Avrupalı olmak

Senem Aydın Düzgit

Son günlerde Türkiye’de yaşanmakta olan siyasi tartışmalar ve ekonomik durgunluk, akla 2000’lerin ilk yarısında yapılan siyasi analizleri getiriyor. O dönemde yapılan tartışmaların çoğunda, Türkiye’nin 90’larda yaşadığı siyasi ve ekonomik buhranların artık aşılmakta olduğu ve özellikle Avrupa Birliği süreci ile birlikte yapılmakta olan yapısal değişikliklerin ve reformların değişimin önünü açtığı ileri sürülüyordu. 90’lı yıllardaki kimlik eksenli çatışmacı politikaların yerini yavaş yavaş demokrasi ve insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğünü esas alan uzlaşmacı bir siyasal ve sosyal yapının alabileceği dile getiriliyordu. Özellikle 2005 yılından itibaren, bu olumlu senaryo gözden geçirilmeye başlandı. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Avrupa Birliği uyum sürecinin rafa kaldırılması oldu. Müzakere süreci kâğıt üzerinde sürüyor olsa da, çok yavaş ilerleme sağlandı. Türkiye, müzakerelerin resmen açılmış olduğu ekim 2005 tarihinden bu yana 35 müzakere başlığından sadece birini (Bilim ve Araştırma) kapatabildi. Türkiye ile aynı dönemde müzakerelere başlanan Hırvatistan ise müzakere sürecini tamamlama aşamasında. Müzakere sürecindeki bu yavaşlığın kısmen AB tarafından kaynaklandığını söylemek mümkün. Komisyon yetkilileri, yaptığımız birçok özel görüşmede, müzakereler esnasında Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğu bilinen birçok ülkenin engeller çıkardığını ifade ediyor. Zira Kıbrıs konusu da müzakere sürecindeki en büyük engellerden biri olmaya devam ediyor. Hükümet, müzakerelerin açılması öncesinde Birliğe Ankara Antlaşması’nın Güney Kıbrıs’a uygulanması taahhüdünde bulundu, ancak bunu henüz uygulamaya geçirmediğinden, bu husus, birçok müzakere başlığının kapanma şartı olarak duruyor.
Ancak AB uyum sürecinin yolu sadece katılım müzakerelerinden geçmiyor. AB uyum süreci, aynı zamanda bir zihniyet değişikliğine de tekabül ediyor. Özellikle 2005 yılını takiben yavaşlayan reform süreci, bu zihniyet değişiminin içselleştirilemediğini gösteriyor. Demokrasi ve insan hakları alanındaki reformların yavaşlaması, hatta gerilemesi, bunun en önemli göstergelerinden biri. Deniz Feneri skandalında yaşananlar, siyasi etik ve şeffaf yönetişim alanında ne kadar geride olduğumuzu tekrar ve son derece çarpıcı bir biçimde bizlere gösterdi. Bu skandal karşısında siyasi iktidarın aldığı tavır ise, iktidar partisinin, AB ile ilişkiler ne düzeyde olursa olsun, “Kopenhag Kriterleri”nin adını  “Ankara Kriterleri” koyarak reformlara devam edeceklerine dair iddialarının da zaten düşük olan inandırıcılığını büyük oranda ortadan kaldırdığını söyleyebiliriz. Bu değerlendirmeleri yaparken, içinde bulunduğumuz finans piyasaları kaynaklı küresel ekonomik krizi de göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Amerika’dan sonra dalga halinde Avrupa’ya ve Türkiye’ye de artan düzeyde etkileri olacak bu kriz, kapitalizmin piyasa hâkimiyetine dayalı kurallarının yeniden yazılması anlamına geliyor. Bu süreçte Türkiye’nin yapması gereken, bir yandan demokratik hakların genişletilmesi yönünde çaba gösterirken, diğer yandan siyasileri, bürokratları ve sivil toplum kuruluşları ile beraber bu krizin yol açacağı yeni ekonomik yapılandırmalara ne şekilde adapte olunacağı üzerine kafa yormak.
Avrupalı olma iddiasındaki Türkiye’nin, küresel ekonomik krizin orta yerinde, sonuç vermeyen iç kavgalarla vakit kaybetmesi yeni bir olgu değil. Türkiye, 90’ları aynen bu şekilde heba etmişti. Bu gidişle iyi başladığımız 2000’li yılları da ne yazık ki aynı şekilde heba ediyor olacağız.

Bunu Paylaşın