa’dan atmak ve Şark Meselesi. İlk plan, 1571 İnebahtı Deniz Savaşı ve Viyana bozgunu sonrasında tüm güçlerin birleşmesiyle başlamıştır. Çünkü bu iki tarih, Türklerin yenilmezliğinin sonunu işaret eder.
1774 tarihli Küçük Kaynarca (KK) Antlaşması ile Katolik Avrupa’ya Ortodoks Rus Çarlığı da katılmış ve süreç hızlanmıştır. Avrupa bu dönemde Rus Çarlığı’nı taşeron olarak kullanmıştır. Özellikle Romanya da dâhil olmak üzere tüm Balkanlar Ortodoks mezhebindedir. Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya hem kapitülasyon hakları elde etmiş hem de en önemlisi, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan tüm Ortodoksların hamisi olarak iç işlerimize karışma olanağı sağlayan bir antlaşma ile müdahale eden devlet konumuna gelmiştir. Aynı zamanda Çariçe II. Katerina, “Yunan Projesi”nin öncüsü olmuştur. Rusya, Roma İmparatorluğu’nun son mirasçısı olduğunu kabul ederek, Avrupa’nın Türkleri atma projesine katılmış ve İstanbul’u almak bir ülkü hâline gelmiştir.
Rusya ile yaptığımız 13 savaşın temel amacı hep aynıdır: İstanbul’u almak ve sıcak denizlere inmek. Sonuç olarak, Avrupa bizi Orta Asya’ya atmak isterken, Rusya da bu plan içinde Türkiye’yi ele geçirme ülküsünü geliştirmiştir. Rusya olaya dâhil olunca, İngiltere ve Fransa bizimle ikili oynayarak, Rusya’nın yardımıyla önce ticari imtiyazlar ve yıkımı getiren borç anlaşmalarını imzalatarak istedikleri siyasî kazanımları sağlamışlardır. Rusya’nın sıcak denizlere inme ülküsü, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile imparatorluğu Balkanlar üzerinden yıkma planını hızlandırmıştır. Bu, İngiltere ve Fransa’nın da çıkarına uygun olmuştur.
Viyana Kongresi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu
Napolyon’un sahneden çekilmesiyle birlikte, 1814 tarihinde Avrupa devletleri, kıtanın siyasî coğrafyasını korumak amacıyla bir ittifak geliştirmişlerdir. 1815’te düzenlenen Viyana Kongresi’nde, Avusturya-Macaristan Başbakanı Klemens von Metternich tarafından ortaya atılan bu görüşe göre, 1789 Fransız İhtilali sonucunda ortaya çıkan “ulus” kavramının monarşilerde parçalanmalara sebebiyet vereceği düşünülmüş; bu nedenle statükonun korunması gerektiği savunulmuştur. Yani, toprak bütünlükleri korunacak ve bağımsızlık hareketlerine destek veren halklar engellenecektir.
Ayrıca, “Şark Meselesi” kavramı da ilk kez bu kongrede ortaya çıkmış ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki azınlık grupların bağımsızlıkları yoluyla parçalanması fikri gündeme getirilmiştir.
Buraya dikkat etmek gerekir: Avrupa’nın neredeyse yarısına yakın toprağa sahip Osmanlı İmparatorluğu, Viyana Kongresi’ne davet edilmemiştir. Üstelik çıkan isyanlar bastırılmak yerine, bu isyanlar çeşitli şekillerde teşvik edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun aldığı ağır borçlar, dış siyasetinde bağımsız kararlar vermesini engellemiş; bu durum Osmanlı’yı, Rusya’ya karşı güya koruyan İngiltere’nin ve sonrasında Almanya’nın uydusu hâline getirmiştir.
Balkanlar’da, önce Rusya’nın bu bölgedeki etkisiyle, özellikle Romanya, Sırp, Bulgar ve Yunan halklarının isyan etmelerine yardımcı olunmuştur. Bunun yanı sıra, Fener Rum Patriği’nin özellikle Bulgar halkına Rumca ibadet ve okullarda Rumca öğretim baskısı yapması ve Bulgar Patrikhanesi’ni kapatması, Bulgarlar arasında milliyetçilik duygularını yeşertmiştir. Bu gelişmelere karşı olarak, Bulgarlar Fener Rum Patriği’nin işlerine karışmamasını, 1846 yılında Sultan Abdülmecid’in Balkan seyahati esnasında kendisinden istemişlerdir.
Osmanlı Devleti için ayrı patriklerin olması birleşmeye mâni iken, bu konuya ses çıkarılmamış, daha sonraki yıllarda kiliselerin birleştirilmesi ise ayrılıkların yolunu hızlandırmıştır. Bu süreçte Bulgar halkı, kendi eğitim sistemini kurmak amacıyla 1878 yılına kadar yaklaşık 2 bin okul açmıştır. Osmanlı toprakları dâhilinde 32’si olmak üzere toplam 95 gazete çıkarılmış; Avrupa ve Rusya kamuoyu, bu yayınlar aracılığıyla yanlış bilgilerle yönlendirilerek Türklere soykırımcı ve adaletsiz davranışlar isnat edilmiştir. Bu dönemde 1743 kitap basılmış ve ayrılıkçı düşünceler işlenmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde özgürce yaşayan, ibadetlerine karışılmayan ve asla asimilasyon politikası uygulanmayan, hatta devlet kademelerinde önemli makamlara kadar yükselme imkânı bulan bu halklar, isyanlar çıkarmış ve köyleri basan terör çeteleriyle Türklere büyük zararlar vermiştir. 1862 yılında Bulgar Lejyonları kurularak düzensiz bir ordu oluşturulmuş, Avrupa’da temsilcilikler açılarak Osmanlı aleyhine propaganda yapılmıştır. Öyle bir dönem olmuştur ki, bölgede asayişi sağlamak için günümüzdeki Barış Gücü’ne benzer şekilde İsveç jandarmaları Osmanlı topraklarında görev yapmıştır.
Önce Osmanlı’ya bağlı, iç işlerinde serbest bir muhtariyet sağlanmış; sonrasında bağlı prenslik ve nihayetinde bağımsızlık elde edilmiştir. Tüm bu süreç, Osmanlı Devleti’nin girdiği ekonomik krizler ve dış borçların ödenemeyecek düzeye gelmesiyle hızlanmıştır. Tam bağımsızlığını kaybederek ekonomik bakımdan Avrupa’ya bağımlı hâle gelen Osmanlı Devleti’nin öngörüsüz ve basiretsiz yöneticileri, Balkanların kaybedilmesine sebep olmuştur.
Osmanlı Devleti, ilk ıslahat çalışmalarına Islahat Fermanı ile Balkanlar’dan başlamıştır. Mithat Paşa’nın Vidin Valiliği esnasında, İstanbul’dan önce bölgeye elektrik ve tramvay getirilmiştir. Diğer bir örnek Yunan halkıdır. O dönemde İngiltere’nin Büyükelçisi, saraya Atina merkezli bir Yunan prensliğinin kurulmasını teklif etmiş ve gerekçe olarak medeniyetin ve demokrasinin beşiği olan Yunan halkına Sultan tarafından bir ayrıcalık tanınması gerektiğini ileri sürmüştür. Bilindiği üzere Avrupa ve Rusya destekli Yunan isyanı uzun sürmüş ve sonunda bağımsızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak yalnızca iki yıl sonra ortaya çıkan “Megali İdea” düşüncesi, Büyükelçinin ne kadar yanıldığını kendi hatıratında yazmasına sebep olmuştur.
Balkanlar’da bu etnik ayrışım ve isyanların arkasında hep din adamlarının bulunduğu görülmektedir. Hristiyan halklarda ruhban sınıfının siyasette etkili olduğu bilinen bir gerçektir. Ne yazık ki, hoşgörülü bir yönetim tarzına ve halkların vatan toprağında özgürce yaşamasına, dil, inanç ve kültürlerini serbestçe icra edebilmelerine rağmen, günümüzün tabiriyle “dış güçler” bu ayrılmaları desteklemiştir. Dün böyleydi, bugün de böyledir.
Gelelim Şark Meselesi’ne. Balkanlar kaybedildikten sonra, ikinci dosya açılmış ve Birinci Dünya Savaşı sonucunda bu mesele çözülmüştür. Savaş esnasında Osmanlı ordusuna Müslüman tebaa istenilen katkıyı sağlamamış ve emperyalist ülkelerin himayesine girerek, özgürlüklerini aldıklarını zannederken aslında sömürülen milletler hâline gelmişlerdir.
Osmanlı sancağı altında özgürce yaşayan bu halklara zaman içinde verilen tavizler, önce eli, sonra kolu, sonunda ise tüm bedeni alırken, Türk ulusu, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde bedenine sahip çıkmıştır. Bizim için Balkanların kaybedilmesi, dikkatle etüt edilmesi gereken bir konudur. Bu durum, Doğu sorunumuz ile büyük benzerlik göstermektedir. Günümüzde aktörler değişmemiş, sadece planın işleyişi farklı boyutlara taşınmıştır.
İç cephenin önemi ve bölgesel barış
Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan tüm Türk halkı, iç cephenin huzur ve barış içinde olmasını arzu etmektedir. Ancak bu hedefe ulaşırken, “Balkanları nasıl kaybettik?” sorusunu da sürekli sormamız gerektiği düşüncesindeyim.
Sorunların çözümü, 1774 Küçük Kaynarca (KK) Antlaşması gibi dış müdahalelerle sağlanamaz. Aksine, çözüm, bir bütün olarak asgarî müşterekte birleşerek, sorunlarımızı içimizde çözmekten geçmektedir.
Sınırlarımız içinde üniter bir yapıda yaşamak, Türkiye’nin daha güçlü olmasına katkı sağlayacaktır. Türkiye güçlü olursa, bölge barışı da bozulmaz.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.