Doğu Akdeniz’de Türkiye-GKRY Arasındaki İhtilafın Boyutları

MDN İstanbul

Yrd. Doç. Dr. Emete Gözügüzelli

Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi DEHUKAM Başkanı Yrd. Doç. Dr. Emete Gözügüzelli, GKRY’nin Akdeniz’de oluşturmaya çalıştığı sözde MEB alanlarını ve Akdeniz bölgesi ülkelerinden daha çok deniz alanına sahip olma çalışmalarıyla ilgili görüşlerini ve Türkiye ile KKTC’nin yapması gerekenleri kaleme aldı

Türkiye Cumhuriyeti ve Güney Kıbrıs arasındaki deniz yetki alanları meselesi 17 Şubat 2003’te Mısır ile imzalanan sözde Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşması ile başlamıştır. Bu antlaşma Türkiye bakımından iki açıdan geçersiz ve yok hükmündedir; ilk olarak Türk kıta sahanlığının batı bölgesinin ihlali, ikinci olarak da GKRY’nin, Kıbrıs Türklerinin rızasını almadan Akdeniz’de tek yanlı “egemenlik” çabalarının bulunması. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı 2003’teki sözde MEB alanı inşa antlaşmasına olan itirazını çok geçmeden 2004/Turkuno DT/4739 ve 2 Mart 2004 sayılı bildirimi ile BMGS’ne tevdi etmiş ve kendi coğrafi koordinatlarını ve haklarını tescil etmiştir. GKRY esasen, Türkiye’nin , “32º 16′ 18″ meridyeninin batısını ihlal etse bile, Türkiye kendi Kıta sahanlığının uluslararası hukuk nezdinde ab inito (başlangıçtan beri) ve ipsofacto (fiilen) ilkesi gereği münhasır bir hak teşkil etmesi münasebetiyle, ilgili antlaşmanın geçersiz olduğunu, tüm haklarına helal gelmeksizin saklı kaldığını, anlaşmazlığın sadece tarafların birbirleriyle antlaşma yolu ile hakça ilkelere ve bölgenin özelliklerini dikkate alan anlayışla çözümlenebileceğini belirtmiş ve adada tek bir otoritenin bulunmadığını BM Deniz Hukuku Dergisi’nde yayımlatmıştır. T.C Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu’nun Mısır ile GKRY arasında gerçekleşen sözde MEB alanı ile ilgili 7 Şubat 2018’de yaptığı açıklamada uluslararası hukuk açısından hiçbir geçerliliği bulunmadığını yeniden deklere etmesi, esasen Türkiye’nin bölgesel deniz yetki alanlarının korunmasında sergilenen ciddi tavrı yeniden ortaya koymasıdır. Ancak bu durum Mısır Dışişleri Bakanlığınca reddedilerek “bunu kimse ile tartışmaya niyetleri olmadığı” karşı itiraz ile açıklanmıştır. Nihayetinde GKRY-Mısır arasındaki sözde MEB Antlaşması, Türkiye’nin kıta sahanlığını ihlal etmesi ve özellikle de Türkiye’nin buna sessiz kalmayarak hemen itirazını BMGS’ne tevdi etmesi, kayıtlara geçirmesi, ilgili sözde antlaşmanın hukuken geçersizliğini de tartışmaya açmıştır.
Öte yandan, GKRY 2007 yılında Lübnan ile benzer bir MEB alanı kurmak istemiş, ancak Türk Dışişlerinin başarılı çabaları sonucunda Lübnan Parlamentosu tarafından onaylanmamasından ötürü halen askıda kalan “Antlaşma” olmuştur. 2010 yılında ise GKRY-İsrail arasında yapılan sözde MEB Antlaşması bu kez Lübnan’ın 850 km2 alanının İsrail tarafından ihlali ile sonuçlanmıştır.
Görüleceği üzere GKRY Akdeniz’de oluşturmaya çalıştığı sözde MEB alanları ile uluslararası hukuku ve içtihat hukukunu görmezden gelen bir tavırla ortay hat esasında sınırlandırma yoluna giderek, ada devleti konumunda bulunmasına karşın ana kara statüsünde, Akdeniz’de, bölge ülkelerinden çok daha fazla deniz alanına sahip olma çabası içerisine girmiştir. Kara denize hakimdir ilkesinin uluslararası deniz hukuku içtihatlarında ve sınırlandırmalarda genel kabul gören bir teamül kuralı olmasına karşın , GKRY adalar rejimini tamamı ile kendi ulusal menfaatleri doğrultusunda uluslararası hukuka aykırı tutum ile sürdürmüştür. Özellikle de GKRY’nin sözde MEB alanları içerisinde 2007’den bugüne uluslararası enerji şirketlerine yapmış olduğu ruhsatlandırma anlaşmaları ile deniz yetki alanları üzerine ihtilaf devam etmiştir. GKRY ilan ettiği 13 blok içinde, Türkiye’nin 1,4,5,6,7 blokları ile Türk kıta sahanlığı alanları kısmen ihlal edilmiştir. Ayrıca diğer alanlar içerisinde Kıbrıs Türklerinin de hakları görmezden gelinmiştir. GKRY, Türkiye’nin ikazlarına aldırış etmeden provokatör bir tutum ile deniz alanları içinde silah diplomasisine dayanan bir yol izlemiş ve Türk deniz yetki alanlarının ‘2002 Northern Access’ olayından bugüne fiili delme girişimlerinde de bulunmuştur. Tüm bu çabalara Türkiye Cumhuriyeti Deniz Kuvvetleri Komutanlığı anında müdahale etmiş ve Türk kıta sahanlığı alanlarında herhangi bir sondaj veya sismik araştırma adıyla fiili ihlale müsaade edilmemiştir.
Tüm bu ihtilaflar yanında Güney Kıbrıs ve Türkiye arasında deniz alanları ile ilgili Arama Kurtarma Bölgesi Koordinatları uyuşmazlığı da söz konusudur. Güney Kıbrıs’ın SAR faaliyetlerinin yürütüldüğü Zenon Merkezi bünyesinde sözde MEB alanlarını koruma adına uluslararası ölçekli askerileşme (silahlanma ve askeri antlaşmalar, tatbikatlar) faaliyetleri Türkiye’ye karşı tehditkâr bir üslup ile devam etmektedir. Oysa BMDHS’nde MEB Esasları’nın V(b) maddesinde de münhasır ekonomik bölgede yürütülen her türlü askerî faaliyetin barışçıl amaçlı olması gerektiği belirtilmektedir. BMDHS’nin 301’inci Maddesi, münhasır ekonomik bölgede yürütülen askerî faaliyetin, kıyı devleti dâhil diğer devletlere karşı kuvvet kullanma veya tehdit amaç gütmesini açık şekilde yasaklamaktadır. Oysa GKRY bu ilkeleri yok sayarak sözde MEB alanlarını Türkiye’ye karşı koruma adına, askerileşme faaliyetlerini tehditkâr ve provokatör amaçla yürütmeye çalışmaktadır. Örneğin; bir Yunan Tanrıçasının ismi Nemesis yani İntikam adı ile pek çok kez uluslararası ölçekli tatbikatlar düzenlenmiştir.
GKRY, ayrıca, PESCO yani AB üyesi ülkelerin silahlı kuvvetleri arasında iş birliğini derinleştirmeyi hedefleyen yapılanmaya dahil olarak deniz alanlarında silahlanma çabalarını meşrulaştırma yoluna gitmiştir. Rumların deniz alanlarında askerileşme faaliyetlerinin bir diğer çabası Mari’deki Evangelos Florakis Deniz Üssü’nde sürerken diğer taraftan da ZENON Arama Kurtarma Merkezi bünyesinde devam etmesi dikkate alındığında, Türkiye’nin KKTC’de mutlaka deniz, hava, kara üsleri kurması gerekmektedir.
Deniz Alanları ile ilgili diğer mesele ise Güney Kıbrıs’ın Türkiye’nin deniz alanlarında seyir uyarıları yayımlarını (NAVTEX) ve hatta NOTAM bildirilerini tanımamasıdır. Tüm bu sorunsallıklara ilave olarak Doğu Akdeniz’de 2005’ten bu yana Güney Kıbrıs’ın Yunanistan, Mısır’ı da kapsayacak üçlü bir MEB sınırlandırma antlaşmasını gerçekleştirme niyeti ve adanın kuzeyini de kapsayan deniz alanlarının coğrafi koordinatlarını kendi bölgeleri gibi BMGS’ne tevdi etme niyeti ile Türkiye’yi, Akdeniz’de Antalya Körfezi’ne kapatma çabaları yatmaktadır. Güney Kıbrıs’ın gerçekleştirdiği sözde MEB sınırlandırmasında sadece ortay hat üzerinden ve düz esas hatları kullanarak sınırlandırma yoluna gitmeleri ve bu tutumları ile ilgili durum statüsünde bulunan koşulları göz ardı ederek uluslararası hukuk, örf-adet hukuku ve içtihat hukukunu ihlal etmeleri ile karşı karşıyayız.
Nitekim bugün, FIR hattı üzerinde de bölgede yer alan uyuşmazlık yanında Kıbrıs meselesinin de eklemlenmesi ile daha kompleks bir yapıya bürünmüştür. Türkiye’nin tüm bu adımlar karşısında KKTC ile 2011 yılında Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Antlaşması yapması, yine KKTC Ekonomi ve Enerji Bakanlığı ile TPAO arasında yedi ruhsat sahasında (A,B,C,D,E,F,G) kâr payı esasında ruhsatlandırma yoluna gitmesi ve bunun da ötesinde Türkiye’nin kendi kıta sahanlığı içinde TPAO ile aktif olması, bölgedeki kıta sahanlığının korunması adına önemli adımlar olmuştur. Ancak son dönemlerde Yunanistan ile hedeflenen sözde MEB alanı için Meis Adası’nın da esas alınarak sözde MEB sınırlandırma hedefine gideceklerinin yoğunluk kazanması üzerine, Türkiye ile KKTC’nin ikinci bir kıta sahanlığı antlaşmasını gerçekleştirmeleri, deniz üssünü Mağusa Bölgesi’nde, hava üssünü de Geçitkale’de hayata geçirmeleri bölgesel gelişmeler ve faaliyetler açısından oldukça önem arz etmektedir.

Bunu Paylaşın