Ve gerektiğinde karşımdaki kim olursa olsun öz kararım olan bu fikrimi yüksek bir iradeyle, gerekirse yüksek sesle (bazen işe yarıyor) her yeri geldiğinde ortaya koyuyorum, her yönüyle geçit vermeksizin inandığımı savunuyorum. Karşımda bana tamamen zıt görüşte olan kişi yine de ikna olmuyor. Ne yapalım, olmayınca, olmuyor. Bu benim sorunum da olmuyor. Üstelik tüm bu süreçlerin onun için de geçerli olduğunu baştan kabul etmiştik. Nedenine gelince, birçok kişisel parametresi var; bilinçsel, bilişsel, kültürel, sosyolojik, sosyo-politik, sosyo-ekonomik, psikolojik vesair vesair farklılıklar…
Biriyle tartışırken; ortamdaki oksijen oranının, ışığın, dekorasyonun bile kişinin beyin merkezi sinir sisteminde neleri tetikleyip etkilediği ile ikna olacak tarafın kendini tetikleyici bir sinirle, öfkeye, inada kapılması doğal; bilmediği veya göremediği hakkında düşünmek yerine karşısındaki kişinin üzerindeki kıyafetin rengine takılıp düşünme faaliyetini askıya almış olma ihtimali, kendi fikrinde sabit kalıp yeniliklere açık olmama haliyle bir adım öte gidilemeyeceğinden aynı sayılabilir. Zira kişide ilerleme duruyor. İşte her şartta bunu hesaba katarak, ısrarla anlatmaya, en baştan başlayarak devam ediyorum, ancak böylesine bir fotoğrafta siz istediğiniz kadar konuşun, olmuyor. Bazen, olmayınca olmuyor. Bu bile ikna edememek (karşı taraf da kendi fikrini doğru sayıyor) veya edilememek ile ilgili başka bir veri olabilir. Bazıları ile hiç uğraşmayacaksın, yok sayacaksın. Örnek vermek için çok düşündüm ve herkesin yakından tanıdığı bir tiplemeyi seçtim:
Burada Türk Sineması’na ne katkı yaptığı uzun dönem eleştirmenler ve toplum tarafından tartışılan ve daha da tartışılmaya devam edecek, tüm negatif eleştirilere ve aşağılamalara rağmen gişe rekorları kıran Şahan Gökbakar’ın canlandırdığı o meşhur “Recep İvedik” tiplemesini müstesna sayarak yukarıdaki örnek için kenara ayırıyorum. Cem Yılmaz söylemiyle; ‘O ayrııı’ diyor ve köşeye koyuyorum, isteyen istediği zaman oradan alabilir. Yani nev-i şahsına münhasır bu kişi tiplemesini önemsememek en doğrusu. Enerjiyi daha doğru halkalara ayırmak lazım, bu zayıf hatta yok ötesi bir halka. Aurası kendi fanusunda, toplumun değer ve yargılarından bir bağlamda kopuk, bütüncül halkaya bir türlü bağlanamaz kişi, bu kişinin toplum-topluluk tarafından olduğu gibi kabullenilmesi ve beğenilmesi hali bu da ayrı bir çelişki ve yazı konusu.
Neyse konuyu çok dağıtmadan devam ediyorum, sizin sabrınızı zorlayarak yazıdan kopartmayayım. Yine nereye varacağımı merak ediyorsunuz. İnanın kafamdaki kurt beni yedi bitirdi, ortak akıl ve büyük fayda için ‘iyiliği’ en iyi nasıl anlatabilirim diye düşündüm ve sanırım o kurt beni tüketmeden(!) bir çıkış yolu buldum. Temel felsefem ve disiplinim özde iyilik. Kriterlerim belli, hepsini ortaya koyunca bütünün iyiliği için, uzun vadede kazanım için şimdilik aklı başında birinin susması, kısır bir döngüye dönüşmeden tartışmayı sonuçsuz kaderine bırakıp ortamı terketmesi veya başka bir taktik geliştirip sahne alması gerekiyor. Şans veya ilahi adalet tecellisi de devreye girerse pozisyon almak, onu bütüne en pratik yoldan eklemlemek mümkün.
Ben bunları istiyorum ama karşıdakinin de elleri armut toplamıyor, diye düşünülebilir. Daha birçok örnek yazarım ama bu yazı bitmez. Daha karmaşık bir hal almadan, haydi gelin ana fikre kestirme bir dönüş yapıp insan ve bilim dünyasının en yakın dostu, can yoldaşı felsefeye, bir giriş daha yapalım. Bizi bu karmaşadan ancak kanıtlanmış, kabul görmüş bu söz kurtarır (bana göre). Zihin açıcı bir etkisi vardır, yani kesin çözüm. Neden mi? Düşündürür, sorgulatır, aniden kör dehlizlere sokar, birden atmosferin dışına atar, nefes alamazsınız ve siz tüm bunlar olurken sırat üstünde dengede kalmak zorundasınızdır. Basit düşünmenizi de sağlar. Ünlü olmak istiyor muyum? Ünlü olmalı mıyım? Neden ünlü olmalıyım? Ünümü kaybeder miyim? Ünümü kaybedersem, unutulur muyum? Unutulursam mı, ünüm kaybolur? Kaybolursam ünlenir miyim? Ünlü olursam kazandığım neleri kaybederim? Eğer ünlü olursam neler kazanırım? Girdin mi dönüş yoktur, yolun başında bunları sorgulatır insana. Sonraki evreleri de farklı tecelli eder, ama konumuzdan kopmayalım. Neydi konumuz? İletişimde uzlaşı.
Buna benzer bir hâl, insana kafayı yedirir ama net bir sonuç vermese de süreci doğru yönetmeyi sağlayacak aklı salim yolu gösterir (bana göre), hani sonra saçı başı yolmamak için.
Buraya kadar zihninizi bilerek yordum. İmdi gelelim esas meseleye… Belki haddimizi aşmadan tıkanıklıkları bir nebze de olsa açabiliriz.
“Homo homini lupus”
3 kelime. Üzerine kitaplar, makaleler yazıldı. Ben beğendiğim bir makalenin kısa bir kısmını buraya alıntılıyorum.**
“İnsan insanın kurdudur” deyişinin sahibi Thomas Hobbes’a göre insanlar doğuştan eşittir. Bu eşitlik sonuçta amaçlarına erişme umudunun eşitliğini sağlar. Buradan hareketle aynı anda sahip olamayacakları bir şeyi isterlerse çatışma doğar. Çatışma, düşmanlığı ve diğerini baskı altına almayı ya da yok etmeyi doğurur. Kişi kendi varlığını korumak için gerekli her şeyi yapacaktır. İnsanın doğasında üç temel savaş nedeni mevcuttur; rekabet, güvensizlik ve şan, şeref… Birincisi kazanç için, ikincisi güvenlik, üçüncüsü ise toplumsal statü için mücadele etmeye iter. Birincisinde insan kazanmak için çevresindeki fiziki ve sosyal unsurları egemenliğine katmak ister, bunun için şiddete bile başvurur. İkincisinde kendini korumak için, ikincisinde ve üçüncüsünde de aynı gerekçelerle şiddete başvurur, yani sonuç olarak birlikte yaşayan herkes herkese karşı savaş halindedir. Bu doğal bir durumdur. İşte bu noktada devlet olmalıdır.
Herkesin herkesle çatıştığı, savaş halinde olduğu böyle bir topluma güvensizlik hakimdir. Hiçbir sosyal, ekonomik, siyasi etkinliğin önemi yoktur. T.Hobbes buradan hareketle insanlara ne olduklarını gösterip, sonra en uygun siyasal örgütlenme biçimini önermektedir. Toplumun neden devlete gereksinimi olduğunu ortaya koymaya çalışır, çünkü devlet hem insanların isteklerini frenleyecek, hem güvenli bir ortam oluşturacak, hem de kişisel savaşları önleyecektir. İnsan akılsal davranarak diğer insanlara ihtiyacı olduğu bilincinden hareketle toplu yaşama katılacaktır, yani aklıyla barışa yönelecektir, yani tüm insanlarda var olan kendini koruma isteği doğa durumunda savaşa neden olurken, toplumsal durumda barışa neden olacaktır, yani insanlar haklarını korumak, güvencede olmak için uzlaşacaklar ve ortak bir “egemen” oluşturacaklardır. Özetle, T.Hobbes’un “doğa insanı” sosyal varlık değildir, insan insanın kurdudur sürekli birbirini kemirir, yok etmeye çalışır… Bu durum kendini varlığını da tehlikeye atacağından kendini koruma isteği uzlaşmayı zorunlu kılar ve doğal insan uzlaşmacı, sosyal insana dönüşür.(…)”
Birisi, büyük resmi görebiliyor ve o büyük içindeki en küçük detayları da görebilme kabiliyeti ile tüm resmi anlatacak dili de geliştirebiliyorsa, ve tüm bunlardan doğacak getirileri muhasebe edebiliyorsa, aynı anda irdeleme akıl ve zekasıyla az zararlı ile çok zararlıyı ayırt edebiliyorsa, bu ortalamaya sahip becerisiyle bunu pratikte bir çırpıda yapması, mevzu güçlü kişiler olunca zor oluyor. Haliyle meseleyi 3 kelime ile özetleyip aklın vicdanını kurtlandırmayı başarıyor ve ikna ediyor. Bu nasıl olur? Ortak akıl ve sağduyuya çağırmakla. Bazen bazı ihtiraslar bütünün sağlığını bozuyorsa, bir had-hudut bilmek kişinin kendi sağlığı açısından da elzemdir. Artık Aksakallılar da yok, bir bilene sorulsun, söz dinlensin.
Aynı açıdan bakıp bakmamakla da ilgili bir meselede, ancak ortada bütünün sağlığını, tartışanların varlığını tehdit eden başka bir sorun varsa ortak akıl için iletişim kurmak şart. Bu iletişimi kuramamak tartışma kültürüne sahip olup olmamakla da ilgili… Dediğim gibi birçok bileşen var ve biz iletişim kurmakta artık gerçekten zorluk çekiyoruz. Kuramayınca da ne anlıyor, ne anlaşılıyoruz.
Bunca yıldır yarenlik edenlerin, aniden birbirlerine kırk yıldır en azılı düşman gibi bakması, bu hali dört gözle yıllardır bekleyenlerin ekmeğine yağ sürüyor olmasın sakın(!)? Keşke insan kendine zaman kaybetmeksizin dışarıdan bakabilse. Neyse ki, bütünün iyiliği için acı söz söylemekten, kavgada arada kalıp yumruk yemekten korkmayan cesur dostlar da var hayatta.
Bu nedenle ısrar ediyorum; mutlaka bir çıkış yolu vardır ve birbirinin kurdu olmak mı, birbirinin dostu olmak mı iyidir? Başlıkta yazılanın anlamı ‘Çıkar için değil, yiğitlik şanı için’ bir daha, bir daha düşünün, yetmedi mi birlikte bir daha…
Birlikten güç doğar. Bu iyi ve kötü birlikteliklerle tarihte ispatlıdır. İki şekil de kendi menfaati için birleşir ancak erdemli ve faziletli birlikteliktir tarihe altın harflerle yazılan. Ayrılmış iyiliğe bir kere daha sesleniyorum: Size birbirinizin kurdu olmak değil, dostu olmak yakışıyor, ayrıca parçalanmanızı isteyen aç kurtlar da pek yakında. Sinsice bu ayrılıktan güç doğurmak için bekliyor.
Büyük Atatürk,
Bugünlerimizi, yarınlarımızı bizlere armağan eden eşsiz Kahramanım. Bizleri dehlizlere atacak zihniyeti 100 yıl önce gören (20 Eylül 1917), bugün ve yarınlarımız için bize “Hayatta en hakiki kılavuz ilimdir” diyerek daimi bir yol gösteren, şanlı Türkiyem’in asil kurucusu Atatürk, Sizi ve Silah Arkadaşlarınızı saygı ve minnetle anıyorum. Allah’ım tüm güzelliklerini sizlere vermiş, sizler de bizlere çok güzel bir Vatan armağan ettiniz. Koruyup, yücelteceğiz.
Mustafa Kemal Atatürk, bir insan olarak ülkünüz; iyilik ve doğruluk, barış ve güzellik idi. Sayenizde, çalışan ve üreten bir kadın olarak gururluyum. Her şartta en büyük ülkünüze bağlı kalıp, savunucu olmaya devam edeceğim.
Kaynak: * Cicero ** Felsefelogos.blogcu.com’un makalesinden kısmi alıntı, yazarın yararlandığı kaynak; Felsefe Tarihinde İnsan Sorunu / Dr. Mustafa Günay