Suriye bölgesi 8 Aralık 2024 tarihi itibarıyla yeni bir yola girdi ve Esad rejimi fiilen ortadan kalktı. Fakat Suriye’ye sadece Şam merkezli bakmaya devam etmek yanıltıcı olur. Her bir grup kendi bölgesinde otonom şekilde hareket ettiği için Şam’da ne olduğu onları çok da ilgilendiren bir durum değil.
Suriye’ye destek sağlayan üç unsurun da bir şekilde etkisiz hâle getirilmesi ile kolu kanadı kırılan rejim, HTŞ’ye direnç dahi göstermeden ülkeyi terk etti. Rusya’nın Ukrayna ile savaş hâlinde olması, İran ve Hizbullah’ın İsrail tarafından baskı altına alınması ve İsrail’in HTŞ’nin yolu üzerindeki rejime ait kritik askerî tesisleri hava taarruzları ile etkisiz hâle getirmesi rejimin sonunu getirdi.
Doğal olarak İranlı milisler ve Ruslar, Suriye için savaşmak için hiç de gönüllü olmadı. Bu da şunu bir kez daha gösterdi ki herkes kendi vatanı ve milleti için savaşmalıdır, kimse sizin yerinize sizin vatanınız için savaşmaz.
Her ne kadar Türkiye bu olaya önderlik yaptığı ve yol açtığı izlenimini verse de ben bunu İsrail’den rol almak ve iç politika da kullanmak için yapılmış bir hamle olarak görüyorum. Siyasal İslamcı hükûmet kendisini kazananın yanında göstererek iç politikada bunu kullanma yoluna gitmektedir. İsrail ile ABD desteğini ve isteğini yokmuş gibi göstererek “Suriye’de halk devrimi oldu” algısını her yerde dile getirmektedir. Bu algıyı da Emevî Camisi’nde dua eden MİT Başkanı ve HTŞ lideri ile yakın görüntü veren Dışişleri Bakanı ile destekleme çabası içindedir.
Sahaya baktığımızdaysa gerçek olan Suriye bölgesinin sınırları net olmayan bir şekilde çeşitli gruplar tarafından taksim edilmiş hâlidir. Bu grupların tamamı “muhalif” adıyla birleştirilerek masumiyet ve mağduriyet şemsiyesi altına sokulmaya çalışılıyor. Muhalifin açılımına baktığımızda ne görüyoruz? YPG/PKK, HTŞ, ÖSO, IŞİD ve diğer gruplar.
Muhaliflerin hangisi terör örgütü, hangisi değil?
YPG/PKK Türkiye’ye göre, ÖSO Rusya ve İran’a göre, IŞİD ve HTŞ Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne yani herkese göre terörist.
Yani muhalif olarak Suriye’de yer alan grupların ideolojik (etnik ve mezhepsel) yaklaşımlarına göre keskin tavırları birilerine göre terörist olarak tanımlanmalarına neden oldu. Suriye bölgesi de dolayısıyla bu sözde muhalif aslında birilerine göre terörist gruplara kaldı. Onlar da kendilerine göre bazı bölgelerde kontrolü sağlamış durumdalar. Önümüzdeki günlerde yine bu grupların otonom bir şekilde devletler mi oluşturacağı yoksa ABD/İsrail şemsiyesi altında bir federasyon mu teşkil edeceğini göreceğiz.
Türkiye’nin yeni komşularının kimler olacağıysa ilk akla gelen sorulardan biri. Amerika’nın yıllardır yatırım yaptığı, tabiri caizse yıllardır besleyip büyüttüğü YPG/PKK (ABD’ye göre Suriye Demokratik Güçleri) Fırat’ın doğusunda ve batısında bazı bölgelerde hâkimiyetini pekiştirmeye devam edecektir. Federasyon veya otonom bir yönetime geçilmesi hâlinde dahi ABD tarafından silâh ve teçhizat ile güçlendirilmeye devam edecek ve Suriye sahasının jandarması olacaktır. Bunun ilk mesajını ABD zırhlı birliklerinin Ayn-el Arab’a girmesi ile görmüş olduk. Bu yapının çok geçmeden Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile birleşmesi de büyük ihtimâldir. Bu vesileyle İsrail güdümlü “Büyük Kürdistan” hayâli büyük adım atmış olacaktır.
İleride isteklerinin de sınırsız bir şekilde artacağı kesindir. İsrail direkt saldırır mı Türkiye’ye bilemem ama yıllar içerisinde güçlenen ve yeterli silâh ve teçhizata sahip olup Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile birleşmiş bir YPG/PKK’nın İsrail ve ABD desteği ile Türkiye’yi taciz etmesi pek de sürpriz olmaz. Özellikle İsrail ve ABD’nin hava desteği bu tezi çok daha mümkün kılar. Çok mu uzak ya da imkânsız mı? İsrail ve ABD destekli hâliyle kesinlikle uzak değil.
ABD bölgedeki konumunu daha da güçlendirdiğinde Irak ve Suriye’ye getirdiği sözde “demokrasiyi” belki Türkiye’ye de getirmek ister. Çünkü gözüken şartlar ona doğru evrilmeye başladı. Erdoğan’ın görev süresinin bir kez daha uzaması (muhtemelen bu da Trump ile birlikte ABD destekli), bir şekilde yeniden seçilmesi ve Türkiye’nin güneydoğusunda olası provokatif eylemlere müdahaleler ülkenin iç dinamikleri içinde çözülebilecekken, klasik emperyal ağızla birileri, “Diktatör güneydoğuda kimyasal silâh kullandı,” şeklinde ortaya çıkarsa istediğimiz kadar feveran edelim derdimizi kimseye anlatamayız. Saddam veya Esad anlatabildi mi? Irak ve Suriye’yi hatırlarız. O zaman da birileri çıkıp “Keşke Suriye’de mevcut durumu muhafaza etseydik, yanıldık milletimiz bizi affetsin,” der mi?
Evet, artık çok uzak değil. Giderek Suriye’ye yerleşme eğilimi gösteren İsrail yakında Suriye’deki bazı hava üslerini işgal ederek kullanmaya başlarsa ve bu yayılmasını ABD’nin Ürdün sınırındaki EL-Tanf üssü ile birleştirip diğer taraftan yayılan YPG ile birleşirse (Davut Koridoru olarak da adlandırılıyor) bu İsrail’in bölge için niyetini tamamıyla ortaya çıkarır. HTŞ’yi de Türkiye’ye karşı bir namlu olarak çevirmesi dahi muhtemeldir.
Diğer taraftan ABD’nin Yunan adaları dâhil üsler açması ve Türkiye’yi çepeçevre bu üsler ile kuşatması çok da hayırlı gözükmemektedir. Dedeağaç’taki kolordu seviyesindeki üssü dururken adalara pek çok yeni üs eklemesi de manidardır. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda yaptığı bir açıklamada, “Yunanistan'ın kendisi şu ânda Amerika'nın bir üssü durumuna gelmiştir. Şu ânda Yunanistan'ın içerisindeki Amerikan üslerinin sayısını ben saya saya bitiremedim. O denli Yunanistan'ın içinde Amerika'nın üsleri var,” ifadelerini kullanmıştı.
Bir başka açıklamasında da “Şu ânda 9 tane Amerikan üssü Yunanistan'da kuruldu. Peki bu üsler kime karşı kuruluyor? Verdikleri cevap; Rusya'ya karşı. Bunu yemezler, kusura bakmasınlar,” demişti.

Türkiye giderek tehdit altında kalmaya devam etmektedir. Hava Kuvvetleri için halen F-16 temini peşinde koşulması ve siyasal İslam’ın rant anlayışı nedeniyle hâlâ Altay tanklarının sahaya sürülememesi bu riski giderek artırmaktadır. Ekonominin ise bütün bilimsel kanıtların aksine bir yöntemle hurafeci yaklaşımla “Nas ve faiz sebep enflasyon sonuç” teziyle yerle bir edilmesi millî güç unsurlarının bulunduğu yeri göstermektedir. Bunlar yetmezmiş gibi milyonlarca geçici sığınmacı da iç tehdit olarak kenarda beklemektedir.
Tanrıdan en büyük dileğim her kelimesi için yanıldığım bir yazı olmasıdır. Tanrı her zaman Yüce Türk Milleti’nin yanında olmuştur. “Bu kadar kolay mı?” diyenler için, “Çok mu zor?” diyebilirim. İktidarın tüm bu olgular üzerinden ülkeyi getirdiği nokta beka probleminin buram buram yayıldığı yerdir.
Kurtuluş, ebedi başkomutan Atatürk’ün sözlerinde açıktır. Ebedi Başkomutan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta iç cephenin önemini net şekilde ifade etmiştir. İç cepheyi muhafaza etmek hayati bir hâl almıştır.
“Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlûp olabilir; fakat bu durum, hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren, iç cephenin çökmesidir.”
Bu iktidarın ihvancı yaklaşımlar ile iç cepheyi muhafaza etmesi de pek mümkün gözükmüyor. Millete düşen, bu iç cepheyi kendi dinamikleri içinde sağlam bir kitle hâlinde oluşturmasıdır. Bunun ilk aşaması zihinlerde oluşan ülkü birliğidir. Geçmişte yapmıştır, şimdi de yapar.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.