RAHMi KOÇ

Yeşim Yeliz Egeli

 

Emek, alınteri ve sevgi… Varlığı gelecek vaadeden bir vizyoner RAHMİ KOÇ

Bu ay, denizde nezaketin kitabını yazmış özel bir konuğumuz var. İstisnasız herkesin tanıdığı bu ismi, bir de benden okuyun…..
[membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]
Röportaj yapacağım günler benim için bir başkadır, her zaman heyecan duyarım. Ziyaret edeceğim şahsiyet Rahmi Koç olunca heyecanım bu defa daha özellikli bir telaşa büründü! İster iş dünyasında Koç Holding gibi büyük bir ailenin etkinliğini düşünün, ister dünyayı gezmiş bir deniz tutkunu ile görüşecek olmanın merakına kapılın, ister karşınızdaki kişinin kendine has zarafetini renkli mizacını hatırlayın. Röportaj talebim bizzat kendisinin imzasıyla onaylandığında heyecanımı; karşılaştığım, görüştüğüm yakınlarımla bayram çocuklarının yaşadığı sevince bürünüp paylaştım ve bu özel olaya karşı duygumu onlara da bulaştırdım. İtiraf edeyim, duyduğunda herkesin gözü hayranlıkla fal taşı gibi açıldı. Uzun sözün özeti o güne kadar ciddi bir heyecan duydum. Gün geldiğinde kurduğum seri cümleler, yol boyunca hazırladığım sorular bir yana neyi düşünsem heyecanım daha da artıyordu. En sonunda röportajın yapılacağı odaya girdiğimde, kendi nabzımı rahatlıkla duyabildiğimi fark ettim. İşte bize ayrılan değerli 60 dakika ve Koç Holding Yönetim Kurulu Onursal Başkanı Rahmi M. Koç’un hayatından satırbaşları…
“1930 yılında Ankara Keçiören’de bir perşembe günü, saat 16.30’da dünyaya gelmişim. İlginçtir, ben, ablam ve iki küçük kız kardeşim, hepimiz aynı evde, aynı yatakta doğmuşuz. Okul hayatım, Türk Maarif Cemiyeti’nde başladı. Ardından koleje gittim. İngiltere ve sonra da Amerika’da John Hopkins’te, iş idaresi bölümünde okudum.”
Tekneyle dünyayı dolaşmış bir Ankaralı olarak Rahmi Koç’un hayatında, denizle ilgili ilk karelerde o zamanın efsane plajı, Büyükdere Beyaz Park var. “Kendimi bildim bileli Büyükdere’ye yazlığa gelirdik. Yataklı vagona binilirdi. Babamız vagon restoranına giderken, biz iki kompartımanın arasını açardık. Evde pişmiş dolmaları, yemekleri yerdik. Sonra Haydarpaşa’ya inilirdi. Bizi bekleyen kocaman taka ile Büyükdere’ye… Önceleri Mardiros diye, Rumların işlettiği üç katlı ahşap bir otelde kalırdık. Akşamları otelin önünde, rıhtımda çay içtiğimizi hatırlıyorum. Zannediyorum, 1937’de babam Geseryanlar’ın evini aldı. Ondan sonra bu eve gitmeye başladık. Babam yazları muhakkak denize girer, biraz güneşte durur, sonra ‘tamam’ deyip işine gücüne bakardı. Biz Büyükdere Beyaz Park’ta yüzerdik. Beyaz Park sabah dokuzda açılırdı, biz sekizde giderdik. Sabahtan akşama kadar denizdeydik. Annem bahçıvanı gönderirdi. Yugoslav veya Bulgar, Süleyman diye bir bahçıvanımız vardı. O bize öğle yemeği getirirdi. Hoşgör diye teknesi olan bir sandalcı vardı. Adı Pehlivan… Bizi saat dört ve altı arasında balığa çıkarırdı. Sandalı pırıl pırıldı. Biz sandalı midyeyle, balıkla kirletirdik. O da devamlı şikâyet ederdi.
Kolej yıllarımız ise daha çok Bebek’te geçti. O zaman Bebek, yabancıların çoğunlukta olduğu semtlerdendi. Şehrin en modern, en iyi semtlerinden biriydi. Okuldan dolayı hep oradaydık. Cumartesi günleri çıkılır, Yeni Melek Sineması’na gidilirdi. Üzerine bir de pasta yerdik. Sonra mektepte kalanlar, okula dönerdi. Ben de, Kadıköy’de oturan dayıma giderdim. Güzel günlerdi… Bugün tabii, eğitim sistemimiz büyük ölçüde değişti. O devrelerde en moderni Robert Koleji’ydi. Bir kere okulda ezber yoktu. Nasıl okursunuz neyi, nerede bulursunuz bunları öğrettiler. Kolejin bir münazara kulübü vardı. Orada halka nasıl hitap edileceğini, mikrofonda nasıl konuşulacağını, nelerin söylenip nelerin söylenmeyeceğini, vücut hareketlerinin nasıl olması gerektiğini öğrettiler.
İlk kez yurt dışına çıkışım, lisedeki tarih öğretmenim sayesinde oldu. Kendisi 1947 yılında, 17 yaşındayken bizi İstanbul’dan uçakla Roma’ya götürmüştü. Orada tarihi eserleri görüp Napoli’ye geçtik. Napoli’de de yanardağın izleri vardı. Herkesi yakmış… İskeletler arasında dolaşıyoruz. Sonra Ankara Vapuru’na bindik. Yunanistan’a, Pire’ye… Oradan Atina’ya geçtik. Sonra da vapurla tekrar İstanbul’a döndük. Çok enteresan bir 15 gündü. Tacettin Ünlü isimli o hocamızı hiç unutmam. Bizi küçük yaşta yurt dışına çıkardı. Giderken aklımız İtalya’da göreceğimiz güzel kızlarda, elbiselerdeydi ama hocamızın tarihi yerleri gezdirmesi sayesinde erken yaşta, o kültürü edinmiş olduk. Bize o yaşta bunları kazandırdığı için şimdi dua ediyorum kendisine…
Okulun ardından babamız, ‘Askerliğini yapıp aradan çıkaracaksın’ dedi. 1956-58’de 45. Dönem, İstanbul Haliç’te askerliğimi yaptım. Sonra Harp Akademileri’nde Amerikalı bir albay vardı, onun tercümanı olarak bitirdim askerliğimi. Askerlik tabii, çok önemli bir tecrübe… Bir Türk vatandaşı olarak askerliği mutlaka yapmak lazım! Bir asker nasıl düşünüyor, nasıl hareket ediyor, nasıl emir alıp veriyor, bunları bilmekte fayda var. Tercüman olmanın da faydaları oldu. Mesela atom savaşında Türk Ordusu nasıl hareket eder, ne yapması, ne yapmaması lazım gelir? Bunlar hep Amerika’dan gelen bilgilerdi. Sığınaklardan tutun da atomun getirdiği tahribata kadar önlem alınması gereken her şeyi öğrendik. Askerlik biter bitmez Ankara’ya sevk edildim. Haziran, temmuz gibi askerliğim bitti, eylülde Ankara’da işe başladım. Bizim otomobil alanında görev aldıktan sonra 1964’te İstanbul’a geldim. O zamandan beri İstanbul’dayım.”
1958 yılında İstanbul’da Harp Akademileri’nde yedek subay olarak yaptığı askerliğinin ardından Koç Şirketler Topluluğu’nda çalışmaya başlayan Rahmi Koç, Ankara’da Otokoç Şirketi’nde görev aldı ve 1960 yılında Koç Ticaret A.Ş.’ye geçti. Koç Holding şirket merkezi, 1964 yılında Ankara’dan İstanbul’a taşınınca, Koç Holding A.Ş. Genel Koordinatörlüğü görevine başladı ve İstanbul’a yerleşti. Koç, 1970 yılında yedi kişilik İcra Komitesi’nin Başkanı oldu. 1975 yılında İdare Meclisi Başkan Yardımcılığı, 1980 yılında da dört kişilik üst düzey idarecilerden kurulu, Koç Holding İdare Komitesi Başkanlığı görevini üstlendi. Babası Vehbi Koç’un 1984 yılında İdare Meclisi Başkanlığı’nı kendisine devretmesinin ardından Rahmi Koç, 30 Mart 1984’de Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini üstlendi. 7 Kasım 1994 tarihinde yapılan Milletlerarası Ticaret Odası (ICC) toplantısında 1995-1996 yılları için ICC Başkanı olarak seçilen Rahmi Koç, 4 Nisan 2003 tarihinden itibaren Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı oğlu Mustafa V. Koç’a devretti. Kendisi de daha önce babasının yaptığı gibi Koç Holding Şeref Başkanlığı’nı üstlendi.

Rahmi Koç olmak nasıl bir duygu?
“Zor bir sual… Ben içimde Rahmi Koç’um; dışarıdan nasıl, onu bilmiyorum. Cevabı zor bir sual gerçekten… Allah insana bazı şeyler veriyor. Aile ve tahsil de insana bazı değerler ekliyor. Görgü insanı yoğuruyor, biraz köşeleri yuvarlıyor. Bunların hepsinin bir araya gelişinden, insanın karakteri doğuyor. Benim de karakterim o şekilde oluştu. Babamızdan öğrendiklerimiz var. Mesela tevazu hayatta en önemli şeydir. Mevki ve para edinince, tahsil ilerleyince de bu tevazudan ödün vermemek gerekir. Atalarımız ‘Dolu küp ses çıkarmaz’ demiş. O bakımdan insanın makul olması, her seviyeden insanla iletişim kurabilmesi, Allah vergisi olmasa bile yapılması lazım gelen bir şey. Mütevazı olmak çok önemli… Gerek iş hayatında, gerek özel hayatta, bazı disiplinleri muhakkak beraberinizde taşımanız lazım, taviz vermemeniz lazım. Neticesi ne olursa olsun düzgün bir insanın yapması gereken şeyler var. Adil olmanız, cana yakın olmanız, gördüğünüzü bildiğinizi başkalarına aktarabilmeniz lazım. Bir de bazı hataları affetmek, bazı hataları da affetmemek gerek.

Liderlik Sanatı
Bir şeyi üç defa söylerseniz ve hâlâ aynı hatalar yapılıyorsa bunu affetmemeniz lazım, gayet basit! İlk seferinde ise affetmeniz lazım çünkü insanlık hali bu… Bir hata yaptı diye bir şahsı zor duruma sokmamak gerekir. Yanınızda çalışanlara güven vermeniz lazım. Onlara liderlik vasfınızı hissettirmeniz icap eder. Bir de kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi, başkalarından istememek lazım. Adil olmak önemli… Ayrıca yanınızda çalışanların ailevi durumlarıyla yakından ilgilenmeniz lazım. Mali durumlarını göz önünde tutmanız lazım. Bir de yaşam tarzının getirdiği bir disiplin var. Mesela içki içerken, yemek yerken ölçülü olmak gerekir. Çalışırken bile ölçülü olmak lazım. Ne kadar dinleniyorsanız, o kadar spor yapmanız lazım. Vücudunuzla ilgilenmeniz lazım. Bunların üçünü yani dinlenme, çalışma ve sporu birbirine karıştırırsanız, o zaman içinden çıkılmayan bir durum ortaya çıkabilir.

“Gece spor yapmaya, seyahat ederken başladım”
Disiplinli yaşamaya özen gösteriyorum. Açık kalp ameliyatı geçirdim. Önceleri gündüzleri 15 dakika uyurdum. Beyoğlu’nda çalışırken Gayrettepe’deki evime gelip 15 dakika uyumayı alışkanlık haline getirmiştim. Sonra giyinir tekrar işe giderdim. Sözünü ettiğim kalp ameliyatı, bu süreyi 1 saate çıkardı. Öğleden sonra uyumak, şu bakımdan faydalı; günü ikiye bölüyor, uykudan sonra tekrar dinç ve taze bir şekilde işe sarılıyorsunuz. Dolayısıyla çok önemli… Ama bu bir alışma meselesi. Bazı insanlar uyuyamıyor, bazıları da uyuduğu zaman kalkamıyor. İnsan üç saat uyursa rehavete kapılıyor tabii… Ben bunu Eli Burla’dan öğrendim. Bana o tavsiyede bulundu. Babam da uyurdu. O da onu İsmet Paşa’dan öğrenmiş. İsmet Paşa harp zamanı bile uyurmuş. İsmet Paşa ise bu alışkanlığı ilk Churchill’den öğrenmiş. Doğruluğu herhalde ispat edildi ki, büyüklerimiz bize aktardılar. Biz de bizden sonrakilere aktarıyoruz. Ben iki elim kanda olsa yine öğlenleri uyurum. Ama seyahatlerde bu düzeni tutturmak zor…  Mesela New York’ta gün kısa olduğu için saat beşte her yer kapanıyor. Otele gelip de bir saat uyuduktan sonra tekrar dışarı çıkarsanız, iş yapmak için fazla bir vaktiniz kalmıyor. Dolayısıyla orada beşten sonra otele giderim, yemekten önce bir saat uyurum.
Geceleri uykudan kalkıp spor yapma alışkanlığım ise seyahatlerde başladı. Ben Dünya Milletlerarası Ticaret Odası Başkanı iken senede 200 gün seyahat ederdim. Bu seyahatlerde zaman, iklim, gıda, kültür farkı oluyor. Bunların hepsini yan yana getirdiğiniz zaman bazı geceler uyuyamıyorsunuz. Nasıl olsa, sabah kalkınca idman yapılacak. Dolayısıyla uyuyamadığım zamanı idmanda geçirip vücudu yorarsam daha iyi uyuyabilirim fikriyle başladım. Daha sonra burada da devam ettim. Gece bir buçuk ile üç buçuk arasında, bir saat uyurum, kalkar idmanımı yapar sonra yatarım.

Jak Kamhi tersaneyi devretmek isteyince…
Gelelim Koç Holding’in denizcilik sektörüne girişine… “RMK Tersanesi Rahmi Bey’in en değerli oyuncağı” derler. Orası, ilk göz ağrısı, en değerli işletmesi… Bunu Rahmi Bey’e sormadan geçemedim. Kendisi, net olarak, “Bu doğru değil” dedi. Kurduğu fabrikaların, yaptığı işlerin hiçbirini birbirinden ayırmadığını üzerine basa basa söyledi.  “Denize meraklı olduğum için oraya daha fazla ehemmiyet verdim ama birçok fabrika kurdum. Hepsiyle ilgilendim. Önce İzocam vardı onu kurduk. Sonra Otosan var. Ardından Arçelik var. Çok fabrika kurduk, hepsiyle eşit ilgilendik.”
Peki, Koç, tersanecilik gibi bir alana nasıl girdi? “Deniz Kuvvetleri, yani Devlet, bir dönem, mayın arama gemileri inşa ettirmek istedi. Bu iş için gerekli şartlardan biri, tersane sahibi olmaktı. Oraya girebilmek için önce bir tersane sahibiyle ortak olarak teklifimizi verdik. Sonra devlet bu işi gerçekleştirmedi. Ertelendi sanırım. Bu olaydan sonra bir gün Jak Kamhi bana geldi. Tersanesinden bıkmış mı, yorulmuş mu, paraya mı ihtiyacı vardı bilmiyorum; tersaneyi devretmek istediğini anlattı. Jak Kamhi bizim için hem rakip hem ahbaptı. Biz de tetkik ettik. İşimize geldi, aldık. Bir kısmını onlar alıkoydular. Rahmetli Hayati, orada yat yapıyordu. Sanıyorum 5 sene orada bizim içimizde kaldı. Onlar gittikten sonra biz de yat işine girdik. Tersane hem tanker yapıyor, hem tekneler yapıyor. Hem askeriyeye 80-90 metrelik tekneler inşa ediliyor, hem de yat yapıyoruz. Bir de bakım yapıyoruz.”

Alaska’da karides güzeldi ama en iyi balık bizde
Nazenin IV yelkenlisiyle Fenerbahçe Marinası’ndan 19 Eylül 2004 tarihinde denize açılan Rahmi Koç, yaklaşık 2 yıl süren bir dünya turu gerçekleştirdi. 657 gün süren, 28 bin 250 deniz mili yol yapılan ve 5 kıtaya ulaşarak tamamladığı yolculuğun seyri süresince Nazenin IV; Atina, Korint Kanalı, Cebelitarık Boğazı ve Kanarya Adaları üzerinden Atlantik Okyanusu’nu geçti. Daha sonra Panama Kanalı’ndan Pasifik Okyanusu’na açıldı. Galapagos Adaları, Yeni Zelanda ve Avustralya’nın ardından Singapur, Phuket, Sri Lanka ve Hindistan etapları yapıldı. Basra Körfezi ve Süveyş Kanalı üzerinden Port Said’e ulaşan ekip, Samos ve Midilli’ye uğrayarak, Çanakkale Boğazı üzerinden yeniden İstanbul’a geldi. Seyahatini yazdığı kitapta detaylarıyla anlatan Rahmi Bey, kitabını Ağabeyim Ekrem ve benim adıma imzalayarak hediye etti.  Sukunet içinde anlattıklarını dinlemek ise, en az bu hediyeler kadar büyük bir armağan oldu:
“Dünya seyahatimi çocukluktan beri hayalimde canlandırırdım. Onunla ilgili kitaplar okudum, araştırmalar yaptım. Özellikle Sadun Boro’nun dünyayı gezmesine çok imrendim. Uzaklar isimli teknesiyle dünyayı gezen Osman Atasoy vardı. Hatta onun teknesi de bizde. Bu şekilde ben de karar verdim. Sonra babamız vefat etti, erteleyelim dedik. Ardından kız kardeşim vefat etti, yine erteledim. İş ertelene ertelene öyle bir noktaya geldi ki, eğer bir an evvel bu yolculuğa çıkmazsam bu defa kendi yaşımdan dolayı ertelemek zorunda kalacağım diye düşündüm. Sonunda karar verip çıktım. Yolculuk iki sene sürdü. Teknede 7 mürettebat, 1 doktor, 1 hemşire bir de ben vardım. 10 kişiydik. Tekne 38 metreydi. İki kat desek; ikinci katın büyüklüğü tam aynı değil. Yani 60 metre gibi bir yerde 10 kişi uzun zaman geçirmek durumunda kaldık. Hal böyle olunca, gerek yorgunluk gerek monotonluktan zaman zaman sinirler gerilebiliyor. Her gün birbirinden farklı olsa da yine denizdesiniz. Onun için her üç ayda bir, tekneyi bir yerde bırakırdık, herkesi evine gönderirdim. Teknede iki kişi nöbetçi kalırdı. Bir ay sonra tekrar bir araya gelirdik. Devam ederdik. O şekilde bu yolculuğu devam ettirdik. Bir yandan da burada biraz iş yapıyorduk, eşi dostu görüyorduk. Dolayısıyla bizim dünya seyahati, Sadun Boro’ya, Kısmet’e ve Uzaklar’a göre, çok daha rahat koşullarda gerçekleşti.  Tekne daha geniş ve rahattı. Aşçımız vardı, kendimiz yemek yapmak zorunda değildik. Doktorumuz vardı. Konforumuz vardı. Zavallı Sadun, yıldızlardan yolunu buluyordu. Bizde teknoloji çok ileriydi. Gerek radar, gerek GPS. O bakımdan bizimki onlara nazaran çok daha lüks ve rahat bir seyahat oldu. Yine de beklenmeyen durumlar olabiliyor. Örneğin Pasifik’te fırtınaya yakalandık. Bizim Karadeniz gibi bir anda hava değişiyordu. Devamlı radardan fırtınaları takip ediyoruz. Kocaman denizde o fırtınayı büyük bir haritada radarda görüyorsunuz ama onun nerede başlayıp nerede biteceğini kestiremiyorsunuz. Ancak içine girdiğiniz zaman anlıyorsunuz.
Yelkenle hiç durmadan en uzun 6 gün gidebildik. Geri kalan motor yelken… Daima 8 buçuk 9 mil vasatiyi tutturmak istedik. O bakımdan rüzgâr yeterli değilse, arkasına biraz motor ekliyorduk, 1200 devir kadar. Hem yakıt tasarrufu oluyor, hem de o sürati tutturduğunuz zaman programladığınız yere zamanında ve gününde varabiliyorsunuz. Tabii Sadun Boro’nun ve Osman Atasoy’un vakti çok olduğu için onlar açısından bu fazla fark etmiyordu.
Gördüklerimizden çok etkilendik. Güney Doğu Asya ve Orta Asya ve de bambaşka kültürler… Akdeniz’i çevreleyen ülkeler başka; Karayipler, Bahamalar başka… Hepsi değişik kültüre, değişik insanlara, değişik renklere ve adetlere sahip. Bir yer iyi, bir yer kötü demek zor ama yemekleri, havası, iklimi berbat olan yerler de gördük. Atlantik’ten Panama Kanalı’na girmeden evvel bir iki saatlik yani 30-40 mil mesafede adalar var. Dümdüz. Orada yaşayan insanlar sanki onuncu asırda yaşıyormuş gibiler. El işleri yapıyorlar. Ama tarzlarını hiç değiştirmemişler. Bir zenci, kocaman ağaçtan kendine baltayla bir kano yapmış;  bir de bakıyorsunuz arkasında 70 beygir yepyeni bir Yamaha var.  Bize en çok bu tarz yerler enteresan geldi. Neticede, insan dünyayı gezip gelince, kendi ülkesini daha farklı görüyor. Her yeri gezdik. Rahatlıkla en iyi yer Türkiye diyebilirim. Yemek anlamında, Alaska’nın karides ve pavuryaları dehşetti ama yine de en iyi balık bizde yeniyor.”

Cunda’daki kiliseyi müze yaptık, mayıs ayında açacağız
Türkiye’de çok değerli eserler olmasına rağmen, müzeciliğimiz olması gereken yerde değildi. Böyle bir ortamda, Rahmi M. Koç Müzesi, son derece önemli bir açığı doldurdu. Denizcilikle ilgili sayısız obje, içinde emektar bir gemi, davetler, çocuklar için atölye çalışmaları, keyifli bir restoran/bar… Müze adeta bugün, deniz kültürünün şehirde yaşayan bir kanıtı oldu. Rahmi Bey’in anlattıklarına bakılırsa müze konusunda, uzun yıllar önce gördüğü Henry Ford Müzesi’nden de etkilenmiş. Kendisine eski Lengerhane’yi sorarken, Ankara ve Cunda’daki müzelerin öyküsünü de dinleme şansı bulduk.
“Uzun zamandır koleksiyon yapıyorum. Bir noktada biriktirdiklerim eve sığmaz oldu. Depo tuttuk, oraya da sığmadı. Ben, 1955 yılında Otosan’ı kurarken, bazı aletleri almak için Detroit’e gitmiştim. Orada bir ay kaldım. Henry Ford Müzesi’ni görünce çok imrenmiştim. Ford bu işe nasıl başlamış? Demiş ki, yaptığım ilk arabaları müzemde toplayacağım. Sonra bu düşünce gelişmiş, Amerikan sanayi ve icatlarını da içerecek şekilde, 200 dönümlük yer, bu işe ayrılmış. Mesela bütün Lincoln arabalar oradaydı. Edison’un ilk kurduğu laboratuar oradaydı. Biz de başlangıçta, buzdolabımızı koyalım dedik. Arkadaşlar, kimse buzdolabını, çamaşır makinesini görmek için bir yere gelmez dedi. Bunu bir müze olarak geliştirmek lazım diye düşündük. Transport Müzesi, Nakliyat Müzesi, Teknik Müzesi… Hep böyle, farklı içerikler üzerinde düşündük. Sürekli aklımıza yeni şeyler gelince iş büyüdü. En sonunda RMK Müzesi dedik. İstanbul’da yer aramaya başladık. Her tarafı gezdik. O zaman Lengerhane, Tekel’in ispirto deposuydu. Kubbesi çökmüş, içinde bir tarafında ispirtolar, diğer tarafında keçiler dolaşıyordu. Özelleştirilirken orayı satın aldık. Aradan 5 yıl geçti. Önümüzdeki tersane de özelleştirmede ihaleye çıktı. Deniz kenarında olmak için onu da aldık. Şimdi bize dar geliyor. Gerek Lengerhane, gerek tersane bize yetmiyor.
Ankara’da bir müze açtık. Orada 1550’den kalma, Çengelhan diye bir yer bulduk. Onun içinde babamın mağazası varmış. Vehbi Koç’un ilk çalıştığı mağaza yani… O zaman bir mağazada her şey bir arada satılıyor. Kaşar peyniri, çivi, tiftik, ne varsa… Onun içini yaptık. Daha sonra yanda bir Çukurhan vardı. O da 1850’dan kalma. Orayı da aldık. Bunlar hep uzun vadeyle alınıyor 49 yıllığına. Onu da butik otel yaptık. Sonra yer yetmedi yine. Bitişiğimizde Safran Han vardı 1600’lerden kalma. Orası satılıktı. Onu aldık. Onu şimdi müzeye ilave ediyoruz. Dolayısıyla Ankara’da da bir müzemiz var.
Cunda Adası’nda 1830’dan kalma bir Ortodoks Kilisesi vardı, perişan halde, her yanı dökülmüş durumdaydı. Alıp onu restore ettik. Orayı da müze yapıyoruz. Bu sene mayıs sonunda resmen açacağız. Müzelerimiz üç tane olacak. Şimdilik iki tane var. Fakat bize İstanbul’da yer lazım. Yerler biz geldikten sonra fevkalade pahalandı. Dolayısıyla gayrimenkul fiyatları artık el yakıyor. Yol üzerinde olmayan, ikinci derece yollardaki gayrimenkuller bile çok pahalılaştı.

Birbirimizi tanımak için yakamıza fotoğraf asıyoruz
Rahmi Bey, son derece kibar ve sakin biri… Heyecanım röportaj boyu bitmese de samimi zarafeti beni de büyüledi ve rahat nefes almaya başladığımı fark edince sonunda rahatladım. Her sorumu tartıp, uzaklara bakıp biraz düşündükten sonra yanıtlaması sanırım beni de kendi ritmine efsunladı.
Son yıllarda daha hafif bir programla çalışsa da deneyimlerini yönetim kadrosu ile paylaşmaya devam ediyor. Röportajımız boyunca her şeyi kendi üslubuyla bize son derece neşeli bir şekilde anlattı. Mesela yönetime müdahale etmediğini bir fıkra ile izah etti: “Holdingin yüzde 45’ine sahip olan aile şirketinin başkanıyım. Günlük işlere karışmıyorum ama bütçelerle ilgilenirim. Aylık raporları gözden geçiririm. İşler iyi gidiyorsa sesimi çıkarmam. Kötü gidiyorsa idareci arkadaşları ikaz ederim. Karar onlarındır. Ben sadece görüşlerimi veririm. Onlar uyarlarsa uyarlar. Hani, yolcuya gümrükte ‘Bavulda ne var’ diye sormuşlar. ‘Kuşyemi’ demiş. Bir açmışlar, ağzına kadar kol saati ile dolu. ‘Hani kuşyemiydi’ demişler, adam da ‘Ben bunları kuşların önüne koyuyorum, yerlerse yiyorlar yemezlerse yemiyorlar’ demiş. Bizimki de o hesap… Gerekli gördüğümüz noktalarda tavsiyede bulunuyoruz.  Yaparlarsa yaparlar, yapmazlarsa yapmazlar.”
Protokol icabı katıldığı davetlerde sıkıldığı bilinen Rahmi Bey, iş dostlarına gelince son derece içten: “Arkadaşlarımla görüşmeye özen gösteririm. İnsanın hayatında ilk mektep, lise, üniversite arkadaşları ve asker arkadaşları hiç unutulmayan bağlar oluşturuyor. Bütün arkadaşlarımla çok sıkı bir birliğimiz vardır. Kolejden sağ olanlarla, yılda bir defa toplanırız. Eskiden birbirimizi tanıyabilmek için yakamıza isimlerimizi yazardık. Biraz yaşlanınca isimleri büyüttük. Yıllar içinde işin içine, göbekler, gözlükler girince, artık birbirimizi rahat tanıyabilmek için kolej yıllarındaki fotoğraflarımızı yakamıza asıyoruz. John Hopkins’teki senelik toplantılarda öyle yapıyorlardı. Bunu oradan öğrendik.”
Türkiye’de ve yurt dışında çeşitli üniversiteler tarafından fahri doktora unvanına layık görülen Koç, 1997 yılında zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından, ülkemize eğitim, sağlık ve sosyal hizmet alanlarında yaptığı katkılardan ötürü, Devlet Üstün Hizmet Madalyası ile ödüllendirildi. Mustafa Koç, Ömer Koç ve Ali Koç olmak üzere 3 çocuğu olan Rahmi Bey, futbolu da takip ediyor. Kendisine, Beşiktaş hakkında görüşlerini sorduğumuzda, takımın yeniden yapılanma döneminde olduğunu ve yeni başkanın zamana ihtiyacı olduğunu söyledi. Rahmi Bey’e göre, takıma sabırla yaklaşılması lazım.
Gençlere tavsiyeniz nedir efendim deyince verdiği yanıt da hayli renkliydi. Basitçe, “ihtiyarlamamalarını” dedi. Ona göre, gençler kendilerini dünya insanı olarak yetiştirmeli, birkaç dil öğrenmeli ve her şekilde her yerde yaşayabilecek kadar sağlam bir psikolojiye sahip olmalı. Dünyayı takip etmeli ve her ülkeden insanla iyi diyalog kurabilmeli. Bize soracak olursanız, Rahmi Koç’un bunca yıl başarıyla sürdürdüğü saygın iş hayatı, denizcilik sektörüne hem ticari hem toplumsal anlamda temiz deniz bilinci yaratmak için kattıkları, disiplinli ve özgün yaşam tarzı ve hepsinden önemlisi cesaretle bir dünya seyahati gerçekleştirmiş olması, ufkumuzu açacak değerli birer tavsiye… Ve kendisine tüm bu özyaşam öyküsünü ve yaşam değerlerini bizimle paylaştığı için çok teşekkür ediyoruz.

Röportaj: Yeşim Yeliz EGELİ Fotoğraf: Ekrem Şerif EGELİ

[/membership]

Bunu Paylaşın