ÖZDEN ÖRNEK: Başaramazsınız dediler, başardık!

Yeşim Yeliz Egeli

Röportaj: Yeşim Yeliz Egeli

Yeni adımlar atan, yeni sözler söyleyen güçlü bir vatansever. PG (Yüksek Lisans) Eğitimi için Amerika Birleşik Devletleri’ne ilk gönderilen deniz subayımız… Göğsü şeref dolu, aksi mümkün mü. Atatürk’ü izleyen yolda birincilikle mezun oluyor. Meslek hayatı boyunca engelleri bir bir kaldırıp araladığı kapıdan ilerleyeceklere bayrağı onuruyla teslim ediyor. Aklı daima zamanının ilerisinde koşuyor. ‘GENESIS’ ve ‘Uzun Ufuk’ milli sistemlerini iradesiyle Vatanına ilk O kazandırıyor. Onlarca kamu kurumu personeli ufkunu onun sayesinde açıyor. MİLGEM için önce yüreğini ortaya koyuyor, sonra Türk Deniz Kuvvetleri neferine yaraşır kararlı yılmazlığını. Ülkemize birçok yenilik için cesaret, sayısız ve süresiz şan, şöhret ile Hazine’ye çeşitli cinsten döviz kazandırıyor. Peki ya ülkesi ne yapıyor? 30 Ağustos 2005 yılında Türk Deniz Kuvvetleri 20. Komutanı olarak duygulu bir törenle emekli ediyor, 2012 yılında onlarca örnek başarısı yokmuş gibi sözde bir darbe planı ile kumpas ‘Balyoz’ davasından 20 yıl hapis cezası veriyor…

– Ülkemizin dünya denizcilik tarihindeki yolculuğuna tüm varlığınızı adadınız. İsmiyle müsemma olmak sözü sizde anlamını buluyor, isminizi kim verdi?

Şimdiye kadar bu soruyu bana hiç kimse sormadı. 27 Ocak 1943 yılında doğdum. İsmime, İsmet İnönü’nün kızı Özden Hanımefendi sebeptir. Ailece çok iyi görüşürüz. Ben doğunca babama haber yanlış gidiyor. ‘Kızın oldu,’ diyorlar, tabii o zamanlar, daha önceden cinsiyeti öğrenmek diye bir şey yok. Babam da meğer, İnönü’nün kızının ismini çok beğenirmiş ve bu haberi alınca ismimi Özden koyuyor. Bu beni büyüdüğümde de rahatsız etmedi, ismime hiç itiraz etmedim. Yıllar sonra bir akşam Rahmetli Metin Toker ile Maltepe’de bir düğüne gittik. Öyle bir masa düzenlemişler ki, Özden Hanım’ın yanında oturuyorum. Gazeteciler tabii bunu hemen yakaladılar; iki Özden yan yana diye… İlk tanışmamız orada oldu. İsmim Özden Hanım’dan hatıradır.

– Peki ya çocukluğunuz nerede şekillendi?
Annem ev hanımıdır. Babam makine ustasıydı. İtalya’da 2 yıl kurs görmüş. Taşkızak Tersanesi’nin ustalarındandır, oradan Gölcük’e tayin oluyor ve yaklaşık 1936-37 senesine kadar orada çalışıyor. Babam İstanbul Fatihli. Anne tarafından Kavalalıyız.

Ben İzmitliyim. Deniz şehridir. O zaman tertemiz bir su. Plajlarımız çok güzeldi. İzmit’in kendisi küçük bir kentti, kırsal bir yaşam içinde büyüdük. İnsanlarımız çok nezihti. Bahçeler, bostanlar, hayvanlar, kırlarla haşır neşir olarak serpildik. Bugünün tabiri ile apartman çocuğu değildik. Ülkenin de çok enteresan bir dönemidir. 40’ların sonu benim kendimi bildiğim zamanlar, Harbin etkileri yavaş yavaş ülkenin üzerinden kalkmış, çevremde hep ileriye yönelik adım atılmak isteniyordu ve onun için de eğitime çok önem veriliyordu. Öğretmenlerimize sevgi ve saygımızdan eğitime, çalışmaya kendimizi alıştırdık. Alıştırdıktan sonra da eğitimin nedenli önemli olduğunu çok iyi anladık. Devlet eğitime çok fazla önem veriyordu. Tek eksiğimiz kitap yoktu!

– Matbaayı çok erken kaybetmişiz!
Hem de çok erken. Benim bir kitabım daha baskıda. 1957 yılında eğitim almaya başladığım; Deniz Harp Okulu ve Lisesi ile ilgili. Orada bütün çocukluk hayatımı anlattım. Enteresan bir anım vardır: Aslında kitap benim kafama gökten düştü. İlkokul 1’in sonuna doğru okumayı daha yeni çözmüştük. Gittiğim okulun yanında apartmanlar vardı, ben de onun bahçesinde oynuyordum ve bir bağırtı koptu, ‘Bunları hiç toplamıyorsun, ne yapacaksın bunları!’ derken pencere açıldı ve bir kadın yukarıdan aşağı başladı kitapları atmaya, bir tanesini de benim kafama. Adı, ‘’Bütün Dünya Yıllığı’’ baskısı 1950. O zamanki bütün dünya yıllıklarının içinde ne ararsanız vardı. Okumaya karşı tüm hevesimi de o kitap sağladı. Okudukça daha çok okumak istedim, daha sonra peşinden diğerleri kendiliğinden geldi. 

– Asker olmanızı anneniz mi istedi?
O dönem babam çok rahatsızdı ve bir gün demiş ki; “Bu çocuk çok iyi okuyor, benim ölümüm yakın, bana bir şey olursa kim okutacak evladımı(?), askeri okula giderse Devlet onu güzel okutur.” Annemin sözüdür; ‘10 tane çocuğum olsa birini asker yapmam.’ Artık ne yaşayıp gördüyse böyle söylüyor, Allah bir tane evlat vermiş tabii. Ve bir gün Heybeli’ye imtihana gidiyorum; bir anne demez mi ‘Oğlum aman ha, sakın ola iyi çalış, başarılar,’ diye… Annem, “Sakın oğlum soruları yapma, sakın hiçbir şey yapma!’’ diye tembihlerken babam da; “Dinlemee, sakın anneni dinleme…’’ diyordu. Zaten çok iyi okuyorum diye asker olmamı okulum da istemiyordu ve sınavlara girmemem için diplomamı da vermediler, ilkin fotokopilerle girdim sınava.

Anne ruhu iyi ki o günlere, yaşadıklarınıza şahit olmadı. Hatta siz Donanma Komutanı olunca, ‘İzmit’in yetiştirdiği…’ diye bütün gazeteler sizinle röportaj yapmak istiyor. Anneniz bu ilgiye karşın, ‘Allah Allah, Okula girdiğinden beri duyduğum şey, çok mu önemli!’ diyerek vakur bir duruş sergiliyor.

– Anneniz mütevazi bir kişiliğe sahipmiş, mesleğinizin ne olmasını isterdi?
Annemle böyle bir konuyu konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Babam makine mühendisi olmamı istiyordu, ben de istiyordum. Bir elektrik mühendisi olayım dedim, bir beyin cerrahı… Sanırım babamdan çok etkilendim, esas içimde yatan ise makine mühendisi olmaktı. O zamanki okulumuz da çok iyiydi, İzmit Lisesi ve Ortaokulu. O dönem de sınavlar vardı ve Teknik Üniversite’ye sınavsız giremiyordunuz. Kazananların hatırı sayılır kısmı bizim okuldandı. Başarısını kanıtlamış iyi bir okuldu. Ben de kendime diyorum ki; ‘Kazanırsam İstanbul’a gideriz.’ Ortaokulu bitirdiğim sene babam çok şiddetli bir rahatsızlık geçirdi, öleceğim diye bir korkuya kapıldı. Hatta dedi ki: ‘Ben galiba öleceğim, Özden’i okutamam, O’nu hemen Heybeliada’ya gönderelim.’ Bunu söylediği zaman ben de yanındaydım. Babamın hayatı Bahriye’de geçtiği için Heybeliada’nın ruhunu biliyor, ben tabii bi’ haberim. Neyse biz Heybeliada’ya gidip kayıt olduk. İyi ki olmuşum.

– Yoktan varetme dönemi, Devlet eğitiminin zirvede olduğu yıllar, öyle değil mi?
Tabii o dönemler öyle idi. Hep ileri yönlü düşünülürdü. Eğitimde herkes eşitti, fakir zengin ayrımı yoktu. Okumak, derslere çalışmak kâfiydi.

– Siz Amerika’dan geldikten sonra Rahmetli Vehbi Koç sizin başarınızı duymuş, ‘Amerika’daki diplomasını almış, hemen istifa etsin,’ diyerek hatırı sayılır bir teklifte bulunmuş. Babanız ise ‘Sakın! O parayı yiyemezsiniz! Özden’e o tahsili Türkiye Cumhuriyeti verdi. Ben vasiyet ediyorum: Devlet onu atıncaya kadar, katiyen ayrılmayacak!’ demiş. Vefalı, dürüst bir anne, babanız var… Ayrılmayı düşündünüz mü?
Aklımdan ayrılmak hiç geçmedi.

– 1960’da Deniz Lisesi’nden, ‘1962’de Deniz Harp Okulu’ndan Asteğmen olarak mezun olup, 1964’te Donanmaya katılıyorsunuz. Birincilikle tamamladığınız Amerika tahsiliniz ne üzerine idi?
Deniz Harp Okulu’nu bitirdikten sonra 3 yıl gemide çalıştım. Amerika’ya 1967 senesinde işletme dalında lisansüstü eğitimim için gittim ve ‘Yöneylem Araştırması ve Sistem Analizi’ okudum. Ülkeme dönünce denklik alamadım. 1975’te Akademi’den mezun oldum. Sonra ‘77 senesinde önüme bir yazı geldi, işletme mühendisliğinden lisansüstü denklik vermişler. Ben aslında; eğitimini gördüğüm branşların Deniz Kuvvetleri’nin de geleceği açısından önemli olduğunu düşünerek öğrendiklerimi derhal tatbik etmek istiyordum.

– O dönemde bu eğitimi alan kaç kişiydiniz, sizi o eğitime gönderen vizyoner kimdi?
Bildiğim en fazla 3 kişiydik. İşe gerçek tarafından bakalım. Beni o eğitime, öyle bir branşa gönderenler bir nedenle göndermiş olmaları lazım öyle değil mi? Döndüğüm zaman bana sorulan soru: ‘Biz seni nereye tayin edeceğiz?’ oldu. Ben Üsteğmendim ve dönemim bitiyordu bu soru üzerine sinirlendim ve dedim ki; ‘Gemiye çıkacağım.’ Onlar da, ‘Biz seni gemiye tayin etmeyiz’ dediler. Beni Deniz Harp Okulu’na Matematik Öğretmeni olarak tayin ettiler. Size söylemek istediğim, esasında neyin ne olduğunu Bahriye’de yaşadıktan sonra kavramaya başladım. Tabii neler yapabilirdik diye düşünüldüğünde, çok güzel şeyler de yapıldı Bahriye’de. Ancak beni Amerika’ya gönderen kişi döndüğümde o görevinden ayrılmış.

Amerika’da, Bahriyelilerin açtığı bir üniversite vardı. Amerikan Bahriyesi II. Dünya Harbi sırasında savaşın artık bilimsel metotlarla olduğunu çok iyi görmüş. O yüzden subaylarını bilimsel yollarla yetiştirmeleri gerektiğini tecrübe etmişler. Üst seviyede bir sistemleri olduğunu gördük. Ben eğitimimi bitirip ülkeme dönerken, Amerika’da master yapmamış hiçbir subayı amiral yapmıyorlardı. Şimdi doktora yapmamış olanları yapmıyorlar. Çünkü herkesin geleceği çok iyi inşa etmesi lazım. Deniz Kuvvetleri artık tamamen teknolojik oldu, bugün içindeyiz ve yaşıyoruz. Bu Üniversiteyi de keşfeden, ben üsteğmen iken Albay olan Hasan Yumuk isimli bir denizaltıcı. Washington’da Ataşelik yaparken keşfediyor ve bizi eğitime kendisi gönderiyor. Hatta önce Amerika bizi almak istemiyor, siz Orta Doğu ülkesisiniz diye burun kıvırıyorlar. Biz kavga dövüş gittik oraya, ilk deneme olarak gittik ve bizden sonra da kimseye hayır diyemediler. Hepimiz ülkemize yaraşır derece ile mezun olduk. Benim mezuniyetimde biz 4 Türk idik. Üçümüz çok iyi derece ile mezun olduk. Bu tabii ülkemiz için büyük bir başarı. Diğer 2 kişiden biri Erkal Tüzgiray, diğer kişi ise Ergin Özer’di. Deniz Kuvvetleri’nde onlar da mühendislik yaptılar. Denklik alamadığım için ben deniz subayı olarak devam ettim. Hatta Orta Doğu Üniversitesi’ne gittim. Bana dediler ki, ‘Oradan yeni bir diploma al,’ Orta Doğu benim okuduğum bölümleri transkript edebileceğim bir üniversite. Bu sebeple; ‘Sadece harcını ödeyeceksin, git tezini Türkçeye tercüme et, biz de sana diploma verelim,’ dediler. Orta Doğu’ya başladım ama gitmiyordum, bir taraftan da tezimi tercüme ediyordum. Sonra Akademi’ye girdim. O dönemin arasında Kurmay olmaya karar verdim ve kurmaylığı kazandım. ODTÜ’den ayrıldım.

– Kurmay olmaya karar vermek demek, ne olmayı istemek demek?
Bahriye her şeyiyle öyle engin ki… O kadar çok şey öğrenmelisiniz ki… Bunun bir karargâh çalışması var, bir de komutanlık kısmı var. Her ikisinde de en üst bilgiyle kendinizi donatmanız gerek. Bir Harp Okulu mezunu kurmay okuluna gitmeden eğitimlerini kısım kısım tamamlar. Siz Akademiye giderseniz, tüm aşamaları çok esaslı olarak öğretirler. Ben gittim ve kurmay oldum. Kurmay olunca da mühendislik hakkımı kaybettim.

– Pahalı da olsa ülkenin kalkınması için eğitime yatırım şart mı, değil mi?
Bundan yüzde 100 eminim. Sadece bizim gittiğimiz üniversite de değil, Amerika genelinde birçok üniversiteye personel gönderdik. Ücret karşılığı istiyorduk bu eğitimleri ama ne için, elbette ihtiyacımız olduğu için.  Amerika’da mezun olduğumuz gün Dekan hepimize bir konuşma yaptı ve dedi ki, ‘’Eğer bu gece yayınlanan makaleleri okumazsanız, bir gün geridesiniz!’’ Söylemek istediğim şu, bilimsel yönde o kadar çok araştırma ve yayın vardı ki, maalesef Türkiye’de bu imkan yoktu. Öğrencilik yıllarımda çok zaman Teknik Üniversite’ye kitapları Bahriye’nin verdiğini biliyor musunuz? Çünkü üniversiteli arkadaşlarımız kitap arıyor ama bulamıyorlardı, İngilizceden bizlerin tercüme ettiği, Harp Okulu’nda okutulan kitaplarımızı Üniversiteyle paylaşırdık.

– Bu eğitimleri aldınız sonra ne düşündünüz?
Hep içimizde şu oldu; öğrendiklerimizi tatbik edelim, öğrendiklerimizi aktaralım, geliştirelim.

– O teknolojiyi uygulayabildiniz mi?
Ben esasında seçimimle her gecen gün teknolojiden uzaklaştım fakat teknolojiyi yönetecek duruma geldim. Mesela MİLGEM’in yapılması. Ben gemi inşacı değilim ama o geminin yapılması için her şeyimi verdim.

– Eğitiminiz tam olarak ne zaman bitti?
Esasında eğitim-öğrenim hiç bitmiyor, 2 sene de Akademi’de okudum, klasik anlamda 1975 senesinde bitti. Yani 32 yaşındaydım, aslında ondan sonra yine okudum. Evvela 3 sene gemilerde görev yaptım. O üç yılın çok büyük yararını gördüm. 1982 yılında yurt dışına gittim, ABD Deniz Komuta Koleji eğitimimi tamamladım.

Bahriye nedir? Bir yanda bilim var, bir yanda Bahriye. Bu ikisini bir araya getirmek lazım. Tersane hakkında şu noktaya değinmek isterim: Bizim üniversitelerden mezun mühendisler Bahriye’yi görmeden gelip, mühendislik yapıyorlar. Gemi nedir henüz bilmiyorlar. O an sadece makine mühendisi, elektronik mühendisi… Ama biz bilfiil gemide çalışıyorduk. Nasıl yerleştirilir, nasıl çalışır, niçin böyledir? Aksine biz tüm bunları öğrendikten sonra gidip üzerine teori okuyorduk, uygulamaya gidildiği zaman gerektiğinde, ‘Böyle olmaz!’ diyebiliyorduk.

– O döneme göre geç evlenmişsiniz, neden?
Bizim büyüdüğümüz mahalle çok enteresandır. Kimse ‘Sınıfı geçtin mi?’ diye sormazdı. Herkes ‘İftihar getirdin mi?’ diye sorardı. Beklenti yüksek ama o zaman öyleydi onun için diyorum ya şimdiki eğitimi anlayamıyorum. Ben o dönem çok okuyordum, gece-gündüz inanılmaz bir şekilde. Hiç bir kızla arkadaşlık yapayım diye aklımın köşesinden dahi geçmedi, varsa yoksa okumaktı. Bizim gittiğimiz okul çok hızlı bir tempoya sahipti, 1 senede 4 ‘quarter’ okuyorduk. Nefes alacak halimiz yoktu. Her bir sömestrde de 4 veya 5 ders alıyorduk. Bize emanet edilen büyük bir sorumluluk var, eğitime gitmişiz, ülkemizin bizden beklentileri vardı. Eğitime gittiğimiz için varımız yoğumuz 24 saatimiz eğitimdi. Bu bilinçle okuduk.

– Sevil Hanımefendi ile nasıl tanıştınız?
Ben Harp Okulu’nda matematik öğretmenliği yapıyordum. Sonra beni kış ortasında Ankara’ya tayin ettiler. Aylardan şubattı. Ve orada Deniz Kuvvetleri karargâhında göreve başladım. Gidiş nedenim de şu, o zamanlar karargâhta bilgisayarın ne olduğunu bilen hiç kimse yoktu biz de ilk bilgisayar okuyanlardandık o vakit. Bizi onun için aldılar oraya ‘Bilgisayar nedir, gel bize anlat’ diye. 12 Mart’tan tam 1 ay önceydi. Beni bir kadroya verdiler ama o görevi yapamıyordum, sürekli bilgisayarlarla uğraşıyorduk. Ankara’da bu nedenle 2,5 yıl kaldım, işte o ara tanıştık. 1971 senesinde evlendik. 2 evladımız var. Tolga Örnek ve Burak Örnek.

– Hiç böyle isteyip de başaramadığınız, duvara tosladığınız bir anınız var mı Amiralim?
Benim bir huyum vardır yaptığım hiçbir şeyden pişman olmam. Hiçbir zaman için ‘Ben bunu niye yaptım!’ diye, katiyen pişman olmam.

– Gönlünüzü, özünüzü mutlu eden hangi anahtarları verdi hayat?
23 yaşımda Amerika’ya gidinceye kadar felsefeye düşkündüm. Felsefe okumaya başladım ama orada eğitime başlayınca ikisini bir arada yürütemeyeceğimi anladım. 70’lerin başı beni bilgisayar merakı sardı. İyi bir bilgisayarcı olabilmek için iyi bir felsefeci olmak lazım. Hep söylerim, ‘İnsan ancak hayal gücü ile sınırlıdır.’

– Yokluk desem ne dersiniz?
Ben var etmeye çalışırım.

– Nedir yokluk, nedir var etmek?
Bakın bu da çok enteresan. Bu galiba benim akranlarımla yaşadığımız dönemden kalma bir miras. Bizim çocukluğumuz oyuncaksız geçti. Kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Şimdi toruna bakıyorum, çuval dolusu oyuncak taşıyor. Bir tane oyuncak yapıyorduk, yapması da epey sürüyordu. Yaptıktan sonra da canını çıkartana kadar oynuyorduk. Mesela ben bir tane tramvay yapmıştım. Babam İstanbullu olduğu için sürekli İstanbul’a gidip geliyorduk ve eski bir saat bulmuştum. Saatin zembereğinden yararlanarak tramvay yaptım. Kuruyorsunuz, bırakıyorsunuz, gidiyor (gülüyor). Bizim çocukluğumuz hep böyle geçti, hep yoktan varedip, kıymetini bilerek…

– Saatin zembereğinden tramvay yapmayı nasıl keşfettiniz?
Babamın sayesinde. Evin her tarafı zemberek dolu. Babam devamlı uğraşırdı ve her bir saatin her bir parçasının ne işe yaradığını ben biliyordum.

– Bahriyeli olmak ne gibi meziyetler kazandırdı?
Bu soruya cevap vermek oldukça zor. Cevaplayabilmek için Bahriyeli olmamak lazım.

– Amerika’da kalmayı hiç düşünmediniz mi?
Amerika’da Matematik Programlama içerikli bir ders alıyordum, ileri bir matematikti. Sonra hoca bize ‘essay’ verdi, ben kağıdımı teslim ederken Hoca, ‘Sana bir şey söyleyeceğim, oturur musun bir dakika?’ dedi ve ‘Benim asistanım olmak ister misin?’ diye sordu. Aslında benim Türk Bahriyesi’nde olduğumu biliyor, ‘Hiç merak etme bütün tazminatını Amerikan Bahriyesi ödeyecek’ dedi. ‘Sen ayrılacaksın, gelip benim yanımda asistanlık yapacaksın’ dedi ve sordu, ‘Kabul ediyor musun?’ Son ‘quarter’dı. Benim artık canıma tak etmiş: ‘Biletleri aldım, 1 hafta sonra gidiyorum, kalamam, kusura bakmayın’ dedim. Esasında Amerika’da kalmak istemedim, dönüp ülkemde bir şeyler yapmak, fayda sağlamak istedim. Orada kalsaydım belki hiç sıkıntı çekmeyecektim. Benimki tamamen memleket sevgisi. Başka bir nedeni yok.

– 1978-79 Harp Filosu Komutanlığı ve Kurmay Başkanlığınız. 1980 Adatepe Muhribi Komutanlığı bu dönemden bir anınızı paylaşabilir misiniz?
Ben her darbede muhakkak bir duvara toslamışımdır. Türkiye’de darbe olacağını hiçbir zaman kabul etmedim ama her seferinde de oldu. Hep diyordum ki ‘Konuşarak anlaşılır, sorunlar uzlaşarak çözülür.’ Karşılıklı iki grubun birbirini keser duruma geldiğinde bile bunun sonu anlaşmayla bitecek diye düşünürdüm. Tabii yaşadığımız olay çok enteresan; ben Adatepe Komutanı’ydım, seyirden Gölcük’e dönmüşüm. Gemiden çıkıp eve gittim. Evde telefon çaldı, açtım, ‘Derhal gemiye dön,’ dediler. Bir anormallik vardı, ‘Bir gideyim bakayım,’ dedim. Sonra dediler ki, ‘Hemen demir alıp kalkıyorsunuz, İzmir’e gideceksiniz. Görevli olarak İzmir’in Kurtuluşu kutlamalarına katılacaksınız.’ Yarbaydım o zaman. Hatta benim gemimde bir sürü eksik personel vardı. 9 Eylül sabahı İzmir’e demirledik. Fakat sahile çıkar çıkmaz bir şey olacağını anladık, ama ne zaman, nasıl olacak, hiç haberimiz yok tabii.

– 12 Eylül maalesef oldu, o dönemlere ait ne söyleyebilirsiniz?
Bir gün ülkücülerle solcuların arasında kaldım. Bu iki grup ateş ederken ben de ortada resmi elbise ile kalakaldım. Üzerimde üniforma, yere yatmaya utanıyorum, kendimi değil üniformamı düşünüyorum, kafaya bakın. Daha yeni evliydim. Biz bunları yaşadık. Ne kadar acı bir dönem olduğunu, o günleri çok iyi biliyorum.

– Atatürk’ün kurduğu değerlere sahip çıkan yok muydu?
Öyle düşünmeyin. Vardı elbet. Bu her iki gruba katılmayan onlarca insan da vardı. Bunun sonunda, darbeden sonra bazı kötü şeyler oldu. Esasında darbeyi yapanlar ilk 6 ayın sonunda çekip gitselerdi, herkes onları alkışlayacaktı.

– Washington Deniz Ataşeliği önemli görevlerden birisi değil mi?
Ataşe olarak gidebileceğiniz en üst görev. Ben hiçbir zaman o görev için hazırlanmadım. Sadece İngilizce imtihanına girdim. Belli bir notun üzerinde alınca da gönderdiler. Çok sevindim esasında. Benim toplam Amerika’daki yaşamım 5 sene. 2 sene okudum sonra 1 yıl daha Deniz Komuta Koleji okulunda okudum (1981-82 Adatepe’den sonra).  Geldim 2 yıl Türkiye’de kaldım ve ondan sonra Ataşe olarak gittim. Esasında böylesi çok iyi oldu, Amerika’yı tanıyan kişiyi Ataşe yapmalı, bilmeyen kişiyi gönderirseniz, yolda kaybolur.

– Bu görevdeki başarılarınız nelerdi?
Çok şey öğreniyorsunuz. Amerika’da yaşarken hiçbir şey yapmayın, sosyal yaşantı bile insana çok şey öğretiyor. Mesela, kendi gemilerimizi sevk etme usullerine karşın onların farklı yönetim usullerini gördüm. Kıyaslama yapabildim ve yapınca da bizim bazı eksiklerimiz olduğunu yaşayarak gördüm. Kuvvete dönünce eksiklerimizin bir kısmını da zannederim düzelttik. Müttefikler arasında Ataşelik yapıldığı zaman ancak size müsaade ettikleri kadar bilgi verirler bunu unutmayın.  Bir de ben, hem Bahriye’deydim hem de NATO görevi olarak Norfolk’ta, Amerikan Bahriyesi’nde irtibat subayıydım. Mesela orada harp oyununa katıldım, tatbikatlara katıldım. Bunları görüp seyretmek çok öğretici oldu. Ataşeliğin istihbarat kısmıyla ilgili değilse de mesleki olarak çok eğitici oldu benim için. Zaman çok şey öğretiyor. Bütün görevlerim için şunu bilirim; görevimi yaparken hep daha iyisini nasıl yapabileceğimi araştırdım ve yanımdaki personeli hep iyi yetiştirmeye çalıştım.

– Bu öğrendiklerinizi ülkenizde kendi astlarınıza aktarmak gibi bir mesuliyetiniz de var değil mi?
Ben hemen hemen döndükten sonra hatta daha dönmeden önce kafamdaki her şeyi tasarladım. Komutanlığım bitinceye kadar tatbik ettim. Bir tek şey yapamadım, çünkü vaktim kalmadı. O da personel konusuydu.

– 88 Tuğamiralliğe terfi ettiniz, 1999 yılında DzKK Kurmay Başkanlığı göreviniz geliyor ve adım adım Kuvvet Komutanlığı’na ilerliyorsunuz…
Tuğamiral olduğum sene Ankara’ya tayin oldum. Ankara’da normal bir sene geçirdik, DzKK Plan ve Teşkilat Daire Başkanıydım. Fakat ertesi sene Gölcük’e tayin oldum, Donanma Komutanlığı Kurmay Başkanı olarak ve orada bugünkü anlamda oynanan harp oyunlarını bilgisayarla oynadık. Bunda birçok şeyi kendim göğüsledim. Donanma Komutanı İrfan Tınaz Paşa’ydı o cesaret edemedi. ‘Rezil oluruz!’ dedi. Ben de ‘Genel Kurmay Başkanı da katılacak, ve yapacağız bu işi, caymak yok!’ dedim ve yaptık. İlk defa tamamen bilgisayar destekli harp oyunu oynadık ve aynı oyun hâlâ devam ediyor. Tamamen simülasyon ve bu bir ilkti. Benim sıkıntım bunu anlatacağımız personelimiz yoktu. Bizim yaptığımız oyun tamamen PC bazlı, para yok, 5 kuruş vermiyorlar ama ‘Yap!’ diyorlar. Ben de İstanbul’a geldim bir şirketle konuştum, ‘Sizden 2-3 tane bilgisayar alacağım ama bana kullanmak için 16 tane bilgisayar vereceksiniz,’ dedim. Adam kesin içinden ‘Deli mi bu!’ demiştir, tabii anlattım durumu, yeni bir projeydi, ‘O zaman iyi bir pazar yolu olabilir’ dedi ve ikna oldu. Bunun ücretini bile Kuvvet vermiyordu.

– Kaynak mı yoktu?
Hayır, kimse inanmıyordu öyle bir işe de onun için. Ben kendim çözdüm, ‘Bir harp oyunu oynayacağız bunu böyle oynayalım’ dedim ve herkes görsün harp oyunu böyle oynanırmış diye…

Bahriye içinde derdimi anlatacak insan yoktu, sonradan yetiştirdik ve 1 kişi bütün programları yazdı, bilgisayarları birbirine entegre etti, sunumları hazırladı ve harp oyunundan 2 gün önce bitirdik bunu. Kimse gözlerine inanamadı. Sonuç, Bahriye o sistemi hâlâ devam ettiriyor. Deniz Kuvvetleri’nde 24 saat açık bir harp oyunu salonu kuruldu.

– Hiç mesleki çekişmelere rast geldiniz mi?
Öyle bir şey olduysa bile benim hiç haberim olmadı.

– Sizi en çok etkileyen Kuvvet Komutanı kim olmuştur? Ya siz, mizacı sert bir komutan mıydınız?
Buna cevap verirsem kıyamet kopar. Bu sorunun cevabı bende kalsın, hiç bilmeyin.  Bana gelince, sert bir komutan olduğumu zannetmiyorum. Herkesle arkadaştım. Görev haricinde. Görevde hiçbir tavizim yoktu. Konuşurken de ona göre konuşurlardı, gülerken de ona göre gülerlerdi. Yani hiçbir sıkıntı çekmedim, kimse de çekmedi. Tabii bunu personele sormak lazım.

Şehitlerimizi rahmetle anıyorum. Kut’ül Amâre’de çok ciddi bir hezimete uğratmışız; 13 general, 481 subay 13.300 er ele geçirilmiş, Halil Paşa yapıyor bunu… M. Kemal Paşa’nın o hayran olduğum dehası ve kararlı duruşu, Çanakkale’de müthiş bir zaferimiz var. Afyon Kocatepe keza öyle… Kıbrıs, 15 Temmuz Rum tarafının Türk tarafına yaptığı darbe ve 2 günden kısa sürede karar alıp gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Barış Harekâtı, 1974. Bu tarihsel çekişmeler aslında hiç bitmiyor değil mi?

Bunlar, onların hafızasında bir yerde muhakkak durur. Her ulus  kendi menfaatini korur kollar. Mesela, Irak Tezkeresi. Ben yaşadım. Donanma Komutanıydım o zaman. 1 Mart Tezkeresi 2002’de oldu ve ben emekliye 2005’te ayrıldım. 3 sene boyunca Amerikalı Or düzeyindeki hiç kimse benimle konuşmadı. Sırtlarını döndüler. Bugün bize yanaşıyorlarsa kendileri için. Bunu da bizim bilmemiz lazım. Tabii İngilizler bu işte bir adım daha önde. İngilizler, Amerikalılardan biraz daha farklıdır ve hiç unutmazlar. ‘Türkleri boş bırakırsanız bir gün ödersiniz!’ diye düşünürler.

Size bir şey anlatayım, 1967 senesinde biz Berk’i tezgaha koyduk. Uluslararası bir dergi, ‘Doğu Akdeniz’de dengeler değişiyor, Türkiye gemi yapmaya başladı!’ diye yazdı. Dünyada bunu bir tek İngilizler fark etti. 1967 senesi İngilizler için çok önemliydi, çünkü yavaş yavaş Akdeniz’den çekiliyorlardı. ‘Doğu Akdeniz’de Türkler dengeyi bozacak adımlar atmaya başladı,’ dediler. Bunlar varken biz kendi kendimize ettik.

– Ve beklenen an, yıl 2003, 60 yaşınızda Kuvvet Komutanı oldunuz, ulusal olanaklarla bir savaş  gemisi yapabilmek için devrim niteliğinde bir karar aldınız. Türkiye’nin zincirlerini kırdınız. Başaramazsınız dediler, başardınız! Donanmayı sıçrattınız, yerli gücü öne çıkarttınız. M. Kemal Atatürk’ün inandığı ve işaret ettiği gibi Türk insanının parlatıldığında nasıl bir cevher olduğunu herkese ve tüm dünyaya gösterdiniz. Sayenizde Türkiye ve Türk Donanması daha güçlü, sayenizde binlerce insanımız ekmek yiyor, kararını aldığınız o fikrinizi yılmaz savunuculuğunuzla yerli gücümüz kazandı! Bölgede en güçlü ve genç Donanmaya sahibiz. Kendimize güvenimiz perçinlendi. Devletin size verdiği eğitimin karşılığını kat be kat geri ödediniz…
Hal böyleyken aklım almıyor; akıllı, çalışkan, çevik, zeki ve en önemlisi vatansever olmak mıydı kabahatiniz, neydi Amiralim kabahatiniz?

Babamın, daha annemle evlenmemiş olduğu döneme dair bir hikâyesi vardı, 1948 seneleri daha ben çocukken gençliğini anımsar ve ilk yerli çikolatanın yapılışını anlatırdı. ‘O yerli çikolatayı yedik’ diyordu ve bunu anlatışında, ‘Tadı bambaşkaydı’ derken gururlanıyor, gözlerinin içi gülüyordu, babamın bu hikâyesini sayısız dinledim. Bunlar insanı etkileyen ve içinizde yer eden hatıralar. Sonra bazı dönüm noktaları var, tüm bunlara kitabımda yer verdim. MİLGEM yukarıdan paraşütle inmedi veya yoktan var edilmedi. MİLGEM zaten vardı, sadece helva yapıldı. Ama tabii bütün bu olayları birleştirmekte kararlılık, birlik lazım.

Mesela, en önemli olaylardan bir tanesi Berk’in yapılmasıdır. Berk, Türk Deniz Kuvvetleri’nin yapmış olduğu ilk karmaşık harp gemisidir. Gerçi hiçbir şeyi yerli değildi, dizaynı da dahil olmak üzere… Fakat o zamanki mühendisler buna cesaret edip bu gemiyi yaptılar. Berk ve Peyk kardeş gemiydiler. İkisini de Kıbrıs Harekâtı’nda kullandık. Filomuzdaki Amerikan gemileri haricinde kullandığımız 2 yerli gemimiz bunlardı. Fakat ondan sonra biz nedense bu yerli gemilere sahip çıkmadık. Al bu örnek tasarımı ileriye götür, daha iyisini yap, öyle değil mi? Ama yapmadık, unuttuk. Neden unuttuk? Çünkü, Amerika bize kapılarını açtı dünya kadar gemi aldık. Biz Tepe Sınıfı Muharip dediğimiz gemilerden bir anda 12 veya 13 gemi aldık.

Amerika neredeyse bedavaya verdi. Tabi gemilerin hiç birisi bizim ihtiyaçlarımıza cevap verecek gemiler değil. Sadece topu var atıyor ama onun haricinde diğer donanım işe yarar mı, yaramaz mı sorgulanmadı. Biz sadece topu var diye gemi aldık(!) Bu tabii Berk, Peyk programımızı engelledi. Kıbrıs Harekâtı ile 1974’te ambargo geldi. Ambargo 1978 senesine kadar sürdü, 78 senesinde kaldırıldı fakat 1981-82 senesine kadar da önceki ihtiyaçları toparlamakla sürdü. Yani, bizim o dönemde yapmış olduğumuz birikimleri alabilmemiz mümkün olmadı. Düşünün gemi taleplerimizi yapmışız, ambargo nedeniyle bize vermemiş fakat 78’den sonra yavaş yavaş ‘81-82 ye kadar olan taleplerimizi karşıladılar, ama talep ettiğimiz ihtiyaçlar 1976’ya ait. Böyle trajik bir durum vardı.

– Nihat Erim’in Haşhaş Yasası’nı kaldırması da bir tarihi döngüdür…
Amerikalı senatörlerin birkaç tanesi ‘Türkiye’ye nükleer bomba atalım’ dediler. Ve biz haşhaş ekiminden Amerikalıların baskısı nedeniyle sonunda vazgeçtik. Bilmiyorum tabii siyaseten doğru muydu ama bu iki ülke arasında sürtüşme konusu oldu. Bundan önce Johnson Mektubu vardı. 1964 senesinde bu birinci olay oldu. Arkasından ikinci ambargo geldi. Amerika bizi her cezalandırmak istediğinde muhakkak bir şey yaptı. Biz ne vakit Amerika’ya ‘Biz bunu yapmayız!’ dediğimizde, Amerika bizi hep cezalandırdı. Belki de hükümetlerimiz adımlarını bu tarihi geçmişe göre atıyordur. Ben bu gibi tarihsel döngüleri bir sürü örnekle kitabımda anlattım. İnanılmaz olaylar yaşadık ama bu bize ne fayda sağladı? Olumlu yönde nasıl tetikledi? Mesela, Aselsan o dönemde kuruldu. Kuruldu ama hâlâ da anlamış değilim, Aselsan muhabere cihazı yapmak üzere kuruldu. Biz MİLGEM’i yapıncaya kadar da hep muhabere cihazı yaptı.

– Niye orada kaldı hep?
Çünkü muhabere cihazı yapmak kolay, karmaşık da değil. Ben, Aselsan’la tartıştım ve en nihayet emekliye ayrıldığım günden 3-4 gün önce genel müdüre veda etmeye gittim, bana ne dedi biliyor musunuz: ‘Amiralim, yolunuz açık olsun sizin sayenizde biz yolumuzu değiştirdik.’ Ben tabi hiç öyle bir konuşma beklemiyordum. ‘Biz neler yapabileceğimizi sizden öğrendik’ dedi.

– Kimler yapılabileceğine inanmadı?
Şöyle söyleyeyim, kendi meslektaşlarım dahil hepsi ‘Bunu yapamazsınız!’ dediler. Esas hançeri Tersane eski Komutanlarından yedim, açık açık ‘Siz bu işi başaramazsınız!’ dediler, ben de ‘Başarırız!’ dedim. Kavga da buradan çıktı zaten.

– Komutanım siz zaten karar vermiştiniz. MİLGEM için personelinize ‘Yapar mıyız?’ sorunuza gelen yanıt da ‘Yaparız Komutanım.’ Oldu. Bu kıymetli isimler gururla anılacak. Peki, MİLGEM ilk ne zaman filizlendi?
Benim MİLGEM için esas boğuşmam Kuvvet’e gelmeden evvel başladı. Donanma Komutanı iken. Ben, Donanma Komutanıyken MİLGEM, SSM’ye verilmişti. Fakat, SSM o tarz gemi teminini kabul etmedi. O zamanki teklif edilen şekli ile ‘Biz böyle gemi temin etmeyiz, alın bunu değiştirin’ dediler, Haziran 2003’te. Ağustos’ta da ben Kuvvet Komutanı olacaktım. ‘Bu iş bana kalıyor, boş gitmeyeyim hazırlıklı gideyim’ dedim. Zaman en önemli unsur burada diyerek sıkı hazırlık yaptım. Savaş Onur isimli bir arkadaşım var, Tuğamiral, O da makineden doktora yaptı. Yani bu işlerin içerisinde yetişmiş. Onunla beraber ne yapmamız lazım gerektiğini tartıştık, kendimize bir yol çizdik ve ben Kuvvet’e gittiğimde her şey elimde hazırdı; kime ne görev vereceğim belliydi. Ve öyle başladık biz MİLGEM’e. Tabii her şeyin ilki hep problemlidir. Muhakkak suretle bir şeye toslarsınız. Bunda da öyle oldu mesela SSM bizi, Deniz Kuvvetleri’ni tanımadığı için güvenmiyordu ama haklılardı. Çünkü bütün parayı onlar harcayacaklar ve bilmedikleri bir insana da bu kadar parayı güvenip vereceklerdi.

– Peki nasıl böyle birbirinizden bi’ haber olabiliyorsunuz, Devletin iki önemli kurumu?
SSM 1985’te kuruldu. 1985’te kurulduğundan 2003 MİLGEM projesine kadar SSM hazır malzemeyi alıp verdi. Dolayısıyla hiçbir şeyde yerli katkı yoktu. Onun için de gelip bizleri merak etmediler. Devletin tersaneleri var, bir bakalım ne yapıyorlar(!) diye… Üstüne bile düşmediler! SSM’de birçok gemi inşa mühendisi de var. O sırada Pendik Tersanesi’nin nerede olduğunu dahi bilmiyorlardı. Sonra biz sert diyaloglarla birbirimizle konuşmaya başladık ve sonra birbirimizi anladık. Onlar bizim için dediler ki; ‘Galiba yapabilirler.’ Biz de ‘Galiba biz onları bu projeye ikna edebiliriz,’ dedik ve yol aldık. SSM, birazcık bizim tarafımıza kayınca bu proje oluverdi.

Benim 2004 senesinde bir konuşmam var. Bu projenin en önemli kısmı MİLGEM Proje Ofisi (MPO) idi. MPO’nun mühendisleri geminin dizaynını da yapacak ekipti. Deniz Kuvvetleri Komutanı’ydım, bu çocuklar da Pendik Tersanesi’ndelerdi. Dedim ki onlara, ‘Bakın siz kendinize güvenmiyorsunuz ama ben size güveniyorum. Ve size şunu garanti ediyorum; bu gemi kızaktan indiği gün, suda yan yatar veya batarsa bütün sorumluluk bana ait. Projeyi getirin imzalayayım.’ Ama ekledim, ‘Ben size bu kadar güveniyorum, siz de kendinize güvenin. Bu işin yapılabileceğini gösterin.’ Bu konuşmalar çok etkili oldu ve inanamasalar dahi bir deneyelim dediler. Hakikaten deneyerek çok iyi yerlere geldiler. Geminin dizaynını tamamen yerli yaptılar. Venedik’teki Seapower Sempozyumu’na Eylül 2004’te katıldım. Orada karşılaştığım New York’taki Amerikan Bahriyesi’ne 100 yıldır gemi dizayn eden çok meşhur bir şirketin yetkilisine; ‘Yerli bir gemi yapmayı düşünüyoruz, tasarımını size versek bütçesi ne kadar olur?’ dediğimde  tasarım için muazzam yüksek bir rakam telafuz etti. O zaman doların değeri iyi. Böyle araştırırken birden bire ‘Tasarımı neden kendimiz yapmıyoruz?’ dedik ve sonra MİLGEM ortaya çıktı. Birazcık tecrübe isteyen bir projeydi ve aslında herkes deneyiminin olduğunun da farkında değildi. Orada çalışan insanlar aynı zamanda denizde gemilerde çalışmış personel, geminin ne olduğunu çok iyi biliyorlar. Bu gemiyi dizayn ettiler ve dışarıya ödeyeceğimiz dolarlar ülkemize kaldı.

Esas tetikleyen bir başka olay da şudur: Biz 8 adet Yavuz Sınıfı Fırkateyn aldık ve içindeki yataklar, çarşaflar, kaşıklar hepsi Alman malıydı, çünkü anahtar teslim gemi istemişiz. 1980’li yıllar ve onlar da satmışlar. İyi ama bu geminin içine bizim yerli koyabileceğimiz dünyanın malzemesi vardı, paralar havaya gidiyordu ve tabii bu bizi tahrik etti. Biz bu gemiyi yüzde 100 yerli yapamayız ama yapabileceğimiz de çok şey var diye düşünmeye 80’li yıllarda başlamıştık. Onun sonucu MİLGEM oldu. Her şeyin ilki sancılıdır, yol alırken de birtakım engellerle boğuştuk ama bugün hiç kimse kimseye ‘MİLGEM yapılabilir mi?’ diye sormuyor, çünkü yapıldı. Şimdi kızağa ‘İ Sınıfı’ yeni bir gemi koydular hiç kimse bir tek soru dahi sormadı. Cumhurbaşkanı çıktı dedi ki; ‘Uçak gemisi de yaparız’ ama MİLGEM yapılırken kimse böyle demiyordu.

– Amerika keşfedildi artık.
Aynen öyle çok güzel söylediniz. Dediğim gibi, her şeyin ilki sıkıntılıdır.

– Siz hükümetin desteğini de aldınız değil mi?
O dönem Başbakan’ın hiç bunlardan haberi yoktu. Hatta ben kendisine bir gün dedim ki; ‘Biz bu işi yapacağız, çok ciddiyiz, ancak çok fazla bürokrasi var bu konuya bir çare bulunuz.’ O da dedi ki ‘Aynı sorunlarla biz de uğraşıyoruz.’ Bana esas destek veren o zamanki Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül oldu. Hep destekledi. Bir şirketleşme durumu vardı, oluşumu bürokrasiye uyumlamak için orada çok yardım etti, akıl verdi. Bir Bakanın yapmayacağı işleri yaptı. MİLGEM’i Deniz Kuvvetleri yaptı ama alım satımların hepsi STM üzerinden oldu.

– Azim mi diyeyim, kararlılık mı? Bürokraside bir şeye hayır dediler mi, onu yıkmak ne kadar zaman almıştır kim bilir? Siz yaşadınız bunu.
Doğru epey zamanımı aldı. Boş yere inat ettikleri için o inadı yıkmak çok kolaydı. Getirdik tersaneyi gezdirdik, gösterdik. Bizim bir de en büyük şansımız bir araştırma merkezimiz var, ARMERKOM. Mühendisleri harikalar yaratıyorlar. ARMERKOM olmasaydı MİLGEM katiyen olamazdı. Bir gemi yapardık ama içinde katkı oranı düşük olurdu. ARMERKOM sayesinde biz GENESİS’i yaptık ilk önce. Piyasa fiyatı bugün 40 milyon dolar civarında.  Bir geminin en büyük maliyetlerinin başında savaş yönetim sistemi gelir. Yerli olarak birçok şeyi yapmamıza itici güç oldu, bu sefer makine kontrol sistemi ve atış kontrol sistemlerini de yaptık. Bunu başardıysak, bazı silahları da yaparız dedik ve yaptık. Geminin sonarını yaptık yani bu Türkiye için mucizeydi, biz 2000 yılında Sonar Şartnamesi yazmasını bile bilmiyorduk. Sonarı yapan gençler, her şeyiyle sonarı öğrendiler. Ve o kadar kaliteli bir Sonar yaptılar ki… Kimileri ‘Şuna, buna benzedi…’ dedi. Zaten bütün sonarlar birbirine benzemiyor mu! Mühim olan bunu yapmak üretmek. Biz neticede, kurumların hepsini bir araya getirip, ‘Biz MİLGEM yapacağız, hepiniz katkıda bulanacaksınız’ dedik ve yaptılar.

– MİLGEM’de çelik tedariki ile ilgili bir problemle karşılaştınız mı? Nasıl çözümlediniz ve Türkiye çelik üretiminde nasıl bir strateji belirlemeli?
Bu soruyu mahsus mu sordunuz? Harp gemileri genellikle bilhassa denizaltılar özel çelikten yapılır. Donanma Komutanıydım zannediyorum 2002 senesiydi, harp gemilerine imal edebileceğimiz çelik Türkiye’de üretilmiyordu. Ereğli Demir Çelik Fabrikaları’nda benim çok iyi arkadaşlarım vardı. Konuştum, derdimi anlattım: Kafamızda MİLGEM diye yerli gemi üretim projesi var ama bunun çeliğini üretmiyoruz, halkın ilk sorduğu soru bu oluyor ve bakıyor çeliğe, ‘Yerli mi?’ diye soruyor, biz ‘İthal,’ deyince, ‘Ya boş ver öyleyse…’ diyorlar.

Arkadaşım, yönetim kurulu toplantısına davet etti, gittim anlattım derdimizi, ‘Sizden, harp gemilerinde kullanacağımız çeliğin imalatını istiyoruz,’ dedim. Onlar da, ‘Biz o çeliği biliyoruz atla deve değil, yaparız ama şimdiye kadar bir tesis kurulmuş değil, kurulması için de 25 milyon dolara ihtiyacımız var,’ dediler. Bunun üzerine bir öneri sundum; ‘Ben size Deniz Kuvvetleri bünyesinden takviye ederim, siz de birazcık takviye edin ve bu tesisi kuralım.’ İsmi de yüksek evsaflı çelik zannediyorum. Ben ayrılmadan önce de bu çeliği imal ettiler ve MİLGEM’in çelikleri ilk defa yerli alındı ve ardiyeye kondu. Dolayısıyla bunu da yapabileceğimizi gösterdik. Şimdi önümüzde Milli Denizaltı var.

– ‘Yerli Malı, Yurdun Malı’, öyle değil mi Komutanım?
Elbette. Bana en son verdikleri rakam MİLGEM’in yüzde 65’i tamamen yerli. Bu ilk gemideki oran. Diğer gemilerde bu gittikçe arttı. Ben gemiyi ancak 1 sene önce gezebildim. Mesela dokunuyorum ‘Bu yerli mi, yabancı mı?’ diye soruyorum, ‘Yerli Efendim,’ diyorlar. Kendi kendime, ‘’Galiba ben yanlış soru soruyorum. Direkt yerli mi diye sormam gerekiyor’ dedim. İçine ne koymadık? Top.

– Yerli Ana Tahrik Sistemleri yapılmalı mı? Bunlara girişmeli mi Türkiye?
Bunu Bahriye yapamaz ve yapmamalıdır da. Ama bir şirket mesela dizel üreten bir şirket bunu yapabilir. Türkiye’nin çok fazla dizel ihtiyacı var. Bir şirket bunu yaparsa, biz elbette oradan alırız, kesinlikle alırız ve en iyisini yapacaklarından da eminiz. Tolga’nın filmini çektiği Devrim Arabaları’nın makinesi, motoru her şeyi ile yerli idi.

– Şakir Zümre, gemi inşada 1925’te önemli adımlar atıyor, 40 yılında Nuri Demirağ NUD 36 isimli 24 adet eğitim uçağı yapıyor, 44’te 6 kişilik yolcu uçağı NUD38 imal ediliyor, yüksek mühendis Emin Bozoğlu, Devrim Arabalarını imal ediyor, bütün görev ona veriliyor ve ‘Para yok, nasıl yapacaksan yap deniliyor!’ Aynı zamanda o devrim arabasının motoru da yerli…
Şimdi düşünün 1961 senesinde biz bunu yapsaydık, şimdi nerede olacaktık. Rahmetli Cemal Gürsel’in ağzından keşke, ’Batı kafasıyla otomobil yaptınız ama doğu kafasıyla benzini unuttunuz’ lafı çıkmasaydı! Hatırlıyorum ben 18 yaşındaydım ertesi gün gazetelerin hepsi alay ettiler. Halbuki oraya 2 tane araba götürüyorlar bir siyah, biri beyaz boyalı. Bana sorsan Cumhurbaşkanı hangi otomobile biner, karacıları tanıyorum, elbette siyaha biner ve benzinsiz olan da siyah. Benzin 200 metre sonra bitiyor sonra beyaz arabaya biniyor ve gidiyor. Hipodrom’da tur atıyor, geliyor ve bırakıyor. Yani kaybedilen bir şey yok. Hata etmiş çok büyük hata etmiş.

– ‘Deniz Kuvvetleri demek teknoloji demek!’ dediniz, Deniz Kuvvetleri MİLGEM’i inşa etmek için neden bu kadar bekledi?  Personelin yetiştirme süreci, malzeme tedariği nasıl ilerledi?
Şöyle söyleyeyim; böyle karmaşık bir gemi yapmak çok kolay değil. Esas benim en çok üzüldüğüm ise tersaneleri Deniz Kuvvetleri’nin elinden almaları. Çünkü oranın personelini biz yetiştirdik ve istediğimiz şekilde yetiştirdik. Milli Savunma Bakanlığı’na gidince bundan sonra o personeli biz yetiştiremeyeceğiz çünkü bizim sorumluluğumuzun dışına çıkıyor. Şöyle diyeyim; bu işi, yetiştirecekleri sivil insanlar yapamaz mı? Yapar. Ama arada deneyim eksikliği olacak mesela bizim tersanede bir dizayn ofisimiz var, harikalar yaratıyorlar, şimdi bu kararla orası kapanacak. Bu personelin hepsi Bahriye Subayı. Bu yetişmiş personel gücü ülkemizin kazanımıdır. Tersaneler sivilleştiriliyor, ne yapayım artık, yani demem o ki; kararı veren düşünsün.

– Amiralim teknoloji yok ama personelinizi nasıl hazırladınız?
Ben o sıralarda Ankara’da Personel Eğitim Dairesi’ndeydim ve yurt dışı kursları idare ediyorum. 1970’li yılların başında bilgisayar teknisyeni yetiştirmek için Amerika’ya personel gönderdik. Bilgisayar ismi daha elektronik beyindi, bilgisayar bile demiyorduk. Biz bunu gördük, dedik ki Bahriye’nin geleceği bilgisayara doğru kayıyor, bunlar geldiği zaman personelin hazır olması lazım. Güdümlü mermiler için; bunlar geleceğin silahları, teknisyenler yetiştirmemiz lazım dedik ve yetiştirdik. Bu teknoloji geldiği zaman herkes hazırdı. Bütün güdümlü mermiler aynı prensipte çalışır aynı şeyleri kullanırlar ancak ismine göre ufak tefek değişiklikleri vardır, personelimiz onları da öğrendi.

– Sıcak çatışma olmadan, psikolojik harbe hangi örneği verebilirsiniz?
Kıbrıs Harekâtı haricinde diyelim. Her zaman savaşmaya gerek yok. Mesela Kardak’ta tek bir mermi dahi atmadık ama Yunan Genel Kurmay Başkanı kitabında der ki; ‘Kardak’a çıksaydık, Türk Deniz Kuvvetleri bizi boğacaktı.’

– Deniz Kuvvetleri’nin ar-ge sistematiğini nasıl tanımlarsınız?
Deniz Kuvvetleri’nin hareket sistematiği Türkiye’de alkışlanacak bir sistematik. Bence Türkiye’de en iyi araştırma merkezi TÜBİTAK sonra Deniz Kuvvetleri. Bizimkiler harikalar yaratıyorlar ve bir kısmını yakında göreceksiniz. Birçok ülkenin imrenerek bakacağı işler yapıyorlar. Birçok ülke dediğim Amerika da dahil. Bitirmek üzereler. Araştırma daima ihtiyaç, muhakkak suretle bizim sistematikte yolumuz bu. İhtiyaç ne, ona göre araştırma yapalım. Biz sadece araştırma değil aynı şekilde geliştirme de yapıyoruz. Birçok şeyi bir araya koyarak prototip geliştiriyoruz. Ve bu prototip özel sektöre referans oluyor. Biz bunu yaptık, siz bunu alın, parasını verin yapın, araştırmasını yapmaya gerek yok zaten biz size yapılmış olarak veriyoruz. Seri halde üretimini yapın, lojistiğini de sağlayın. Zannediyorum iyi de bir yoldayız bu konuda. Bilgi yönünden eksikliklerimiz oluyor tabii, TÜBİTAK büyük destek oluyor bu konuda. Yeni TÜBİTAK’ı bilmiyorum tabii…

– Transistör ‘microchip’ çağını kaçırdık demiştiniz, gelecek için Türkiye nasıl pozisyon almalı?
50’li yıllar transistor çağıdır. Kaçırdık. O sıralarda üretime girseydik Türkiye, Hindistan ve Çin gibi teknolojiyi yakalayacaktı ve ekonomisini sıçratacaktı. Transistör devam etti sonra bir baktık microchipler ortaya çıktı. Bugün en çok kullanılan Microchip, yapımına girebilirdik.  Girmedik. Girseydik dünyaya satacaktık kendi heyecanımızı yatıştıracaktık, kendi talebimizi karşılayacaktık yine büyük bir Pazar kaçırdık. Kim aldı? Hindistan, Tayvan, Çin. Biz neden bir tanesi olamadık? Önümüzde yeni teknolojiler çıkacak odaklanalım.

– Donanma neyi ön plana almalı, neyi takip etmesini önerirsiniz?
En önemli konu hidrojenin yakıt olarak kullanılması konusu. Donanma bunu takip etmek zorunda ve buna elinden gelen desteği vermek zorunda. Türkiye’de ar-ge’ler de bunu takip etmek zorunda. Üstelik ilerleme var, biliyorum. 2005 senesiydi, ondan sonra çok ilgilenemedim konuyla, dediğim gibi ben gözümle gördüm; hidrojeni yakıt olarak kullanarak belli bir kw makineyi döndürdüler.

– Emekli olmanıza rağmen 2011 yılı itibariyle 3,5 yıl hapis yattınız. Şerefinizle, onurunuzla o görevinizi de yaptınız. Milletiniz size sahip çıkmadı ya da çıkamadı. Mesai arkadaşlarınız da keza öyle. Neler söylemek istersiniz?
Bu bir kavgaydı, biz kazandık. Bu kadar basit. O Mahkeme Başkanı’na ‘Siz bunları ödeyeceksiniz!’ diye söylediğimiz zaman, “Ben yanlış bir şey yapmıyorum,” dedi ama şimdi kendisi içerde. Hâlâ aynı şeyi söylüyor mu bilmiyorum ama kurmaca, düzmece olduğu o kadar belliydi ki. Mesela bir toplantıda: ‘Bugün tedbir almazsanız bu adam bir felaket haline gelecek,’ dedik. Bunu kime söyledik? Bu dönem Cumhurbaşkanı’na söyledik.

– Meslektaşlarınızın bu olaya sahip çıkmaması sizi üzdü mü?
Şöyle tabii. Şahsımla ilgili hiçbir zaman üzülmedim ama biz oraya gittik, ben oraya giderken evden bir çanta ile gittim ve Sevil’e dedim ki; ‘Akşama gelince yemeğe gideriz.’ Ve o gün tutuklandım. Ailemi öylece bıraktım. Bu değerlerimize sahip çıkılması lazımdı. Birilerinin destek vermesi lazımdı. Allah’tan Sevil cabbardır. Hiç boyun eğmedi, hem de hiçbir şeye… Ama o zor günlerimizde geride kalanlara da hiç kimse sahip çıkmadı, o kişiler birbirlerine sahip çıktılar, gerçek bu. Biz, askerler olarak kumpasların bir kısmını yaşadık bunun değişik durumlarını yaşayan, canı yanan birçok sivil insanımız var. Herkes bunun hesabını soracak.

– Denizaltı bambaşka bir alem! MİLGEM’i yaptık Türk Deniz Kuvvetlerimizin en kıymetli Amiralleri, Subaylarını yitirdik…  Neler gelir başımıza, başka Balyozlar?
Doğru ama bence hiç korkmamak lazım. Milli Gemi’ye başladıysak Milli Denizaltı’ya da başlayacağız. Hiçbir şey de gelmeyecek başımıza. Üstelik şu anda denizaltıda çok daha ilerideyiz. Hazırız. Ben size söyleyeyim, ancak şöyle olur; O dediğiniz yüzünden bir olay olmaz da en fazla dünyayı ürkütürüz. Artık dayak yemeyen insan kalmadı Türkiye’de…

– Milli Denizaltı için hedef 2030, belirlediğiniz bir model var mı?
Benim zihnimde tasarlayıp, belirlediğim bir model var ama ben onu söylemeyeyim biraz gizli bir konu. Stratejik bir konu sizden sakladığım için değil. Başkalarının bilmemesi gerek özellikle yabancıların. Sadece şunu söyleyeyim bizim denizaltı yapmamız bile büyük bir olay çünkü birçok ülkeye tehdit.

– Bütün bu tecrübelerden, acılardan geçtiğiniz için mi bu kadar emin konuşuyorsunuz?
Biz bu işi yapacağız, denizaltı da yapacağız, hiç de bir şey yapamayacaklar. İkimiz de yaşarsak göreceğiz.

– Özden Örnek bir şey üretmeyin diyorsa acaba üretilmesini mi istiyor, böyle stratejik taktikler yapar mısınız?
Hayır yapmam öyle bir huyum yok (Gülüyor). Ben Türkiye’nin uçak gemisine ihtiyacı olduğuna inanmıyorum. Yapılan LHD (önceden LPD) neden yapılıyor biliyor musunuz? Onun altındaki imza da benimdir. Çünkü, o zaman hükümet bize görev vermiştir. Biz o görevi yerine getirebilmemiz için bu gemiyi yapmamız gerekiyordu. Aynı görev devam ediyor mu bilmiyorum. Öyle bir gemiye ihtiyaç duyduracak bir görevle biz o gemiyi ihtiyaç listemize koyduk. Rahmetli Ecevit döneminde başlayıp mevcut Hükümetin zamanında devam eden. Bu projelerin bir kısmı 1999 senesinde listeye alınmıştı ve hepsi 2003-2005 senesinde başladı. 

– Deniz Harekât Sahasındaki değişimi nasıl görüyorsunuz, Donanma’nın izlemesi gereken bir yol var mı ve hem siyasi hem de teknolojik anlamda tavsiyeleriniz neler olur?
Her zaman söylerim Doğu Akdeniz her geçen gün daha fazla önem kazanıyor. Bunu zamanında söyledik MGK’da en az 2 defa dile getirdim. Orada fosil yakıt yatakları var, farkında değiliz, belki de bizde de var. Bu çok önemli çünkü münhasır ekonomik sınırı tarif edilmemiş, bunda geç kalmayalım. O zamanın Dışişleri Bakanı dedi ki; ‘Biz her şeyi yapıyoruz,’ ben içeri girerken öğrendim ki, hiçbir şey yapmamışlar. Bu ne zaman oluyor biliyor musunuz? Kıbrıs’taki referandum zamanı. Doğu Akdeniz çok önemli bir ekonomik önem kazanıyor. İsrail’in daha çıkartmadığı büyük rezervler var ve aynı boru hattı üzerinden Avrupa’ya gidecek. Bu Doğu Akdeniz’in önemini bir kat daha artıracak yani biz artık Doğu Akdeniz’de varız dememiz lazım.

– Şu an diyoruz ki, Doğu Akdeniz’de bir bakım-onarım tersanesi yapmamız lazım. Olası her durum için -jeopolitik veya ticari- sahip olsak. Çevreciler, Carettalar için ayağa kalktı, anlamak mı istemiyorlar, esas meseleleri başka mı?
Bu konu oldukça eski bir konu. Biliyorsunuz orada kağıt fabrikası vardır. Orayı Mersin Ticaret Odası alıp bir tersane yapacaktı, en uygun yer de orasıydı, deniz bakımından her türlü engeli çıkarttı hükümet ve olmadı o proje. Şimdi dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz ve aynı engellerle karşılaşıyoruz. Birisinin takkeyi önüne koyup ben bu işi yapıyorum deyip yapması lazım. Çünkü hakikaten hem bizim hem Doğu Akdeniz’deki bütün ülkelerin o bölgede tersaneye ihtiyacı var. Biz onu yaptığımızda da ülkemize çok da döviz girdisi sağlayacağız. Bunun Caretta Caretta ile alakası yok, yalan, çarpıtma bu. Çünkü orada zaten bir tesis var, Carettalar ölüyorsa zaten ölüyor, neyi savunuyorlar ben anlamadım. Mevcut tesis alınacak, tersaneye dönüştürülecek. Mersin DTO Başkanı’nı çok iyi tanırım, bana olanı biteni anlattı. Bu çocukların hepsi cengaver ama bir noktaya kadar arkasında birilerinin durması lazım.

– Son olarak, 18 ada meselesini çok merak ediyorum?
Kardak Kriziyle ilgili kitap yazıyorum seneye bu vakitler yayınlanmış olur. Kitabımda bunların hepsini anlatacağım. Kardak Krizi ne için, nasıl başladı, ne hale geldik, kimler bu hale getirdi? Hepsini anlatacağım. Biz tabii, elimizdekine sahip çıkmıyoruz. Ege sorunu hallolur mu? Bence olmaz.

– Türkiye’nin geleceğinde güzel günler görüyor musunuz?
Görmek zorundayız. Ben hiçbir zaman ümidimi kaybetmedim. Ülkemiz için mücadele edeceğiz başka çare yok.

– Atatürk gençlere yürekten inanmıştı. Ya siz?
Gayet tabii. Gençlere inanmazsanız ya kime inanacaksınız? Onlar bizim ümidimiz!

Bunu Paylaşın