
Dünya siyasetine son 30 yılda yön veren liderlerden yoksun bir dönem geçiriyoruz. ABD, Birleşik Krallık, Almanya ve Fransa İsrail’in oyuncağı olmuş, Rusya ayrı bir âlem. Devletlerin stratejilerinin bile nerdeyse aylık olduğu bir 2025 yılı. Neyse bu konulara girmeden anıları paylaşmak bence daha güzel diye düşünüyorum. Uzmanlar “geçmişi özlemeyin devamlı o yıllardan bahsetmeyin yaşlanmanız hızlanır” deseler de ben yaşlanmayı tercih ediyorum. Ve o günleri özlüyorum…
1958 yılında Moda ilkokulunu bitirdim. Babam bana Peuqeot marka vitesli bir bisiklet aldı. Almaya gittiğimizde babam paranın eksik olduğunu fark etti ama satıcı ilk defa gördüğü babama “sonra verirsiniz” demişti. Emekli olduğunda ikramiyesi ile bir ev daha almak istedi. Az bir eksiği vardı bir arkadaşı senetsiz sepetsiz parayı tamamlamıştı. Sözün senet olduğu dönemi yaşadım. Annem Kadıköy Altıyol’dan çarşıya giderken hemen hemen bütün dükkân sahipleri ile konuşurdu. Beğendiği bir şey olsa hemen verirlerdi. Güven vardı, dürüstlük vardı.
Kadıköy Ortaokulu’nda iftiharla geçtiğim sene Türkçe öğretmenimiz Rahmetli Ferhunde Hanım Ömer Seyfettin yazarımızın bir hikâyesinde geçen “karaborsacı” kelimesinin anlamını sınıfta kimse cevaplamayınca bana sormuştu. Oysa ben de dersim iyi nasılsa bana sormaz diye çalışmamıştım. Sonuçta Ferhunde öğretmenim “yarın annen okula gelsin” dedi. Yıkıldım nasıl söyleyeceğim. Sonuçta annem “ağabeylerinden görmediğim şeyleri işitiyorum bu ne haylazlık” diye konuştu. Oysa ki 2 sene iftiharla geçmişim. Ertesi gün öğlen suları beni öğretmenler odasına çağırdılar. Annem ve Ferhunde Öğretmen beni bekliyorlar. Ferhunde Öğretmen “Aç avucunu “dedi ve cetveli ile annemin yanında hafif de olsa vurdu. Annem hemen “Biz oğlumuzu yetiştirin diye sizlere yolladık, eti sizin kemiği bizim” dedi. Bilmem anlatabildim mi!
Türkçe dersini ve özellikle Atatürk ilkelerini bize öğreten o kıymetli öğretmenimi rahmetle anıyorum, iyi ki onunla ders gördüm. Öğretmene saygı vardı, sevgi vardı.
Bir başka anım ilkokuldan. Moda İlkokulu’nu bitirdim. Ağabeylerimin de öğretmeni olan Rahmetli Resiye Karakaş’a bir teşekkür için annemle ben HacıBekir’den bir kutu lokumla evine gittik. Hoş beşten sonra Öğretmenim lokum kutusunu alamayacağını belirtip “öğrencileri yetiştirmek bizim görevimiz zahmet etmişiniz gerek yoktu” dedi. Bu hayatımdaki en büyük dersti. Hayatım boyunca onun gibi oldum. Böyle yetiştik hayat dersi de alarak.
Çocukluğumda tramvayla seyahat ederken hiçbir zaman yolculuğun sonuna kadar oturamadım annem “büyüklere yer verilir” diye kucağına alırdı. Şimdi ben bu yaşımda benden daha yaşlılara ve özellikle hanımlara yer veriyorum. Sokakta bir yiyecek yiyerek yürümemize izin vermezdi “bunları alamayan var” derdi. Keza lokantada cam önüne asla oturmazdık aynı düşünce ile…
Deniz lisesine girdim. Bahriye örf adetlerini öğrettiler. Ailenin büyüğü/komutan yemekten kalkmadan kimse sofrayı terk etmezdi. En rütbesiz yemeğini alana kadar komutan yemeğe başlamazdı. Sigara müsaade verildiğinde içilirdi. Her zaman hanımlara öncelik vermemiz öğretilirdi. Hatta sınıf subayımız İlhan Sezer yüzbaşımız iki mendil taşımamızı şart koymuştu. Biri ihtiyaç durumunda hanımlara sunmak için. Çok uzun yıllar ben de 2 mendil taşıdım. Her mahalle bir klan gibiydi kızlı erkekli bir arada oynar ve gezerdik adeta kardeş gibi. Her mahallenin genelde bir futbol takımı olur diğer mahallelerle tabiri yerinde ise “mahalle maçı” oynanırdı. Mahallenin ağabeyleri hareketlerimizi kontrol edecek kadar yakındılar. Âdeta mahalle örf ve adetleri oluşurdu. Evlerimizin kapısı “yale” marka basit bir kilitle kapanırdı ve pencerelerimizde demir parmaklıklar yoktu. Bir seyahate gittiğimizde anahtar komşuya verilirdi ki çiçekler sulansın. Mahalle bekçimiz “Bekçi Baba” saat 24:00’da düdük öttürdüğünde herkes evlerine giderdi. Şimdilerde hiç görmediğimiz bir kural da vardı; bir kapıdan girerken büyüklere öncelik verilirdi yani şimdilerde olduğu gibi bodoslama üzerlerine doğru gidilmezdi. İnsanlarda sabır vardı, gerçek hoşgörü vardı. Çocukluk arkadaşlarımın nereli olduğunu hangi dine mensup olduğunu bile bilmezdik, insan olarak bakardık. Evde de büyüklerimiz bir ayrıma yol açacak durum yaratmazlardı. Çünkü Atatürk beraber dost içinde yaşayacağımız bir ulus bıraktı. Büyüklerimiz o dönemde öğrendiklerini bizlere verdi. Ben çok samimi olarak söylüyorum mezhepsel farklılığı çok çok sonra öğrendim. “Önce insanız” önemli bir tanımdı. Ben babadan geçerli Fenerbahçeliyim. Bir zamanlar üyelik yapmış. Maçlarda hakeme bile protesto adaplıydı. En ağır ifade “……hakem” idi. Şimdi bir ansiklopedi olacak kadar geliştirildi.
Sonuç olarak neden eskiyi özlüyorum ve neden bu duruma geldik? Tahammülsüz, hırçın kendisini hep haklı gören bilmediğini biliyor sayan, güven ve saygıyı kaybetmiş bir topluma dönüşüyoruz. Aslında hepimiz hatalıyız. “Nasılsa birileri bakar” düşüncesi ile boş verdik. Tarihsel mirasımızı koruyamadık. Bütün Avrupa devletlerinde 1300-1400’lü yıllarda yapılmış evler durmakta. Benim ailem 1856’dan beri İstanbul’da yaşıyor. Geçmişten kalan koca Kadıköy’de ilk ve orta okulum duruyor, bir de sayıları 10’u geçmeyen mekânlar yarı orijinal hâli ile. Bir toplumda matematiksel değerler her zaman düzelir ama toplumda sözün senet olmaktan çıkması yani güveni kaybederseniz saygı yok olur, sevgi sadece satırlarda kalır.
Bu yazım yaşı küçük olanlara ters gelebilir, belki anlamakta güçlük çekebilirler. Ama nereden geldiğimizi, neye dönüştürüldüğümüzü bilsinler. Çok az bir kısmını yazabildiğim anılardan küçük bölümler bunlar. Ama yaşananlar bir gerçek. Ben eskiyi özlüyorum, siz ne derseniz deyin.
Türk ulusunun, aylık stratejilerin yapıldığı bu dönemde coğrafyasının dikte ettirdiği dış siyasetinde pruvası hep neta olsun.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.





