Yüce Yöney – Bütün müjdeci böcekleri birleşin!

MDN İstanbul

Yeşil enerjinin dünya ölçeğindeki hakimiyeti için daha önünde epey uzun bir yol olsa da bugün gözle görülebilen bir eğilimin olması bile geleceğe dair çok önemli  umutlar vaat ediyor. Yeni bir rapor bu umudu canlı tutuyor.

Sonunda yeryüzündeki hayatımızın geleceğine dair iyi bir haber geldi. 2015 Yenilenebilir Enerji Global Durum Raporu geçen yıl dünya çapındaki yenilenebilir enerji santrallerinin üretim kapasitesinin önemli ölçüde arttığını ortaya koydu.

Rapora dayanarak haberin neden heyecanla karşılanması gerektiğini şöyle formüle etmek mümkün: Son yıllarda dünya çapında enerji tüketimi ortalama yüzde 1,5 artış gösterdi, buna rağmen karbondioksit emisyonu oranı 2013’ten bu yana sabit kaldı. Rapora göre, mevcut durumda dünya çapındaki enerji ihtiyacının yaklaşık yüzde 19’u yenilenebilir enerjiyle karşılanıyor.

Paris merkezli 21’inci Yüzyıl İçin Yenilenebilir Enerji Politikaları Ağı tarafından yıllık olarak hazırlanan rapor, aynı zamanda dünya çapında enerji ağına eklenen enerjinin yüzde 60’ını yenilenebilir enerjilerin oluşturduğuna dikkat çekiyor. Bir başka bilgi ise 50 MW’tan büyük hidroelektrik santraller haricindeki yenilenebilir enerji yatırımlarının 2013’e göre yüzde17 artmış olması.

Bu verileri alt alta koyduğumuzda heyecanlanmamak mümkün değil, çünkü dünya ölçeğinde net bir eğilimin varlığı kendini ayan beyan gösteriyor. Ve bu çok önemli çünkü aynı raporda dünyada bir milyardan fazla insanın hala elektriğe erişiminin olmadığı da yazıyor; yani dünyadaki  insan nüfusunun yüzde 15’i elektrik kullanamıyor!

Şimdi iç huzuruyla heyecanlanabileceğimiz konusunda anlaştığımızı varsayarak raporun gösterdiklerine biraz daha göz atalım.

Görülen o ki, karbondioksit emisyonu oranını artırmaksızın enerji üretiminde en fazla gelişme kaydedilen iki alan rüzgâr ve güneş enerjisi. Bu iki alanda teknolojinin yapılandırılması için sadece geçen yıl 250 milyar dolarlık yatırım yapılmış. Güneşten elde edilen enerji ve rüzgar enerjisi, şimdilik dünya çapındaki elektrik enerjisi ihtiyacının yüzde 4’ünü karşılıyor. Ancak kör bazı politikacılar dışında hemen herkes bu alanlara yapılan yatırımın ve buna bağlı olarak rüzgar ve güneş enerjisinin üretim ve tüketiminin giderek artacağını kabul ediyor. Geleneksel enerji kaynaklarına göre daha verimli olan bu teknolojilerin maliyetinin düşmeye başlaması da yukarıdaki cümlelerin gerçekliğinin kanıtıdır.

Sevinmeye devam
Ancak dedik ya, daha katedilecek çok yol var. Sonuçta biliyoruz ki toplam enerji tüketiminin yaklaşık yüzde 19’unun yenilenebilir enerjiyle karşılanıyor oluşu, tersten okuduğumuzda başka bir bilgiyi gösteriyor: Dünya çapında hala yüzde 78,3 fosil enerji kaynağı ve yüzde 2,6 nükleer enerji kullanılıyor.

Aslında raporda bu konuya da değiniliyor. Fosil enerji kaynakları ve atom enerjisi için verilen sübvansiyonlar iptal edilirse yenilenebilir enerji kullanım oranının daha da artacağı ifade ediliyor. Kayıtlara göre kömür, petrol ve doğalgaza ayrılan yıllık doğrudan sübvansiyonların tutarı 550 milyar dolardan fazla. Dahası da var: Uluslararası Para Fonu’nun yayınladığı bir analizde, bu sübvansiyonlara ek olarak fosil enerjinin sağlık ve iklime verdiği zarar ve dolaylı sübvansiyonlar eklendiğinde yıllık 5 trilyon dolarlık bir miktardan söz ediliyor.

Neyse, sevinmeye devam edeceksek karbondioksit emisyonu oranının sabit kaldığını hatırlayalım. Greenpeace Türkiye’den konuyla ilgili yapılan açıklamada, dünya ekonomisinin 40 yıldır ilk kez beraberinde paralel karbon salımı artışı doğurmadan büyüdüğü vurgulanmıştı.

Bağımsız doğa kuruluşu Doğal Hayatı Koruma Vakfı’na (WWF) göre, sera gazı emisyonlarının yüzde 67,8’i enerji kaynaklı. Bu da kömür, petrol ve doğalgaz yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına geçilmesinin zorunluluğunu bir kez daha gösteriyor. Tamam, büyük resme baktığımızda umut veren gelişmelere rağmen küresel ısınmayı iki dereceyle sınırlamak için yenilenebilir enerjideki  artışın yeterli olmadığı ortada. Her yıl değişimini izlemek istediğimiz daha çok veri var elbette, ama ışık göründü işte! Sadece 2014 yılında devreye alınan güneş ve rüzgar enerji santralleri bile 25 nükleer reaktörün üretim kapasitesinde. Haydi sırası gelmişken söyleyelim. Raporda yenilenebilir enerjilerde yaşanan rekorun yanında, dünya çapında sadece beş nükleer reaktör devreye alındığı da belirtiliyor.

Türkiye’de iki tane nükleer santral yapılması yönündeki planlara aldanmamak lazım. Dünya nükleer enerjiden uzaklaşıyor. Almanya’nın mevcut nükleer santrallarının tamamını kapatma kararı alması ve bunu gayet gerçekçi bir takvime bağlaması en iyi örneklerden biri.

Türkiye’ye bakış
Keza fosil yakıt kullanımı da giderek terk edilmeye başlandı. Ha deyince olmuyor tabii, ama gelişmiş ülkelerin hepsi alternatif arayışı içinde, büyük yatırımlar yapıyorlar. Sadece fosil yakıtların bir gün tükeneceği gerçeği değil onları bu yola iten, aynı zamanda bütün aksi yöndeki propagandalara rağmen devletler fosil yakıtın iklim değişikliğini körüklediğini ve geri dönülmez noktanın gelmiş olduğunu farkında. Biraz bilimkurgu diliyle ama çok doğru bir biçimde söylersek, iklim değiikliğine yeterince müdahale edemezsek, bildiğimiz dünyanın sonu gelmiş demek.

Daha yakın zamanda, WWF’nin Türkiye kolu iklim değişikliğiyle birlikte kentlerin büyümesinin ve çarpık sanayileşme ve kesintisiz tüketim faaliyetlerinin hem insanlar hem diğer canlılar üzerinde müthiş bir baskı yarattığını açıkladı. Sorun dünya çapında olsa da belki Türkiye’yle ilgili, yani üzerinde bulunduğumuz topraklarla ilgili kısmına kulak kabartmak bizi daha fazla kendimize getirebilir.

Durumu şöyle özetleyelim: Türkiye’de ciddi koruma çalışmalarına ihtiyaç var. Çünkü kentler büyüdükçe enerji ve kaynak tüketimini teşvik eden yaşam biçimi yaygınlaşıyor; ısınma ve trafik amaçlı fosil yakıt kullanımı hava kirliliğini tetikliyor. Çünkü toplam nüfusun atık sularının sadece yüzde 60 civarı arıtılıyor. Toplu taşıma eksikliği özellikle hızla büyüyen kentlerde hissediliyor. İstanbul’daki üçüncü köprü ve üçüncü havalimanı gibi projeler, korunan alanları tehdit eden yüzlerce HES projesi doğal hayatı yok etmeye aday. Çünkü tüm veriler Türkiye’nin 2030 yılında su sıkıntısı çekebileceğini gösteriyor. Başta su tüketiminin yüzde 89’undan sorumlu tarım sektörü olmak üzere, suyun kullanıldığı tüm alanlarda önlem alınması gerekiyor. Çünkü Türkiye’de seragazı emisyonlarındaki artış oranı 1990 yılına göre 2013 sonunda yüzde 110’u geçmiş halde.

Bu tablo Türkiye’nin dünyanın birçok ülkesine göre müthiş avantajlı olduğu rüzgar enerjisi yatırımlarının neden bu kadar yavaş ilerlediğinin sorgulanması gerektiğini gösteriyor. Evet, rüzgar türbinleri üzerine haklı bir tartışma var. Kuşlara zarar verebiliyor ve çevresindeki yaşam alanlarını tahrip ettikleri söyleniyor. Ancak bu kaygıları göz önüne alarak hareket etmek ve ona göre ulusal ölçekte bir planlama yapmak, yaşam alanlarından uzak noktalara kurmak, yasaları ve mevzuatı buna göre düzenlemek mümkün. Kaldı ki, sadece rüzgardan söz ediyoruz, daha güneş enerjisi de var…

Yeter ki Türkiye seçimini doğru yapsın: Yenilenebilir enerji kaynaklarının üzerinden yaşayacak bir ülke mi istiyoruz, kömür ve nükleer gibi kirli enerjilere öncelik verilen, yaşamı tehdit eden enerji politikalarının hakim olduğu bir ülke mi? Yatırımlar 20. yüzyılın enerji kaynakları olan kömür ve nükleere mi yapılacak, yoksa geleceğimizi kurtarabilmek ve dışarıya bağımlılığımızı çok azaltacak yenilenebilir enerjilere mi? Yazının başındaki mutlu haberleri kendi yaşadığımız topraklar için de duymayı istemek doğal hakkımız değil mi?

Bunu Paylaşın