Türkçenin zenginliğine katkı sağlayan bir gemici terimi… Sütliman

MDN İstanbul

Dz. Albay (E) Derya Şerif Yarkın
Dil’i, somut ve soyut olarak çevremizde var olan her şeyin sese bürünmüş biçimi olarak tanımlamamız olası. Bir kurallar bütünü olan dil, asla bir kuralsızlıklar yığını olmadığı gibi kendine has kuralları olan, zaman içinde değişmeler gösteren, adeta canlı bir varlık. Dolayısıyla dilin gelişimi de süreklilik ve devinim gösteriyor. Bu kavram ve açıklamalar, güzel Türkçemiz gibi ulusal ‘Deniz Dili’mizin oluşum ve gelişim aşamalarında da geçerli hususlar.
Türk dilinin, köklü tarihi içerisinde pek çok yakın ve uzak komşu dille söz/kelime/terim alışverişinde bulunduğu biliniyor. Türkler için “denizcilik”, Anadolu Yarımadası’na göçten çok sonraları (oldukça geç) bir uğraş haline gelmiş ve bu yüzden de Türkçe’nin söz varlığında denizciliğe dair pek çok terim, tarihte denizcilik yaşam ve uygulamalarıyla ünlenmiş uluslardan alıntılanmış.
Asya’dan göç eden Türkler, ilk önceleri Anadolu Yarımadası’nın iç bölgelerine yerleşmişler, dolayısıyla uzunca bir süre deniz ve denizcilikle hiçbir ilişkileri olmamış. Türklerin, Selçuklar adı altında ilk kez denizle tanışmaları 13’üncü yüzyılda Akdeniz’de Alanya ve Antalya liman kentleri ile Karadeniz’de Sinop’un ele geçirilmesi sonucunda başlıyor. Bu bağlamda, güneyde İtalyan/Cenevizli tüccarlarla başlayan ilişkiler, Venedik dili ve İtalyanca deyimlerin kazanılmasına neden olmuş. 14’üncü yüzyıla gelindiğinde, Türklerin Ege Denizi’ndeki başarılı etkinlikleri ve Osmanlıların Gelibolu’da bir tersane kurmaları sonucunda, Türk denizcileri/gemicileri arasında konuşulan Deniz Dili’ne daha yeni yeni girmeye başlayan İtalyanca terimlerle birlikte 15’inci yüzyılda Arapça, Farsça, Yunanca, Romence ve Slav dillerinde kullanılan terimlerin kullanımının da yaygınlaştığı görülür. 15’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı donanması, gemi sayısı ve boyutları olarak büyümeye başlayınca, Akdeniz’de diğer tüm ülkelerle olan ilişkileri artmış ve bu, ulusal Deniz Dili’nin de hızla gelişmesine yardımcı olmuş.
Arapların, Kuzey Afrika üzerinden İspanya’ya yaptıkları seferler ve buralara yerleşmeleri sonucunda Katalanca, İspanyolca ve Portekizce terimlerin karşılıklı olarak kazanıldığını ve Türklerin de bundan dolaylı olarak etkilendiğini söyleyebiliriz. Türk Deniz Dili, gemilerde kullanılan araç ve aygıtlarla ilgili olarak Arapça kökenli fazla terim içermese de gökbilimle ilgili terimler, gezegen ve yıldız adları Arapça. Teknik terimlerde ağırlık Venedik dili, İtalyanca ve Yunanca. Güney kıyılarıyla kazanılan Akdeniz komşuluğu, bazı Fransızca deyimlerin de Türk denizcileri tarafından kullanımına neden olmuş.
Ancak, kavram benzerliği de içeren bu “ortak” gemicilik/denizcilik terimleri, birkaç ayrıcalık dışında, dönemin denizciliğinde önemli bir yeri olan İngiltere ve İskadinav ülkelerinin dilleriyle asla benzeşmez.
Bu açıklama, Türklerin ulusal Deniz Dili’nin tümüyle yabancı terimlerden oluştuğu sonucunu doğurmamalı. Atalarımızın deniz ve denizcilikle ilk karşılaştıkları andan itibaren, insan bedenindeki bazı organ ve özel yapı/davranışlara benzetim yoluyla ürettikleri, günümüzde bile geçerliliğini koruyan, öz be öz Türkçe birçok denizcilik terimimiz var. Örneğin; baş, göz, kulak, burun, çene, bıyık, sakal, kaş, boğaz, omuz, bel, kıç, omurga, kaburga, tırnak, meme, ağız, topuk, akıntı, döküntü, çatlak…
Akdeniz’e komşu ülkelerin dillerinden edindiğimiz gemicilik/denizcilik terimlerimizin çoğu, o terimi kullanan yurdumuz insanının yaşadığı Türkiye coğrafyasında egemen yerel ağızların etkisiyle çeşitlenmiş (söyleyiş farkları oluşmuş) ama aslını hiç yitirmemiş. Türkçemize ve dolayısıyla ulusal ‘Deniz Dili’mizin zenginliğine katkı yapan ve günümüzde de gerek denizcilikle ilgili tanımlamalarda, gerekse sosyal yaşam betimlemelerinde yaygın olarak kullanılan “Sütliman” terimi, işte bu kapsamda yer alan ama tam olarak benzetme (teşbih) olarak da tanımlanamayacak bir değişimle “birleşik sözcük” olarak Türkçeleşmiş.
Denizcilik uygulamaları gözönüne alındığında, büyük bir limanın içinde, ek mendirek(ler)le korunup, rüzgârın neden olduğu dalgaların iyice sönümlendiği “iç liman”, Yunanca’da “σοτολιμινας (okunuşu: sotolimiónas)” ve İtalyanca’da da “sottoporto” terimleriyle tanımlanıyor. Denizci atalarımızın ilk kez İstanbullu Rumlardan (Bizans dilini kullananlardan) öğrendikleri “liman (Bizans dilinde “λιμινας (okunuşu: limiónas)” ve “λιμνιον (okunuşu: liménion)” terimini, işlevsel anlamda kapsadığı “durgun deniz/hava” kavramıyla özdeşleştiren bu yeni terim, ulusal Deniz Dili’mizde, ses benzeşmesiyle, (“süt”le bir ilintisi olmaksızın) havanın (rüzgârın) ve denizin durgun durumunu tanımlayan “sütliman” olarak yer almaya başlıyor. Ulusal Deniz Dili’mizi her yazısında özenle kullanan Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kavgası adlı eserinde topal martı için “… Hayırsızada’nın kıyılarına uçup kayboluyor, geri dönüyor, süt liman denize konuyordu.” Diyor. Atalarımızın Orta Asya’daki yaşantıları sırasında bile kullandıkları “süt” sözcüğünün, Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanmış Türkçe Sözlük’te beş farklı anlamda kullanıldığı belirtilmiş olsa da “durgun” anlamına gelecek bir karşılığı yok. Denizcilerimiz “sütliman” terimini daha zenginleştirerek (ama aynı tanım içinde kalarak) “limanlık”, “limanlık hava”, “palpa liman”, durgun hava” ve “rakit hava” olarak da kullandıkları gibi, bu sakin hava/deniz durumunu “bonaçe”, “ayna gibi”, “çarşaf gibi” ve “karınca su içiyor” biçimlerinde de tanımlamışlar. Süleyman Nutkî’nin hazırladığı ilk gemici dili sözlüğümüz olan Kamûs-i Bahrî’de yer alan “bonaçe” deyimini yerel ağızla (şiveyle) “bunâtese” olarak vurgulayan Seydi Ali Reis, Mir’ât-ül Memâlik adlı (hani şu, maceralı Hint Okyanusu seyrini içeren) eserinde “… biş günden sonra, bir mikdâr rüzgâr bunâtese idüp ya’nî baş koyup limanluk olıcak …” derken, terimin tarihsel kullanım biçimi hakkında da güzel bir örnek veriyor. Günlük yaşantımızda yalnızca denizcilerin değil, hemen her kesim tarafından, aynı anlamda ve yaygın biçimde kullanılan “sütliman” terimi, İngilizce’de “Calm”, Fransızca’da “Calme” ve Almanca’da da “Windstille” kelimeleriyle karşılık buluyor. Tam yeri gelmişken, konularını gerçek yaşamdan alan ve “ferec ba’de’ş-şidde”yi oluşturan öyküler içinde, aynı anlamda “bal-limun” deyiminin geçtiğini vurgulamakta da yarar var…
Bir kez daha yinelemek gerekirse; “sütliman” terimini “süt beyaz”la yan yana getirip, yürürlükteki dilbilgisi kuralları çerçevesinde irdelemek, tümüyle yanlış bir davranış olacak. Çünkü bu terim, yalnızca denizcilere özgü, yani (yaşlıların ağızıyla) “nev-i şahsına münhasır” bir terim. Acaba “teknik terim” deyip geçiversek mi…
Her ne biçimde kazanılmış ve/veya kullanılıyor olursa olsun, bu terim artık bizim ve güzel Türkçemiz kadar ulusal Deniz Dili’mizin de zenginliğini oluşturan bir değer.
Bunu Paylaşın