Yüce Yöney – Zaman doldu; bilginize…

MDN İstanbul

Kıyamet Günü Saati geçen ay yeniden ayarlanınca küresel felakete üç dakika kaldı. İklim değişikliğiyle yok oluşa sürükleniyoruz. Ve bilginiz olsun, üç dakika da acısız geçmeyecek

Daha çok çektiği filmlerle tanıdığımız Emir Kusturica’nın No Smoking Orkestrası’yla beraber söylediği bir şarkıda; düz bir çeviriyle söylersek, hayatın yukarı aşağı gidip gelen basit bir oyun olduğu söyleniyordu. Geçen ay Kıyamet Günü Saati’nin (Doomsday Clock) sembolik ibresinin iki dakika ileri alındığını okuyan birçok kişinin aklına bu şarkı ya da benzer anlamı içeren şarkılar, yazılar, şiirler gelmiştir muhtemelen.
Kıyamet Günü Saati’nin ileri alınmasıyla simgesel olarak küresel felaketin gerçekleşeceği gece yarısına üç dakika kaldı. Saat ilk olarak 1947 yılında 23.53 olarak tespit edilerek çalışmaya başlamıştı. Bugüne kadar zaman zaman ayarlamalar yapıldı. 1958’de, ilk hidrojen bombası denemesinin ardından 23.58’i gösteriyordu. 1991’de, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ise nükleer felakete 17 dakika kalacak çekilde düzenlendi. Son ayarlamadan bir önceki düzenlemede, 11 Ocak 2012’de iki dakika ileri alınarak nükleer gece yarısına ‘beş dakika kaldığı’ duyurulmuştu. Ve geçen ay, Ocak 2015’te saat 23.57 olarak ayarlandı.
Ayarlamaları Chicago Üni-versitesi’nde nükleer, iklim değişikliği gibi çeşitli uluslararası tehditleri araştıran Bulletin of the Atomic Scientists (BAS) dergisi yapıyor. Karar derginin yönetici kadrosu tarafından, dünyanın önde gelen bilim insanlarının görüşüyle alınıyor.

Uyarıların anlamı

BAS’ın son kararında en çok küresel iklim değişikliği etkili oldu. İklim değişikliğinin yaşam alanlarımız ve besin kaynaklarımız üzerindeki etkilerine dair artık hemen herkesin az çok bilgisi var. Mesele şu ki, dünyada hakim olan sistem, bu bilgiye rağmen, yeterli hızda olumlu değişikliği sağlamaya izin vermiyor. Bu durum da yaşanacakları kaçınılmaz hale getiriyor. Karar alıcı konumda olan insanlar ve kurumlar sorunu farkında olsalar da enerjinin üretim biçiminden sağlıklı besin kaynaklarına uzanan yelpazede yaşam ve üretim biçimimizi değiştirmek devasa maliyetler gerektiriyor. Maalesef kısa vadeli çıkarlar üzerine şekillenen hiçbir iktidar bu maliyetin altına girmeyi göze alamıyor. Ancak güçlü bir ekonomik altyapıya sahip ülkeler bu sorunun etkilerini azaltacak önlemler almaya cesaret edebiliyor, ki bunlar da çok az; mesela ABD bu yönde adım atmamakta direnen ülkeler arasında yer alıyor.
En basit haliyle iklim değişikliğinin hayatımıza getirecekleri şöyle ifade ediliyor: En başta su kaynaklarının bozulması ve tükenmesi, yanısıra yeterince tarımsal üretim yapılamaması. Tabii bir de insanlığı kendi kendine hayran bırakarak gözlerini kör eden teknolojik gelişmelere rağmen başa çıkılamayacak iklim felaketlerinden söz ediliyor. Fırtınalar, seller, hortumlar, vs… Kısacası, insanların yaptığı hatalar yüzünden yeryüzünün mevcut dengeleri öylesine bir bozulma sürecine girdi ki “medeniyetimiz” kendi kendini yok edecek bir yolda hızla ilerliyor.
Şu birkaç cümlenin içerdikleri bile kitlesel bir yok oluşu vurgularken yaşanacaklar üzerine tahminler, ne yazık ki bu kadarla da sınırlı değil. Bu gelişmelere paralel olarak gıda kıtlığı ve bağlı olarak büyük bir açlık sorunu doğacak. Uzmanlara bakılırsa iklim değişikliği gıda fiyatlarını 2050’de yüzde 85 artıracak. Buğday gibi ürünlerde bu oranın yüzde 100’e varabileceği ifade ediliyor. Unutmayalım, 2007-2008 dünya gıda krizinde 44 milyon insan yoksulluk sınırının altına indi.

Toplumsal felaketler
Akıl yürütmeyi sürdürürsek açlık ve gıda sorununun ilk etapta siyasal sonuçları da olacak: İstikrarsızlık ve çatışmalar bunların başında geliyor. Dünyanın zaten Ortadoğu’dan Afrika’ya uzanan bir hatta milyonlarca insanın hayatına mal olan bir çatışma dönemi içinde olduğunu düşünürsek geleceğe yönelik kurguları düşünmek bile istemiyor insan.
Ve unutmayalım ki, çatışmalar başka bir düzlemde dünyanın gelişmiş bölgelerinde de yaşanıyor. Almanya’da son dönemde iyice görünür kılınan yabancı düşmanlığı, temelsiz bir ırkçı ideolojiden çok mevcut kaynakların halka yetmemesinden, yoksulluğun ve işsizliğin artmasından kaynaklanıyor. Kendisini ‘Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar‘ ya da kısa adıyla “Pegida” olarak tanımlayan oluşum ekim 2014’ten beri Dresden kentinde pazartesi günleri gösteriler düzenliyor. Pegida’ya katılımın bir ara 25 bine çıktığını yazdı gazeteler. Kuşkusuz Fransa’daki Charlie Hebdo dergisine düzenlenen saldırılar bu patlamanın temel etkeni ama bu saldırılar olmasaydı da yabancılara yönelik tepkilerin arttığı ve sorunun ekonomik boyutu uzun süredir yazılıyor, tartışılıyordu.
Pegida’yla ilgili Dresden Teknik Üniversitesi’nden bir ekibin yaptığı araştırmada, gösterilere katılanların çoğunun İslam’a karşı oldukları için değil, siyasi tablodan hoşnutsuz oldukları için orada oldukları belirtiliyordu. Araştırma göstericiler arasında, siyasi alandaki rahatsızlıkların yanısıra göçmen ve iltica başvurusunda bulunanlara karşı tepkilerin de yaygın olduğunu ortaya koyuyordu. Göçmenlere karşı duyulan tepkinin elbette kültürel kökleri ve nedenleri var, ancak her göçmen karşıtlığının eldeki kaynakların kullanımı ve işsizlik gibi temelleri olduğu da artık ezbere biliniyor. Bir an Almanya’dan uzaklaşıp Türkiye’ye bakmak bunu hatırlamak için yeterli değil mi? Suriye sorunu ve Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) saldırılarından kaçan insanların sığındıkları bölgelerde “ucuza çalışıyorlar, işimizi elimizden alıyorlar” şeklindeki tepkileri gayet iyi biliyoruz. Dahası, “memleketin kaynakları bizim refahımıza değil, sığınmacılara aktarılacak” tarzındaki çıkışlar kabul edilemez olsa da telaffuz edenleri hatırlıyoruz.

Sözün rotası ne söylüyor?
Küresel ısınmadan başlayıp sözün buralara gelmesi bir akıl karışıklığına işaret etmiyor ne yazık ki! Sürdürmekte olduğumuz hayat her yerinden birbirine bağlı. Böyle giderse, çok yakın zamanda, 2030’lardan sonra beklenen olası iklim felaketleri ve ardından gelecek yoksulluk, açlık ve savaşlar pek de uzak olmayacak bir zamanda kitlesel göçlere yol açacak büyük olasılıkla. Avrupa Birliği’nin bir süredir sınırlarında mülteci akınını kesecek sert ve insan haklarına aykırı uygulamaları işleme koyması yeterince anlamlı değil mi!
Çok net bir ifadeyle söylersek, insanlığın iklim değişikliğiyle mücadelede kaybedecek zamanı yok. Gerçekleşeceği öngörülen fiziksel ve toplumsal tahribat belki de geri dönüşü olmayacak düzeyde. Üstelik fiziksel süreç inanılmaz bir hızla ilerliyor. Mevcut enerji kullanım alışkanlıklarımızla ayakta kalmamız mümkün değil. Çok basit bir örnek verirsek, arabaya her binip kontağı çalıştırdığımızda biraz daha yaklaşıyoruz acı sona. Eksozdan çıkan karbondioksitin havada kalma süresi yaklaşık yüz yıl. Dünyanın havasının temizlenmesi için gerekli okyanuslar, ormanlar yok ediliyor, kirletiliyor bir yandan. Üstelik yaşam tarzımız ve dünyadaki sistem her geçen gün havayı kirletme hızını artırıyor, buna karşın temizleme mekanizması her gün daha fazla zarar görüyor.
Türkiye örneği üzerinden bakalım… Sera gazı salımlarını artıran en önemli faktörden biri kömürlü termik santraller. Türkiye’de ise çılgınca bir yöneliş var kömürlü termik santrallere; üstelik bu gidişe direnenler ekonomik, siyasal ve hukuki saldırı altında. Türkiye’nin enerji politikası ülkeyi giderek fosil yakıtlara daha bağımlı hale getiriyor.
1990 -2012 arasına bakıldığında sera gazı salımlarında yüzde 133 artış tespit edilmesi üzerine Avrupa’da birçok ülke 2030’a kadar sera gazı salımlarını yüzde 40 azaltma kararı aldı, Türkiye ise tersi yönde ilerliyor. Tahminlere göre, mevcut politikalar devam ederse yakın bir gelecekte Avrupa’nın en çok sera gazı salan ülkesi olacak.
Türkiye, Almanya, Suriye, ABD, Nijerya fark etmez, nerede yaşarsak yaşayalım, hepimizi etkileyecek bir insanlık krizi dünyayı kuşatıyor. Toplu taşımayı daha fazla kullanmaktan dereleri korumaya, yenilenebilir enerjileri desteklemekten ağaçları yaşatmaya kadar her alanda yaşamımızı değiştirmez ve siyasal iktidarlara baskı yapmazsak üzerinde yaşanabilir bir dünya, sürdürülebilir bir hayat kalmayacak. Hollywood filmlerine inanmayalım, gidecek başka bir gezegen yok.

Bunu Paylaşın