ARET HOVAGİMYAN

MDN İstanbul

Denizaltında Yarım Asır… ARET HOVAGİMYAN

Bugün denizcilik sektöründe, 140 şirket; gemi kurtarma, dalgıçlık, balıkadamlık konularında hizmet sunuyor. Biz Aret Hovagimyan ile bugünden yarım asır öncesine, bu sektörde hiçbir şirketin bulunmadığı 60’lara uzandık. Yaşamın sert dalgalarına siper ettiği yüce gönlünde, daha el değmemiş onlarca hikâye gün ışığına göz kırpıyor. “Kelle koltukta” bir meslekte, yaşamla ölümün, başarı ile başarısızlığın iç içe geçtiği, bazen sert bir rüzgâra göre sonu değişen tecrübeleri kayda geçirdik. Acı ve haksız kayıplarla başlayan yaşamında var olma mücadelesi… Erken yaşta alınan sorumluluklarla denizle kesişen yaşam yolu, başkalarının kayıplarını kurtarmaya adanmış bir ömür ve dahası…
[membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]
1935 yılının Mayıs ayında İstanbul’da doğan Aret Bey, Boğa Burcu… Fenerbahçe’de son derece varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Oysa çocukluğuna dair anlattıklarında, servetini kaybeden bir ailenin yaşadığı ekonomik zorluklar var. “O zamanlar babamın dedemden kalan bir kurşun boru fabrikası vardı. Orada kurşun boru imal ediyorduk. Sene 1941-42… Maalesef büyük bir vergi zorunluluğu ortaya çıktı. Babam bu büyük meblağı ödeyemedi ve Aşgale’ye gitti. Fabrikadaki makineleri, tüm alet edevatı Zeytinburnu’na götürdüler. Birinin işine yarasa, belki o kadar üzücü olmazdı. Oysa konuldukları yerde çöp olup gittiler. Daha kötüsü, babam yokken, evimize haciz geldi. Tüm eşyalarımızı alıp götürdüler. Ben o sıralar çocuk denecek yaştaydım. Annemin oldukça zorlandığını hatırlıyorum. Babam, 9 ay sonra döndüğünde hayata küsmüştü zaten. O günden sonra da pek kayda değer bir işte çalışamadı.”
İlkokulu Aramyan Uncuyan Ermeni İlk ve Ortaokulu’nda okuyan Aret Hovagimyan, 1948’de Saint Joseph’e başlar. Liseyi orada bitirir. Ailesinin maddi koşulları göz önünde bulundurulduğunda ekonomik sıkıntıları aşmanın pratik bir yolunu bulmuştur. İyi bir okulda okumanın avantajı ile kendisinden küçük yaştaki öğrencilere ders verir. Tam 26 öğrencisi olduğundan hayatını kazanmanın yanı sıra ailesine de katkıda bulunmaktadır. “Biraz anlatma yeteneğim vardı herhalde ki, ders verdiğim öğrenciler iyi notlar alıyordu. Aileleri de memnundu. O zaman, ders başına 25 lira alıyordum. Ekmeğin kuruşla satıldığı bir dönemde bu büyük bir paraydı.

“Istakoz sepetlerine baka baka 40 metreye inmişim”
Askerlik yaklaştıkça, İstanbul’da kalmanın bir çaresini düşünmeye başladım. Öğrencilerimi de bırakmak istemiyordum. Bir gün Kalamış’ta çocukluk arkadaşlarımdan biri ile rastlaştık. Ben durumumu anlatıp, İstanbul’da kalmak istediğimi söyleyince, bana biraz fikir verdi. “Biz Türk Balıkadamlar Kulübü’ne azayız. Orada kurs görüyoruz. Eğer balıkadam brövesi alırsan sen de askerliğe müracaat ettiğinde Çubuklu Dalgıç Okulu’na sevkini alabilirsin” dedi. Bu bana çok cazip geldi. Olur mu olmaz mı diye düşünerek, Türk Balıkadamlar Kulübü’ne gittik. Hiç unutmuyorum: Günlerden pazar ve ilk kursumuzu göreceğiz. O zaman siyah beyaz haber ajansı var. Bir yandan da film çekiliyor, fotoğraflar alınıyor. Heyecanlı bir iş anlayacağınız. Bütün hocalar ve öğrenciler birlikte vapura bindik. Emirgan’da ilk dalışımızı yapacağız. O anın psikolojisini bir düşünün; sahil çocuğuyuz, denizi tanıyoruz ama hayatta tüp takmış, balıkadam kıyafeti giymiş değiliz. Sakin olmaya gayret ederek ilk dalışımı yaptım. Önde hocalar, arkada biz gidiyoruz. Baktım, kendimi bayağı rahat hissediyorum. Hoca bize ‘Gelin’ diyor, biz onun peşinden devam ediyoruz. Sağımızda solumuzda ıstakoz sepetleri… Suyun altında her şey güzel… Dönüşe geçtik, yavaş yavaş çıktık. Yukarıda Hoca, ‘Durum nasıl’ diye sordu. Durum iyi… Fena değil yani… Adam, ‘40 metreye indik’ demez mi! Düşünsenize, ilk dalış! Bugün bakınca, o anda yaptığımız işin hiç doğru olmadığını düşünüyorum. Zaten o gün de, eğer 40 metreye indiğimizi bilseydim, çok paniğe kapılırdım. Heyecandan ters bir hareket de yapmış olabilirdim. Neticede biz kurslara devam ettik ve balıkadam olmaya hak kazandık. Halıcıoğlu Askeri Şubesi’ne müracaat ettik. Beni, balıkadam olduğum için Bahriye’ye ayırdılar. Dolayısıyla 15. dönem olarak başladık. O zaman Deniz Kuvvetleri Kumandanı Fahri Korutürk’tü. İyi bir eğitim aldık. Temel eğitimde, toplam 11 kişiydik. Rahmetli ortağım Teoman (Ergene) vardı, Ayhan Sevgin, Ersin Süeren, İsmet Garip, Metin Sütuna, Orhan Başar ile Tali Özcan, Tosun Sezen, Tunç Günergin ve sevgili Mustafa vardı. Temel eğitim bittikten sonra bizi doğrudan dalgıç okuluna gönderdiler. Kumandanımız Rahmetli Vedat Bey de oradaydı. Allah rahmet eylesin, bizi çok iyi eğittiler. Kurslara başladığımızda hava çok soğuk olduğu için, denizde eğitim almak zordu. Ankara’dan özel izin çıktı ve bize önce ikinci sınıf dalgıç kursu verdiler. Karada, 84 kilo ağırlığı olan malzemelerle önce havuzda eğitim aldık. Hava şartları değişince, denizde balıkadam kursunu da verdiler. Biz dalgıç/balıkadam olarak yetiştirilen ilk ve son yedek subaylarız.

“İhtilal sırasında aç kalıp köpekbalığı yedik”
Biz 1959’un sonunda askere alındık. Artık kurs bitti. Hiç unutmuyorum, bir gün daha talebeyiz. Okulda, bir marşla uyandık. ‘Allah Allah, ne oluyor!’ dedik. Meğerse İhtilal olmuş. Tarih 27 Mayıs 1960! O gün bizi okulda hapsettiler, çıkamadık. İstanbul’un göbeğinde Çubuklu Dalgıç Okulu’nda aç kaldık diyebilirim. Orada Dumlupınar’ın bir maketi vardı. O günlerde okulun önünden bir köpek balığı yakalamışlardı. Fanusun içinde duruyor öyle. Biz aç kalınca, fanusun içinde duran köpekbalığını yemeye karar verdik. Tosun Sezen vardı. Kendisi şimdi Antalya’dadır. Onunla balığı ağaca astık. Derisini soyduk. Olduğu gibi löp löp et çıktı. O etleri dilimlediler. Kızarttık. Biraz soğan ve tahin bulduk. Yedik. Yemesine yedik ama bütün okul balık koktu. O sırada öyle bir haber aldık ki, tam anlamıyla şok oldum. Dediler ki, 11 balıkadamı dağıtacağız. Kura çekilecek. Ben yıkıldım tabii… Çünkü benim bütün amacım, İstanbul’da kalıp, öğrencilerime ders verebilmekti. Çubuklu’dan eve çıkabildiğim için dersleri de devam ettirebiliyordum. Kura denince, iki kişi Bartın’a, iki kişi Gölcük’e gidecek. 7 kişi de İstanbul’da kalacak. Belki yine şans yardım edebilirdi ama kurada da iyi bir sonuç çıkmadı. Benden önce çekenler hep İstanbul çekti. Sonra 2 Bartın çıktı. Sıra bize gelinceye kadar zaten sadece Gölcük kalmıştı. Hayatımda çok üzüldüğüm anlardan biridir. Gide gide 1999 depreminde yıkılan orduevine müdür muavini olarak gittim. Mesleğimle de bir ilgisi yok. Sadece lisan bildiğim için oraya gönderdiler. İşin bir başka kötü yanı daha oldu. Hani, insan genç yaşta yedek subay olunca, kendisini biraz yetkili zannediyor. Gelin görün ki, gittiğim yerde, beni generaller, dirseğine kadar sırmalı amiraller bekliyordu. Doğrusu orada çok zorluk çektim.”
Aret Bey, Gölcük’te sıkıntılı bir dönem geçirse de zaman içinde mesleği ile ilgili bir yere tayin istemeyi başarır. Balıkadamlığı sayesinde Deniz Kuvvetleri’ne daha faydalı olabileceği bir yer olan Derince’ye geçer. Dışarıdan ithal edilen gemilerden çıkan, hiç kullanılmamış balıkadam tüpleri ile kendini geliştirmenin yanı sıra gemilerin suyun altındaki her türlü işinde görev alarak, adeta ortamın göz bebeği haline gelir. Ama onu en popüler kılan olay, kimsenin dalmadığı bir bölgede sayısız ıstakozu keşfetmesidir. Istakozları ve hatta ıstakozların içlerindeki havyarları çıkartıp hazırladığı akşam yemekleri çok beğenilince, her hafta sonu İstanbul’a gidip öğrencilerine ders vermek için gereken izni de koparır. Deniz hem verir hem de alır derler ya, dev ıstakozlar ona verilen ilk armağandır. İkincisi ise değerli ortaklıklar ve kuracağı şirket…

“Çubuklu’dan Üsküdar’a varana kadar şirketi kurduk”
“Doğrusunu isterseniz çok güzel bir askerlik hayatım ve iyi bir muhitim oldu. Çabuk terhis olmak için bir aylık iznimi en sona bırakmıştım. Ben terhis oldum ama arkadaşlarım İstanbul’da vazifelerine devam ediyorlardı. Bir gün Dalgıç Okulu’na onları ziyarete gittim. Biraz sohbet ettik. Akşamüstü, onlar da evci çıkıyorlardı. Birlikte dolmuşa bindik. O günlerde, Türkiye’de dalgıç ve balıkadam konusunda faaliyet gösteren bir şirket yoktu. Biri dalgıç aradığı zaman, Karaköy’e gidip, Galata Köprüsü’nün altındaki kahvelerde dolaşırdı. Meşhur Kör Ali vardı, Dayı vardı, Dalgıç Mehmet ve Rami vardı. İşiniz varsa, bu kişileri bulup, gel benim işimi yap derdiniz. Dolmuşta, Teoman Ergene, Metin Sütuna ve ben, gidiyoruz. ‘Benim bir fikrim var’ dedim. Ne olduğunu sordular. Dedim ki, ‘Askerlik bitti. Madem bu işi seviyoruz, yapıyoruz. İsterseniz bu konuyla ilgili bir şirket kuralım.’ Olur mu olmaz mı derken Çubuklu’dan Üsküdar’a kadar şirket kurma kararını aldık. Teoman, yedek subay döneminde evlenmişti. Kayınpederi de meşhur Edip Ağabey… Edip Ossa, Sadun Boro’yu yetiştirmiştir. O zaman kendisi, Erel Çelik Eşya’nın sahibiydi. Teoman da tekniker olduğu için askerlik bittikten sonra oranın teknik müdürü olacaktı. Metin Sütuna zaten mimardı. Biz bu konuşmadan sonra hayatımıza devam ettik. Teoman, Erel Çelik Eşya’ya teknik müdür oldu. Orada çalışıp kazandığı parayı şirket için ortaya koydu. Ben derslerimden almış olduğum parayı getirdim. Metin, işinden kazandığını ortaya koydu. Böylece 29 Eylül 1961’de Karaköy’de Gümrük Han’ın ikinci katında küçük bir yazıhanede, Me-Te-Ar olarak şirketimizi kurduk. Elimizde; iki tüp, bir palet, bir de gözlük vardı. Yani ‘yok’ları yaşıyoruz. Şirketi ayakta tutmak için dışarıda kazandıklarımızı ortaya koyuyoruz. O dönemde bırakın dalgıç şirketini, sualtına yönelik herhangi bir proje de yoktu. Ancak bir gemi batacak da o şekilde bize mecburiyetten bir iş gelecek… Biz de boş durmayalım dedik ve süngercilik yapmaya niyetlendik.”

“Vurgun yiyince süngercilik çabuk bitti”
Yıl 1962… Bodrum’da süngercilik yapan arkadaşlar bulunur. Ağaç bir tekne sipariş edilir. İçine makine konacak. Bodrum’da metrekaresi 25 kuruştan arazi satılırken 14 bin liraya makine alınıp tekneye konur. Hazırlık bitince Bodrum’a gidilir. Lağos isimli tekne için ekip hazırlanır. Süngercilik için taşı bulacak Hasan Reis, yemekle ilgilenecek bir fırıncı ve Aret Bey dahil 9 kişilik bir dalgıç ekibi kurulur. “Sünger biliyorsunuz bir hayvandır. Genellikle taşların üzerinde tutunurlar. Siz taşlık bir yeri bulacaksınız ki süngeri de bulabilesiniz. Hasan Reis önden gidiyor, taşa takıldığı zaman bir şamandıra koyuyor. Onun üzerine dalış yapılıyor. Hasan Reis, Yoran’da 48 metre derinlikte bir taş yakaladı. Diğer dalgıçlar daldılar. 12 Haziran saat 12:00… Sıra bana geldi. Aboş tabir ettiğimiz fileler var. Ağzı telli. Onun içine kopardığınız süngeri koyuyorsunuz ve o dolduktan sonra alıp yukarı çıkarıyorsunuz. İnen çıkan aboşları doldurup çıkıyor. Yani çok güzel bir sünger yatağı bulduk. Dalınca ben de aboşumu doldurdum. Bir 10-12 dakika olmuştu. Çıktım aboşu verdim. Yüzümde bir gerilme hissettim. Derken dilim tutuldu. Sol kolumu sol bacağımı hissedemiyorum. Başdalgıcım olan Oktay Ağabey vardı. ‘Sen vurgun yedin’ dedi. Bir tarafım pelte gibi… Bana zar zor bir balıkadam kıyafeti giydirdiler. 9 metreye indim. Hiçbir şeyim yok. Bu tip arazlarda, kademe kademe sınıflandırma yapılır. Bana dördüncü kademeyi tatbik ettiler. Aşağı yukarı 50 metreye indim. Orada hiçbir şeyim yok. Bir iskandil uzattılar. Onun ucuna tutunuyorum. Beni zamanla, istedikleri gibi, kademe kademe yukarı alıyorlar.
Vurgun nedir biliyor musunuz? Bir gazoz şişesini alın. Sallayın. Kapağını açın. Ne olur? Fışkırır! Tazyik altında kana karışan azot eriyor. Çıkış esnasında, kandan ayrılan tazyik kalkıyor ya, kanın içinde baloncuklar meydana geliyor ve damarları tıkadığı zaman felç ediyor. Vurgunun, başka bazı nedenleri de var. Yorgun olursanız, gıdanızı iyi almazsanız ya da gaz yapacak yiyecekler yerseniz, bu tabloyu yaşama ihtimaliniz artıyor. Ben dört saat denizde kaldım. İndiğimde çok güzel bir sünger gördüm. Onu da aldım. Yukardakilere moral olsun diye… Çıktığım zaman akşamüstü olmuştu. O akşam yemek yemedim. Bu olaydan sonra çocuklar, ‘Biz bu işi artık noktalayalım’ dediler. Ancak o bulduğumuz taş sayesinde, kuru 90 kilo sünger kesmişiz. Kesmişiz derken, biliyorsunuz sünger canlı bir hayvandır. Sudan çıktığı zaman siyah renktedir. Onu güvertede çiğnedikleri zaman beyaz bir süt akar. O süt, hayvanın kendisidir işte… Sonra iplere geçirilir ve o iplerle denize sarkıtılır. Sabah kalktığınız zaman kehribar rengini alır. Bugün artık suni sünger çıktığı için o süngerlerin nesli bitti. Bu konularda ısrarcı olmanın anlamı yok diye düşündük. Neticede, biz toplandık, dönüşe geçtik. Dönerken, sol tarafımı tümüyle sivilceler kapladı. Bu sivilcelerin ucu cerahat oldu ve akmaya başladı. Bir şey giyemez oldum. O zaman Bodrum’a gelen yabancı araştırma ekibinden bir doktor vardı. ‘Merak etme, vücut ölen sinirleri, bu şekilde dışarı atıyor. Yani onlardan arınıyor’ dedi. Bana 6 ay dalışı yasakladılar. Bu iş için, Ziraat Bankası’ndan donatma ve çevirme kredisi almıştık. Yakaladığımız süngerlerin toplamı ancak onları karşılamaya yetti. Süngercilik işini bu şekilde noktaladık. Burada, kendi deneyimimizle, önemli bir gözlem sahibi olduk. İstanbul çocuğu ile yörede doğan ve dalgıçlık yapanların arasında, her ne hikmetse, büyük bir fark oluyor. O yörenin çocukları, daha dayanıklı oluyorlar. Böylece o işin bize göre olmadığını anladık ve noktaladık.”
Aret Bey, 1962 yılında babasını kaybeder. İş nedeniyle oradan oraya koştururken 2 buçuk yıl gibi beklenenden uzun bir süre nişanlı kaldığı Alin Hanım’la 1964 yılında evlenir. Eşi de, o dönemde Kalamış’ta annesiyle birlikte kirada oturdukları eve yerleşir. Aret Bey, bugünlere gelmesinde eşinin büyük emeği olduğunu söylerken gözleri de müteşekkir bakıyor. Özellikle 1992 yılında annesini de kaybettikten sonra hayatta en büyük desteği; özel yaşamında eşinden, iş yaşamında da çok sevdiği ortağından aldığı anlaşılıyor…

“Biz erlift kullanıp mısırları çıkardık ama…”
Me-Te-Ar şirketine dönecek olursak, yaptıkları ilk büyük iş, son derece enteresan. Boğaz girişinde Atos isimli mısır yüklü bir gemi çıkartılacak. Bu bir dökme yük gemisi. Bu işin yapılabilmesi için ekip, Türkiye’de ilk kez erlift kullanıyor. Erlift nedir derseniz, bir borunun alt ağzına yukarıdan tazyikli hava veriyorsunuz. Bu hava yukarı kaçarken vakum yapıyor ve aşağıdaki borunun ağzına denk gelen malzemeyi yukarıya çıkartıyor. Ahşap bir tekne kiralanıyor. Müşteri, malı ihraç etmeyi düşündüğü için mısırlar çıkartılıyor. Çıkartılan mal Riva Deresi ağzındaki boş tarlalara bırakılıyor. Böylece mısırlar kuruyacak ve bin tona yakın mal kurtarılabilecek. Mısır Erlift ile çıkartılıyor. İşin bu kısmında büyük bir başarı ve icat var. Öte yandan denizdeki dalgaların şiddeti ve derenin suyu değiştikçe, dere ağzı kapanıyor. Tekne, dere içinde mahsur kalıyor. Kurutulan mısırların bir yüzü kururken diğer yüzü çevrilmediği için bir süre sonra ortalığı leş gibi bir koku kaplıyor. Böylece müşterinin ihracat yapma hesabı suya düşüyor. Mısırlar hayvan yemi olarak değerlendiriliyor. Tekne ise dere ağzından zorlukla kurtarılıyor. Aret Bey, o günleri anlatırken, “Bu mesleğin kuralı yok” diyor. “Hem işi yapmak konusunda hem fiyatlandırma konusunda her şeyi ‘yap/boz’ yöntemiyle öğrendik. Bu da kimi zaman bize pahalıya patladı.”

“Babo, bunlar şeytan!”
“Bir gün yazıhanede oturuyoruz. Bir telefon geldi. Büyükdere Et ve Balık Kurumu’nun su alma borusunun ağzı tıkanmış. Kaç paraya açarsınız diye soruyorlar. Biz de aceleden işi görmeden fiyat veriyoruz. Bugün olsa vermeyiz. Kalktık, balıkadam kıyafetiyle gittik. Bir baktık su bileğimizde. Dalınacak bir durum yok. Deniz, çakılı doldurup boruyu tıkamış. Bize bir kazma kürek verin dedik. Sırtımızda siyah balıkadam kıyafetiyle, kazma kürekle çalışıyoruz. Derken, yol temizlik işçileri geldi. Birinin elinde süpürge birinin elinde faraş. Bizi görünce korkudan birbirlerine çarptılar. Bir tanesi panik içinde, ‘Oh babo, bunlar şeytan!’ dedi. Bunu hiç unutmuyorum.
Birçok işte çalıştık. Bugün sektöre yön veren, Meclis’te yer alan, Cengiz Kaptanoğlu, Metin Kalkavan, Murat Er gibi bir çok genç armatörün babalarına hizmet verdik. Bugün gemi sahibi olan ailelerin o günlerde hep ağaç teknesi vardı. İhtiyaç halinde bizi ararlardı. Dolayısıyla yeni kuşak, bunları bildiğinden bize hürmet ediyor. Bu da çok gurur verici bir şey. Şu anda etkin olan yeni jenerasyonun tümünün babalarıyla güzel anılarımız var. Mesela bir gün kapı çalındı. İçeri bir denizci girdi. Ben tanımıyorum. Kendisi çok üzgün. Üstü başı fena halde. ‘Çocuklar, benim Silivri açıklarında teknem battı’ dedi. Kalktık gittik. Kaşif Kalkavan’ın yüklü halde batan kum teknesine ulaştık. Tekneden hayır yok. Makinesini, pervanesini, içinden alınabilecek takımları aldık, teslim ettik. Yine Cengiz Kaptanoğlu’nun amcası Kazım Kaptanoğlu ile Yalıköy isimli gemisi konusunda çalışma yaptık. Gemi, kışın kütük yüklü halde, Kızılırmak’ın ağzında Karadeniz’de karaya gitmiş. Kalktık Kefken’e gittik. Her gemi baştan karaya gider, sonra mutlaka yan döner. Bu hep böyledir. Ambarın yarısını su kaplıyor. Ambarları kapattık. Üzerine branda çektik. Suyu boşaltacağız ama hava çok kötü. Saatlerce uğraştık, nafile… Gemi yeniden su almaya başladı. Kendi canımızı zor kurtardık. Kazım Kaptan’ı aradık. Çok babacan bir adamdı. Kalktı geldi. Heybetli de bir adam! Ambarın üzerine çıktı. ‘Hadi bakalım, basın suyu çocuklar’ dedi. Gemi ağır ağır kalkacak diye beklerken, yeniden aynı berbat havayı yedik. Adamın ayağı kaydı, ambarın üzerine düştü! Üstü başı berbat oldu bize dönüp, “Çocuklar, bu geminin sofrası kalkmış!” dedi. 500 küsur beygir, güzel bir makine vardı. Onu alıp teslim ettik. Böyle bir sürü konuda, imkanlar dahilinde ne yapılabiliyorsa yaptık.
Bu arada şunu da gururla ifade etmem lazım, Türkiye genelinde çok balık adam yetiştirdik. Balıkadam başka şey, sanayi dalgıcı olmak başka şey. Taşı atarsanız o da dibe gider. Mühim olan yapacağı iştir. Biz, kendi alanımızda sektöre çok değerli isimler kazandırdık. Mesela rahmetli Yusuf Dalgıç, rahmetli Ertan Tekin… Üçüncü isim -ki kendisi hâlâ hayattadır- Nihat Aydınlı. Bunlar Türkiye’nin sayılı dalgıçlarından olmuşlardır. Elleri çabuktur. Kafaları iyi çalışır. Bir işe gönderdiğinizde o işi yapacağından emin olabileceğiniz kişilerdir. Dalgıçlığın ilginç bir tarafı vardır. Ekibin devamlılığı büyük önem taşır. Biri dalacak, bir iş yapıp çıkacak. Arkadan inenin, onun yaptığı işin devamını yapması lazım. Aşağıda duracağınız zaman sınırlı olduğu için el çabukluğu çok önemlidir. Ne kadar hızlı ve doğru hareket ederseniz o kadar başarılı olursunuz.

“Deniz hem verir hem alır”
Aret Bey’in güzel ofisinde, bize anlattığı hikayeleri soluk soluğa dinliyoruz. Her biri nefes kesen anılar… Birinde ağaç tekne batıyor. Altında çimento üzerinde inşaat demiri var. Demirlerin bir kısmı çıkartılıyor, bir kısmı aradan kayıp gidiyor. İçindeki makine çıkartılıyor, bağlama cıvataları yok! Nereye gitmiş? Makine dairesini ambardan ayıran ağaç bölme patlamış, çimento oraya yayılmış, cıvataların üzerini kapatmış. Bir başka işte, alçı taşı yüklü 140 tonluk bir ağaç tekne batıyor. Alçı taşları ilkel yöntemlerle varillere doldurulup yukarıya çekiliyor. Sonra ne olsa beğenirsiniz? Alçıtaşı asitli olduğu için, çıplak elle tutan herkesin derisi soyuluyor. Çalışamaz hale geliyorlar. Bir başka sefer Fener Adası’na götürülen bir geminin başında, ıssız bir yerde yatıp kalkıyorlar. Geminin kaplaması açılmış, araları kapatmak için çadırda yaşarken, bitleniyorlar. Yakındaki bir köye ulaşıp, kahvede yatıyorlar. Fareler üstlerine çıkmasın diye birleştirilmiş okey masalarında uyurken, sabah olduğunu fark edemeden, çay içmeye gelen ahaliye yakalanmaları kaderin ayrı bir cilvesi…
Yaşadıkları bazı olaylar, deniz hukukunda örnek olay olarak kayıtlara geçiyor. Bir iş için dinamit kullanmaları gerekiyor. Aylarca izin peşinde koşup, içinde dinamit olan çantayı Balıkesir’de caminin önünde unutuyorlar. Ülkenin de karışık olduğu bir dönemde, üstlerinde dinamit taşıyabilmek için 18 ayrı jandarmaya izinlerini gösteriyorlar. Hiç kar yağmayan Bozcaada’da gemi kurtarmaya çalışırken, kara yakalanıyorlar. İşin en ilginç yanı, mesleki olarak mutlaka kurtarmamız gerekir diye düşünüp canlarını tehlikeye attıkları gemiyi kurtardıktan sonra yaşanıyor. ‘Geminizi kurtardık, gelin alın’ dedikleri adamlar, gelip gemiyi almıyorlar. Genellikle gemilerin bedellerinin üzerinde sigorta edildiği bazı işlerde, hayatın her zaman göründüğü gibi olmadığına şahit oluyorlar. Kurtardıkları gemi üstlerinde kalınca çare arıyorlar. Seneler sonra yaptıkları masrafı çıkartabilecek birine satıyorlar. Yıllar içinde, teminat almadan, gemi kurtarmamaları gerektiği konusunda tecrübe kazanıyorlar.
1992 yılında Üsküdar’da kanalizasyon döşerken, İSKİ’nin Genel Müdürü Ergun Göknel, Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan, Alarko müteahhit, onlar da taşeron. Aret Bey, o gün değerli bir isimden, hayatının nasihatini alıyor: “Denize ilk boruyu atacağız. Bayraklar, paletler, balonlar derken, rahmetli Üzeyir Garih geldi. Bizimle bir tanışmak istemiş. Kendisi, çok da mütevazı bir adamdı. Üzerinde ayak bileklerine kadar lacivert bir pardösü… Geldi, elimi sıktı. Kol kola sırtımızı denize verdik yürüyoruz. “Aret Bey” dedi, “Para, kazmanın ucunda değil.” Bu kadar! Bütün konuşma bu… Ben şunu anladım: Sen çalışarak para kazanamazsın. Düzgün çalışarak büyük para sahibi olunamayacağı mesajını verdiğini zannediyorum.”
Deniz, Aret Bey’e bir meslek, bir saygınlık, başkalarına hizmet edebileceği bir yaşam vermiş. Aldıkları da var elbet. Üç ortak başladıkları işte, Me-Te-Ar’ın Me’sini oluşturan Metin Bey, bir yıl sonra kendi işlerine devam etmek için onlardan ayrılır. Örnek bir ortaklığı devam ettirdikleri Teoman Bey ise, 1978 senesinde Vitsan’ın bir sualtı survey işinde yaptığı dalış sırasında hayatını kaybeder. Ölüm nedeni, ani bir şok nedeniyle kalbin durması… Aret Bey, bu olaydan derin yara alır. O günden sonra dalış yapmayı da bırakır. Gazal isminde bir algarnalarının batışı ise yine çok büyük üzüntü veren bir anı. Görünüşe göre, para hırsı ile bir kamyon fazla alsın diye gemi tıka basa yüklenmiş. 28 Ocak 1968’te kalktığını gören var. Uzun zaman haber alınamayan geminin sonradan sandalı bulunuyor. Ambar kapakları, Bostancı’dan Kadıköy’e uzanan sahilde bulunmuş. Muhtemelen Büyükada’nın arkasında olan çukurda kayboldu. 6 kişi ölmüş, kimse kurtulamamış. 537 bin 800 liraya mal olduğu için ölümlerin acısına, 4 yıllık ağır bir borç da eklenmiş.
Meslek yaşamının güzel ve acı dolu günlerini bizimle paylaşan Aret Hovagimyan’a teşekkür ederken, kendisine son olarak sektör adına beklentilerini soruyoruz. “Otuz yıldan fazladır uğraştığım ancak muvaffak olamadığım bir konu var. Deniz Ticaret Odası da, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı da çok iyi biliyor, bizim bir barınma yerimiz yok. Bunun gerçekleşmesi için mücadelemizi yıllardır veriyoruz. Bize bir barınma yeri hâlâ tahsis edilmedi. Bu benim içimde bir ukdedir. Eğer gözlerimi hayata yummadan bunu başarabilirsek gerçekten çok mutlu olacağım” diyor.
Diliyoruz, bunca yıl yılmadan mücadele veren; gönlü pak, gözü pek… Bu yüce gönlüyle sektörün ‘Aret Abi’si olmuş bu muhterem insanın bu defa(!) sesi duyulur da bu arzusu bir an önce gerçekleşir.

[/membership]

Bunu Paylaşın