PROF. DR. KERİM ATAMER

MDN İstanbul

 

Kerim Atamer Trio: Hukuk, akademi ve deniz! PROF. DR. KERİM ATAMER

Avukatlığı Gündüz Aybay’ın yanında öğrenen Kerim Atamer, İstanbul Üniversitesi’nde Deniz Hukuku Profesörü olmanın heyecanını yaşarken, aynı zamanda hayatında ilk kez baba olmaya hazırlanıyor. Kendisi ile bu iki mutlu haberin arasında, Kaptan babasından, özel üniversitelerin halinden, yargıdan, yabancı bürolar akın akın İstanbul’a gelirken hukuk bürolarımızın geleceğinden, ilginç davalardan ve Türkiye’nin en güzel koylarından konuştuk
[membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]
Birinin burcunun boğa ve yükseleninin aslan olduğunu söyleseler, o kişi için, ayağını yere sağlam basan, dürüst, sadık, tuttuğunu kopartan, lider karakterde, eğlenceli, sosyal ve girişken olduğu kehanetinde bulunabiliriz. 26 Nisan 1965’te İstanbul’da doğan Kerim Atamer’de bu özelliklerin yanı sıra ancak İstanbul beyefendilerinde görülebilecek bir zarafet var. Profesör Atamer’in sektörde iyi tanınan rahmetli babası, bas gitar merakı, Hamburg günleri, ilk çocuğu için duyduğu heyecan ve akademik kariyerini içeren röportajımızda ise burçların anlattığının ötesinde dolu dolu bir yaşam saklı…
İstanbul Levent’te bir çocukluk… Şair Mehmet Emin Yurdakul İlkokulu’nun ardından Alman Lisesi’nde öğrencilik yılları… Çerkez kökenli babası ne kadar sertse o da o kadar haylaz. Babamın çok sert mizaçlı biri olduğunu söylemem lazım. Ben ve benden üç yaş küçük kız kardeşim Yeşim ile babam arasındaki ilişkileri hep annem dengelemiştir. Öte yandan anne Alman, baba Türk olunca, biz dil öğrenme açısından şanslı büyüdük. Babam bizimle hep Türkçe konuşurdu, annem de hep Almanca. O sayede kardeşim de ben de çift dille büyüdük ve hayatımız boyunca çok yararını gördük. 1976’da Alman Lisesi’ne başladım. 1979’da Türkiye’deki genel karışıklık çerçevesinde babam Türkiye’de büyümemizi istemedi. Ortam gergindi. Mesela 1 Mayıs 1977 sabahı okula gitmek üzere Taksim Meydanı’ndan geçtiğimi düşünecek olursak, haksız da sayılmazdı.  Biz toplandık, 1979’un Ağustos ayında Hamburg’a gittik. Ben hiç gitmek istemiyordum çünkü o dönem Alman Lisesi’nde müthiş bir ekibimiz vardı. Müziğe merak salmıştım, gitar çalıyordum. Bir müzik grubumuz ve harika bir arkadaş ortamımız vardı. Bakacak olursanız, bir yanda Türkiye yıkılıyor öte yanda biz bir avuç genç, o gerilimin tümüyle dışında çok neşeli bir yaşam sürüyoruz. Kendimi zorla götürülmüş gibi hissetsem de sonuçta hep beraber gittik. Babamın çok asabi bir yapısı vardı. Müthiş sigara içerdi. Güne sigarayla başlar, sigarayla bitirirdi. Günde 3-4 paket içtiğini söyleyebilirim. Neredeyse hiç uyumazdı. Bu yaşam biçimine paralel olarak kalp krizi geçirdi. Ardından hastanede bir tane daha geçirdi. Üçüncü krizi geçirdiğinde, Mart 1980’de kendisini kaybettik. Türkiye’ye geldik, babamı toprağa verdik ve Almanya’ya döndük. Annem çok ilginç bir karar verdi. Hamburglu olmasına rağmen, ben çocuklarımın Türkiye’de büyümesini istiyorum dedi. Eşini kaybetmiş bir Alman olarak Türkiye’ye dönmeyi istemesi, dokunaklı bir karardı. Böylece biz o yılın Ağustos ayında tekrar buraya döndük. Annem Türkiye’deki ortamı daha çekici buldu çünkü insan ilişkilerini daha samimi, sıcak ve yakın görüyordu. Annemin ailesi de Prusya kökenli felaket disiplinli bir ailedir. Sanırım biraz da o kadar katı bir ortamdan kaçmak için böyle bir seçim yaptı. Babamın akrabaları, amcaları ve yakın arkadaşları özellikle Gündüz Aybay, baştan itibaren bu kararı içtenlikle desteklediler. Biz daha Türkiye’ye gelmeden, onlar ev bulup hazırlamışlardı. Nihayetinde yeniden Alman Lisesi’ne girdim. Kardeşim de oraya başladı. Bu arada annem ilk geldiğinde ev hanımıydı. 1978’de Almanca ders vermeye başladı. Öğrencileriyle çok iyi bir iletişim kurdu. Hakikaten çok iyi bir öğretmendi; o yönüyle hem bize çok faydası dokundu hem de uzun yıllar ders verdi. Müthişti!

Efsane dörtlü
Babamın öldüğü günlerde, onun akrabaları biraz dağınık durumdaydı. Herkesin çok yakın ilişkiler içerisinde olduğunu söyleyemem. Öte yandan kendisinin çok geniş bir arkadaş çevresi vardı. Ölümünden sonra, iş çevresinde ne kadar sevilen biri olduğunu daha iyi anladık. Hem denizcilik hem de sigortacılık sektöründeki arkadaşları bize sahip çıktılar. En başta rahmetli Gündüz Aybay’ı anmadan geçemeyiz. Babamlar, zamanında dörtlü bir “çete”ymiş: Gündüz Aybay, babam Baykurt Atamer; Kaptan Bülent Erol -ki kendisi hâlâ hayattadır ve iki de oğlu var- bir de rahmetli Kaptan Yılmaz Şenova… O dörtlü, gerçekten müthiş insanlardan oluşuyor.

“Gündüz Aybay sayesinde hukukçu oldum”
1983 yılında Alman Lisesi’nden mezun oldum. O günlerde içimde idealist duygular var. Gazeteci olmak istiyorum, sosyal bilimler alanında okumayı planlıyorum. O dönemde rahmetli Gündüz Aybay’ın Karaköy’de bir yazıhanesi vardı. Bir gün beni çağırdı. Gittim, oturduk. Belli ki annem benimle konuşma yapmasını istemiş. Kendisine danıştım, ben ne yapayım diye… Dedi ki: Şimdi sen gazetecilik yapmayı istiyorsun. Ona yakın disiplinlere bakalım. Ne var mesela? Felsefe değil mi? Benim çok ilgimi çekiyor. Sosyoloji veya Tarih? Yine çok ilgimi çekiyor.  Bana sakince, “Türkiye’de bu konuları tek tek okursan, maddi bağımsızlık anlamında sorun yaşayabilirsin. Aslında bunların hepsi hukukun içinde var. Ama hukuk okursan mezun olduğunda ayaklarının üzerinde durabilirsin. Tarihçi olarak, sosyolog olarak, gazeteci olarak, ekonomik özgürlük anlamında sıkıntılarla karşılaşabilirsin” dedi. Dolayısıyla Gündüz Aybay bana hukukla ilgili bir pencere açtı. Zaten ağabeyi rahmetli Aydın Aybay Türk Medeni Hukuk Profesörü, kardeşi Rona Aybay Devletler Hukuku Profesörü… Yani hukukun akademik misyonunu da çok özümsemiş bir aile.  O birikim üzerine Gündüz Aybay’dan bunları dinleyince çok etkilendim ve hoşuma gitti. Böylece üniversite sınavına tek tercih olarak İstanbul Hukuk yazdım.”

“Sol beyinli biriyim”
Kerim Atamer’in hukuk eğitimini anlatmaya başlamadan önce, gitar merakından ve müzisyen olma hayalinden bahsetmek gerek. Bilindiği gibi, beynimizin sol yarımküresi konuşma gibi aktiviteleri yönetiyor. Beynin sağ tarafı ise müzik, resim gibi yeteneklerle ilgili. Kişi hangi tarafı daha baskın olarak kullanıyorsa, o yönde bir gelişim ve yetenek sergilemekte… Kerim Atamer Hocamız, bütün hayatı boyunca müzisyen olmayı hayal etmiş ama gelin görün ki, istediği yeteneği sergileyemediği için gitara küsmüş. Müziği bırakıp müzik sistemine dair parçalar, CD, plak, DVD formatında albüm koleksiyonu yapmaya başlamış. Nörolog olan eşi Aslı Hanım, iş icabı çok konuşmasına ve gitardaki başarısızlığına bakarak, kendisine takılıp, “Sen de hiç sağ beyin yok, sadece sol beyinden ibaretsin” diyormuş. Oysa hukuk, sigorta gibi mesleklerin ezber yönü sol beyinle ilgili olsa da soyut düşünce, analiz, hüküm verme, hızlı ve yaratıcı çözümler bulabilme yönü sağ beynin de aktif olmasını gerektirir. Zannedilenin aksine, sağ beyni devreye girmeyen kişiden iyi hukukçu da olmaz. Dolayısıyla biz, deniz hukuku alanında profesörlüğe kadar yükselebilmiş Atamer’deki sağ beyne inanıyor, kendisinde her an bir müzik grubu kurabilme heyecanını da görüyoruz.

Platin yıl!
“Üniversitede ilk zamanlarımda kendimi biraz eğlenceye verdim. 1984’ten itibaren ciddileştim. Üniversiteye girdim. Daha ikinci veya üçüncü günde, Alman Lisesi’nde benden iki dönem büyük bir arkadaşımla karşılaştım. ‘Nereye gidiyorsun?’ dedi. ‘Derse’ dedim. ‘Boşver dersi, gel seni bir yere götüreceğim’ dedi. Biz çıktık. Beyazıt Meydanı’na inip ışıkları geçtik. Bir iş merkezinin alt katında, Platin diye bir kafeye gittik. Adı Platin ama o zamanlar nasıl batak bir yer anlatamam. Düşünün sene 1983. Zemine indik. ‘Briç biliyor musun?’ dedi. Ben de o güne kadar briç diye bir oyunun adını bile duymamışım. Öğrenirsin dediler. Ben bir sene briç oynadım. Ama tam bir fanatizm düzeyinde oynuyoruz. Kitaplar aldım. Akşamları evde çalışıyorum, sabah saati yedi buçuğa kuruyorum. Evden üniversiteye gidiyormuş gibi çıkıp Platin’e gidiyorum. Sabahtan oturuyoruz. Haftanın beş günü oradayız. Kurufasulyesine, köftesine oyun oynuyoruz. İnanılmaz bir seneydi. Sonra mayıs gelince bütün derslerden döküldüm tabii… Sabah indim otobüsten, bir üniversiteye baktım, bir Platin’e giden yola baktım. Dedim ki, eğer şimdi Platin’e gidersem, bu üniversite, 8/10 yıl kadar uzayacak. Ders notlarını bulup, derslerin yarısını verdim. İkinci seneye başladık. O seneyi biraz daha ciddiye aldım. İkinci senenin ortalarında bana bir heves geldi. Üçte iyice hızlandım.
Mesleği Gündüz Aybay’ın yanında öğrendim. Rahmetli Gündüz Aybay, Independenta’nın donatanı Romen Navron adına avukat olarak görevliydi. İzzet Hatem’le birlikte çalışıyorlardı ve bütün büro olarak, Independenta dosyasıyla ve deniz kirliliği, tanker kazası, petrol kirliliği gibi konularla ilgililerdi. Dolayısıyla medeni hukuk, tanker kazası donatanı, sorumlu gibi kavramları duyarak yetiştim. Yani o büroda çalışmanın büyük faydasını gördüm. Avukatlık tam bir usta-çırak ilişkisidir. Orada bakkala gönderip gazete, ekmek almaktan fotokopi çekmeye kadar her işi yaptım. Teleks yazmayı öğrendim. Almanca’dan ve İngilizce’den tercümeler yaptım. O zamanlar bile bir çok yurt dışı davası vardı, Gündüz Aybay’ın. Son seneme geçtiğimde artık müvekkillerle yazışmaları yapar hale gelmiştim. İyi bir eğitim dönemi oldu, bana çok şey kattı. Kendisine minnettarım. Bendeki deniz ticareti ve sigorta hukuku, Gündüz Hoca ile çalışmaya başlayınca gelişti.

“Akademik hayat darbelerle kesintiye uğradı”
Rahmetli Belgin Erdoğmuş, benim Hukuk Fakültesi’nde karşılaştığım ilk hocaydı. Belgin ismi yanıltmasın, bir bayan değildi. Belgin Bey o zaman Roma Hukuku kürsüsünde doçentti. İlk derse Belgin Hoca gelmişti, sonraki yıllarda Bilgi Üniversitesi’ne beni transfer eden dekan oldu. O vesileyle tekrar karşılaştık. Bilgi Üniversitesi onun onuruna bir armağan yayınladı. O armağana da bir katkı yazma imkânım oldu. Orada da anlattığım gibi, güzel bir iletişimimiz vardı. Maalesef kendisini bir ay gibi kısa süre önce kaybettik. Nur içinde yatsın çok değerli bir insandı. Onun dışında, Medeni Hukuk kürsümüzden Tekin Aktay ve Nejla Doğulu’nun da derslerini çok severek takip ettim. İkinci sınıfta Borçlar Hukuku’nu severek takip ederdim. Giritlioğlu kürsüsünde İdare Hukuku’nda Lütfü Duran hocamız vardı. O da hakikaten Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli isimlerinden bir tanesidir. Allah rahmet eylesin. İkinci sınıfta Lütfü Duran, üçüncü sınıfta Profesör Yavuz Alangoya… Yavuz Bey sonra Koç Grubu’nun Başgrup Müşaviri oldu. Yavuz Hoca bize Medeni Usul Yargılama Hukuku dersine gelmişti. O dersler de unutulmazdı. Bu isimler dışında da üniversitede ekol isimler vardı. Mesela Kemal Oğuzman Tekinel ve Selahattin Sulhi Tekinel, İdare Hukuku’nda Sıddık Sami. Ya da Ragıp Serice… Ticaret Hukuku’nda Halil Arslanlı, gelmiş geçmiş en çalışkan, en bilgili, Almanca ve İngilizce’yi su gibi konuşan ve en geniş kapsamlı yayın yapan hocalardan birisiydi. Türkiye’deki akademik hayata baktığımızda, sürekli değerli hocaların üniversite dışına itildiğine şahit olduk. Dönem dönem tasfiyeler oldu. Değerli hocaların yarattığı bilimsel süreç hep kesintiye uğradı.
Kerim Atamer, üniversitede son sınıfta öğrenciyken Aybay Hukuk Bürosu’nun kurduğu Aybay Hukuk Araştırmaları Vakfı, 1986’da 1402 sayılı kanunla uzaklaştırılan öğretim üyelerinin arasında rahmetli Murat Sarıca anısına bir kitap çıkartır ve bir makale yarışması düzenler. Kerim Atamer, deniz ticaretine ilişkin oldukça tartışmalı bir konuyu araştırmaya karar verir. Aylarca hazırlık yapar, yabancı kaynaklardan alıntılarla, elinden gelenin en iyisini yaparak bir makale hazırlar. Eğitim sezonu bitip yeni dönem başlarken, o makale de birinciliğe layık görülmüştür. Böylece 1987 Kasım ayında Aybay’da çalışmaya başlar ve 1989 yılı Şubat ayında resmi olarak stajını bitirip avukatlık cüppesini giyer. Rotayı, Hamburg Üniversitesi’nde doktora yapmak için Almanya’ya doğru çevirir. Kanunlarımızın çoğu Alman geleneğine göre oluşturulduğu için, annesi Hamburglu olan Atamer, hiç şüphe etmeden bu şehri seçer.

İkinci imza, harika bir haber getirdi
Kerim Bey, Türkiye’de nişanlanıp Almanya’ya doğru yola çıkar. Peki, kiminle nişanlanır? Kendisine özel hayatını sorduğumuzda karşımıza biraz inişlı çıkışlı ama mutlu bir aşk hikayesi ve çok heyecanlı bir haber çıktı. İşte hocamızın samimiyetle paylaştıkları: “Eşim Aslı Kıyat Atamer, kardeşimin sınıf arkadaşıydı. Dolayısıyla tanışmamız çok eskiye dayanıyor. Alman Lisesi’ne yurtdışından gelmişti ve kardeşimden küçük olmasına rağmen sınıf atlayarak aynı sınıfta okumuştu. İlk zamanlarda beni ve arkadaşlarımı pek sevmezdi. Biz o dönem müzikle ilgileniyoruz. Gitar çalıp geziyoruz. Dışarıdan daha zıpır bir görüntümüz vardı demek ki. Uzun yıllar sonra karşılaştık. Yıl 1989… Önce bir tereddüt ettim ama sonra gerçek anlamda arkadaş olduk. Zamanla büsbütün yakınlaştık. Derken 1991 yılında evlendik. 10 yıl evliliğin ardından 2001’de boşandık. Boşanmasına boşandık ama herkesten azar işittik. Bu ayrılık ne bizim ne de dostlarımızın içine sindi. Arkadaşlar sürekli zihnimizi işliyor, görüşmemizi istiyorlardı. Hal böyle olunca, 2008 itibariyle tekrar görüşmeye başladık. En nihayetinde geçen yıl evlendik. İşin hoş tarafı şimdi de bebek bekliyoruz. Allah kısmet ederse, aralık ayında bir oğlumuz olacak. Bu benim için çok farklı bir süreç. Hiç bilmediğim bir dünyayı keşfediyorum şu anda. Bebek nerede uyuyacak, altı nasıl değiştirilecek, nasıl bir yaşam biçimi gerekecek? Böyle, bambaşka şeyler… Müthiş bir heyecan tabii!

Doktora için gidip 3 gece paket dağıtınca…
Akademik hayata geri dönecek olursak, Kerim Atamer, Hamburg Üniversitesi’ne gidip doktoraya başlar başlamasına ama daha ilk günlerde cebindeki harçlığı tüketir. Yanında misafir kaldığı aileye iş bulması gerektiğini anlatıp yardım ister. Ve kısa zamanda kendisine bir iş bulunur. Nedir iş? Postanede paket dağıtımı. Akşam saat 10’da işe başlanacak, sabah 6’ya kadar kamyonlar paketleri boşaltacak. O da mahalle mahalle dağıtım yapacak. Para da fena değil. Hal böyle olunca, Kerim Bey, işe başlar. Doktora için gittiği Hamburg’ta 3-4 gece paket dağıttıktan sonra aniden zihninde sorgulama başlar. Ben niye hukukla ilgili bir iş aramadım da burada paket dağıtıyorum diye düşünür. Ertesi gün Hamburg Barosu’nu arayıp, deniz hukukuyla ilgilenen avukatlık bürolarının ismini öğrenir. Şehrin kalburüstü, deniz hukukuyla uğraşan ne kadar bürosu varsa tek tek arar. “Bugün hayatta cesaret edemeyeceğim bir şey bu” diyerek anlattığı bu girişimi, Doktor Hans Christian Albrecht’e ulaşmasına kadar sürer. Belki de bir mucize eseri Albrecht, kendisine görüşmek için gün verir. Heyecanla 50 kadar avukatın çalıştığı çok büyük bir hukuk bürosuna gider. Tesadüfen telefonla ulaştığı kişi, şirketin kurucu ortaklarından yaşlıca bir beyefendi çıkar. Görüşme olumlu geçince işe kabul edilir. Kerim Hoca kendi kendine yarattığı bu büyük şans için “O benim hayatımda bir dönüm noktasıydı. Çünkü o büro sonra Almanya’nın ikinci en büyük hukuk bürosu oldu. Bugün CMS Hasche Sigle diye geçiyor. Hamburg Bürosu, CMS-HS Grubu’nun yöneticisi oldu. Bürodaki birçok kişi bütün o grubun başına geçti. Ve o büroyla irtibatı hiç kaybetmedik. Döndükten sonra onlarca dosya, müvekkil yönlendirdiler. Ve yıllar içinde müthiş bir işbirliğimiz oldu. Hep destek verdiler. Doktora tezimin önsözünde de belirttiğim gibi onlara olan minnet borcumu hiçbir zaman ödeyemem” diyor.

Efsane kadının sarı lastik çizmeleri…
“Orada bir sene çalıştım. Beni tabii ki Taşıma ve Deniz Hukuku Departmanı’na verdiler. Orada Drobnick diye bir hanım vardı. Efsane bir hanımdı. İlk ismi Isa. Isa Drobnick, deniz hukuku avukatı. Tam bir Demir Bilek. Ama nasıl tatlı, hoş sohbet aynı zamanda. Herkes Frau Drobnick diye ondan bahsediyordu bütün sektörde. İlk gün tanışmak için odasına girdik. Masasında ayağa kalktı. Kalkarken bütün edasıyla, tarzıyla hemen mesajı verdi. İçimden şu anda önemli biriyle tanışıyorum dedim. Güler yüzlü ama gayet ciddi şekilde selamlaştık. İster istemez göz ucuyla hafif sağa doğru gözüm kaydı. Orada bir çift lastik çizme duruyor. Hani sarı denizci botları vardır ya onlardan. Benim baktığımı görünce, ‘Ne sandınız?’ dedi. ‘Gemi haczetmeye giderken herhalde topuklu ayakkabı giyecek halim yok.’ Meğer hakikaten gemi hacizlerine kendisi gidermiş. Sonradan ben de şahit oldum. Çıkartıyor topukluları, çekiyor lastik botları. İcra memuruyla gidiyor. Gemiyi haczediyor. Gerekirse insanlarla kavga da ediyor. Öyle müthiş bir hanımdı. Sonra emekli oldu.  Avukatlık nasıl yapılır ilk orada gördüm.

“Türk avukatlar, yabancı şirketlerle rekabet edemeyecek”
Benim Almanya’da gördüğüm, mesela, kurucu ortak sabah yediyi yirmi geçe dükkanı açıyor. Bizde 11 buçukta bir tane patronu zor bulursunuz. Ya da mesela ünlü bir avukat olan Isa Drobnick, ayağında lastik botla gemi haczetmeye gidiyor. Bizdeki kıdemli avukatları bürodan çıkartamazsınız. Adliyeye gitmezler. Sadece kaybedilmeyecek dava, kaybedilecek boyuta gelince hakime ağlamak için duruşmaya koşarlar. Bence bizde çok oryantal bir patronluk anlayışı var. Dolayısıyla yurt dışından gelen ekipler, birer birer yerli büroları bünyelerine katıp büyümeye devam ediyorlar. 10-15 yıl sonra muhtemelen Türkiye’de yerli grup göremeyeceğiz.
Doktorayı tamamlayıp Türkiye’ye dönen Kerim Atamer, Aybay’da tam zamanlı çalışmaya başlar. Kurduğu iyi ilişkiler sayesinde büroya iş yağmaya başlar. Tanıdıklar İngiltere’ye yayılır. Oradan da işler gelir. Büroda 10 avukat varken 3 avukat daha işe alınır. Derken 5 avukat daha alınır. Sonunda ekip 50 kişi olur. Bu aynı zamanda Türkiye’de bu kadar kalabalık ilk bürodur. Atamer’in o günlere dair anlattıkları, sektörün bugün sahip olduğu ekolleri tanımlaması bakımından da değerli: “Biz ağırlıklı olarak kargo tarafıydık. Yani yük, sigortacılar, bankalar, gemi adamları… Donatanlar ağırlıklı olarak rahmetli Metin Baran’ın portföyüydü. P&I kulüpleri İzzet Hatem bürosunun portföyüydü. Kalanlar da Aybay’ın. Yani böylece piyasa üçe bölünmüş gibiydi. Bugün de esasında bürolara baktığınız zaman hâlâ aynı üçleme biraz bölünmüş olarak devam etmektedir. Mesela Baran’dan yetişen 5 büro, Aybay’dan yetişen 20 büro, Hatem’den kopan 8 büro var ama aynı gelenek devam ediyor. Özünde deniz nakliyatına baktığınız zaman bu üçlüyü görürsünüz. Adeta bağımsız bir okul olmuştur, insan yetiştirmiştir.

Lodos mu var, davalar
denizde kum
Avukatlık yaptığım süre boyunca çok ilginç davalarla karşılaştım. Casualty diye geçen kaza dosyalarında çok uğraştık. 97’de TPAO havaya uçtu. TPAO’nun P&I kulübünü temsil ettik. Orada 250’ye yakın dava, 400’e yakın talep çıkmıştı. O da uzun zaman bütün büroyu taşımıştı. Bu tip dosyalarda hiç beklenilmeyen öyle hukuksal sorunlar çıkıyor ki inanamazsınız. Mesela Tuzla Aydınlı Limanı’nda yangın söndürme görevi kimindir? Bir keresinde bu konu üzerine 35 sayfa mütalaa yazdım. O kadar zor ki içinden çıkmak mümkün değil. Bu işle uğraşırken, Florya’da Volga-Neft kırıldı. Onun hemen arkasından bir fırtına daha oldu. Zaten Ambarlı’da doğru dürüst dalgakıranlar yapılmadan önce ne zaman lodos esse, biz, ‘Hadi beyler iş geliyor’ diye beklemeye başlardık. Çünkü lodos olduğu zaman mutlaka zincirini koparan, sürülen, kırılan, karaya oturan olurdu. O dosyalar hep çok uğraştırdı bizi. Bir de uçak kazalarında da çok iş yaptık. Benim hayat hikayemin gidişatını soracak olursanız, doktora yapıp gelmişim. Aklım akademisyenlikte fakat iş sağanak yağmur gibi gelmeye başladı. Anlattığım gibi babam devlet memuruydu. Erken yaşta da vefat etti. Hayata mirasla başlamış biri değilim. Hep kendi ayaklarımın üstünde durmaya çalıştım. Evlilik hazırlığı yaptığım bir dönemde bu iş yoğunluğu büyük bir şans oldu. Avukatlığı bir süre devam ettirdim. 2000 yılında Türk Ticaret Kanunu Komisyonu kuruldu. Komisyona davet edildim. Davet edilen tek avukatım. Onun dışında herkes üniversitelerden, öğretim üyeleri. İşte o aşamada üniversiteye bir geçiş yapabilir miyim diye düşünürken Bilgi Üniversitesi’nden teklif geldi. Bizde ders vermeye başlayın dediler. Böylece yarı zamanlı çalışmaya başladım. Ders verdim, Kanun Komisyonu’nda çalıştım, diğer yandan da büroyu yürüttüm. Ondan sonra dengeler, öncelikler değişti. Yavaş yavaş avukatlığın dışına çıkıp üniversite çalışmasına ağırlık vermeye başladım. Bu kararı nasıl netleştirdin derseniz, o konuda ülkemizde avukatlık mesleğinin hali çok belirleyici oldu. Bence Türkiye’de profesyonel, ciddi avukatlık yapılamıyor. Yapılamamasının birçok sebebi var: Ortak avukatlık zikrediliyor ama bizde ortak çalışma kültürü yok. Büyük bir heyecan ve iyimserlikle yola çıkılıyor ama en geç 2 yıl içinde egolar tavan yapıyor ve ortaklar ayrılıyor. Türkiye’de avukatlık, hukukla ilgili bir iş değil. Avukatlık bir iş bitiricilik, iş takipçiliği. Ayrıca müvekkil de sizden bilgi saklar. Türkiye’de insanların en çok acıdıkları para da avukata verdikleri paradır.”

“Yuvada olmak güzel”
Bir yandan avukatlık yapan bir yandan da akademisyenlik hayalinden vazgeçmeyen Atamer, doktora tezini 1999’da Almanya’da yazar. Tezi, Liman Ölçüleri konusundadır. Doçentlik tezi ise 2006’da “Cebri İcra” üzerine… 1 Eylül 2002 tarihinde akademik kariyere geçiş yapan Atamer, on yıllık bir sürecin sonunda 4 Temmuz 2013’te profesör olur. Diğer hocalarla birlikte ortak çalışma şeklinde “Yeni Deniz Ticareti Hukuku Kaynakları” hazırlar. “Transport Law” isimli çalışması yurt dışında yayınlanır. Elbette bunca yılda, sayısız makale kaleme alır. Sayısız idari görevlerde yer alır. Kerim Hoca, sohbetimiz boyunca, özel üniversitelerle ilgili görüşlerini de paylaştı: “Ders vermeye Bilgi’de başladım. Bilgi Üniversitesi’nin, 2002’de, entelektüel açıdan çok açık, aydınlık ve yenilikçi bir bakışı vardı.  Ben gittiğim zaman, biz ticaret kanunu tasarısını tamamlamıştık. Tasarıyla ilgili sürekli etkinliklere gidiyordum. Konuşmalar, konferanslar derken Koç Üniversitesi’nden teklif geldi. Ben de sevinerek kabul ettim. Çünkü Koç Üniversitesi çok ciddi ve kurumsal. İstanbul Hukuk’un bir önceki dekanı, o dönem Koç’ta dekandı. 2010’da bir görüşme yapıp uzun uzun konuştuk. Ben hangi şartlarda geleceğimi söyledim. Dekan da üniversitenin şartlarını bildirdi. O şekilde uzlaştık. Sonra bana bir iş sözleşmesi verdiler. Baktım konuştuğumuz hiçbir şey sözleşmede yazmıyor. Bu “Standart sözleşme” dediler. O noktada, karşımda Koç gibi bir kurum var. Ve İstanbul Hukuk’ta dekanlık yapmış, Tankut Centel Koç Üniversitesi’ni temsilen karşımda duruyor. Tankut Bey, ‘Hiç endişen olmasın’ dedi. Ben de ‘tamam’ dedim. İlk günler güzel geçti. Kampüs zaten bir harika. Derken Tankut Bey’in dekanlığına son verdiler. Yerine yine çok değerli bir akademisyen seçildi, Bertil Emrah Oder. Fakat o aşamadan sonra ard arda sevimsiz gelişmeler yaşandı. Bir süre dişimi sıktım ama sonunda daha 11. ayda istifamı verdim. Aslında Koç Üniversitesi’ne, oradan emekli olurum diye düşünerek gitmiştim. Ayrılır ayrılmaz İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Deniz Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Emine Yazıcıoğlu aynı bölümde görev almam için davet etti. Dolayısıyla özelden devlete geçmek, daha özel bir ifadeyle seneler sonra yuvama geri dönmek bana çok iyi geldi.

Tersanede biten yelken seyri
Hukuk, akademik kariyer, müzik, evlilik, her şeyden söz ettik. Sanmayın ki, denizden konuşmadık. Kerim Atamer de bir deniz aşığı. Ama insanın aklında neşeli anlardan çok korktuğu anlar kalır ya, işte bizimle paylaştığı anı, tam da bu türden: 2001’de 3 arkadaş Jeanneau 47 ile işe gelirdik. Sonra onu sattık 49 aldık. Uzun süre birlikte kullandık. 2005 itibariyle artık hiç gidemez oldum ben. O dönemde ne maceralarımız var. Bozcaada’dan Antalya’ya kadar karış karış tüm sahili taramışlığımız olduğunu söyleyebilirim. Fırtınaya girdik, arıza yaptık. Bir keresinde Rodos’a gitmiştik. Seyir halindeyken yata bata gidiyorduk. Su dolmuş, dolmuş. Aslında fark ediyoruz, tekne yatıyor, doğrulmuyor bir türlü. Bir sıkıntı var ama kimsenin aklına su dolacağı gelmiyor. Üniversiteden çok yakın bir kaptan arkadaşım vardı yanımda, bir de gemici arkadaş. Ozan adlı arkadaş kalktı, içeri baktı. ‘Beyler, bu gemi ağzına kadar su dolu’ dedi. Şaka yapıyor sandık. Bir baktık ki, 80 santim su var! Güneş de battı. O geceyi hiç unutmayacağım. Teknenin rotası oldu, tornistan. Bu arada makine gitti tabii… Kıçımızı rüzgara verip burnumuzu Rodos’a çevirdik. Yelkenle birlikte rüzgâr bizi hafif hafif atar diye düşünüyoruz. Nitekim öyle oldu. Bir tane tulumba vardı, onunla çalıştık. Saat 1 buçuk gibi Rodos’a yanaştık. İki pompa geldi. Suyun basılması 3 buçukta bitti. Rüzgâr şahaneydi. Batıyoruz, çıkıyoruz, devam ediyoruz. Bu olay, “tersanede biten gezi” diye tarihe geçti. Bütün arkadaşlarım dalga geçiyor benimle. Gitmeden önce ‘Yunan adalarına gideceğiz’ diyorduk. Hatta dolunay vardı. Marinadan yelkenle çıktık. Yelkenler hazır… Feneri döndük, çektik yelkeni hemen. Dolunay’a karşı Rodos’a gidiyoruz. Her tarafa mesajlar atıyorum, ‘şu an o kadar güzel ki…’ diye. Ama gece fiyaskoyla tersanede bitti. Bir daha da hiç Yunan adalarını gezme hevesim olmadı. Türkiye’de bence Göcek koyları güzel. Bir de Gökova. Gökova’nın tüm kuzey yakası. Ama Marmaris’e doğru giderken o çorak güney yakasını ve Bozukkale’yi de çok seviyorum. Serçe Limanı da aynı şekilde çok güzel. Hisarönü tarafı ve onun kuzey yakasını da öneririm.
Başlığa Kerim Atamer’in müzisyen olma hayaline atıfta bulunarak Kerim Atamer Trio dedim. Düşündüm ki, hukuk, akademi ve deniz, bugüne kadar kurduğu yaşamda adeta birer sac ayağı olmuş. Şimdi başarılarla dolu bu yaşam, bir erkek evlatla şaha kalkarken önce Yrd. Doç. Dr. Aslı Atamer hocamıza sağlıklı bir doğum diliyoruz. Ardından da minik bebeğe ‘ne kadar şanslı bir evlat olduğunu, anne ve babasıyla yaşamının hep neşeli ve keyifle süreceği’ sözünü bu öz yaşam hikâyesinde yazıyla kayda geçiyoruz.

[/membership]

Bunu Paylaşın