YUSUF KEMAL GÖLEÇ

MDN İstanbul

 

Su gibi aziz bir civan bahriyeli YUSUF KEMAL GÖLEÇ

Uzayda olmayı merak edenler ne kadar çoksa, bir iç uzay misali denizin altında yüzen bir denizaltına binmenin hayalini kuranlar da o kadar çoktur bence. Bu nedenle, Senak Denizcilik şirketinin kurucusu olan ve esprili üslubuyla neşesini ve beyefendiliğini sağ salim tutan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin önemli bir döneminin tanığı 83 yaşındaki Yusuf Kemal Göleç’in yaşamını dinleyince çok gururlandık. Deniz makineleri alanında Kıdemli Albay olarak denizciliğe katkıları, tarihin önemli olaylarına olan tanıklığı ve tabii “Bir denizaltında günler nasıl geçer?” sorusuna verdiği yanıt bile bir solukta okunacak türden bir serüven
[membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]
Zaman zaman bu sayfalarda, babası denizci olan kişileri de ağırlıyoruz. Ne de olsa deniz bir tutku ve tüm dünya denizciliğinde olan örnekleri gibi babadan oğula, kıza geçmesi çok doğal. Ama bu kez, genlerindeki deniz aşkı Kanuni zamanına kadar uzanan birinden söz edeceğiz. Son derece babacan bir sima olan Deniz Makine Mühendisi Yusuf Kemal Göleç, şu anda emekli olsa da, denizaltı ve tersanecilik konusunda alanında en iyi isimlerden biri!
12 Ağustos 1931 tarihinde doğan Göleç’in soy ağacından büyük büyük dedeleri, Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk seferi olan Arnavutluk Seferi’ne onunla birlikte gitmişler. Ailenin büyüklerinden biri, derebeyi imiş… Padişah’a yardım etmiş ama Kanuni, o bölgeyi zapt edememiş. Geri dönüş yolunda padişah, bahsi geçen bu kişiye, “Sana bulunduğun bölgede diğer derebeyleri rahat vermezler, bizimle İstanbul’a gel” demiş. Onlar da 40 atlı ile şehre gelmişler. Bir süre sonra padişah, “Siz ne iş yaparsınız?” deyince, Yusuf Kemal Göleç’in ataları soruyu, “Gemi yaparız” diye yanıtlamışlar. Ve Bosna Hersek’e seferler düzenlenen yıllarda, gemi yapmak için Kastamonu’ya yerleşmişler. Bundan sonrasını Göleç’in hatıralarından öğrenelim:

Kanuni’den Şirket-i Hayriye’ye denizci bir aile
“Gel zaman git zaman, aradan birkaç kuşak geçtikten sonra dedem İstanbul’a gelmiş, kaptanlık yapmaya başlamış. Kendisi Üsküdarlı Hacı Mehmet Kaptan diye tanınıyor.  Babam da onun yanında kaptanlık öğrenmiş. Mesela ilk araba vapuru deyince iki vapur bilinir: Biri Sahilbent diğeri Suhulet. Dedem Sahilbent’in kaptanı… Eser Tutel’in Şirket-i Hayriye kitabında dedem Hacı Mehmet Kaptan’ın fotoğrafı vardır mesela. Birinci Dünya Savaşı zamanında, Şirket-i Hayriye vapurları Çanakkale’ye malzeme ve asker taşırmış. Marmara’daki denizaltılar da bu gemileri batırmaya çalışıyorlar. Batan gemileri kurtarmak için bir heyet kurulmuş, o heyete de dedem başkan seçilmiş. Babamın lakabı ise Boşnakzâde Kadri Kaptan. Dedem zaman içinde Sahilbent’teki görevini babama devretmiş, babam gemiye kaptanlık yapmış.
Babamın özel yaşamı daha ilginç aslında… Kendisi 16 yaşında, Nur Hanım diye biriyle evlenmiş. Bu hanımdan çocukları olmamış ve Nur Hanım vefat etmiş. Sonra Nur Hanım’ın terzisi ile evlenmiş. Bu Ermeni Hanım da uzun süre yaşamamış ve yine çocukları olmamış. Sonunda babam annemle evlenmiş. O zaman babam 60 yaşında, annem ise 25… Evlenmişler ve biz, 3 kardeş dünyaya gelmişiz. Babam bu evlilikten sonra kaptanlığı bırakmış. Biz doğmadan önce, uzak yol kaptanlığı bile yapmış. Örneğin size bir saat göstereyim. Bakın bu saati Mısır Prensesi babama hediye etmiş. Biz 3 kardeş doğunca, eşi de genç bir hanım tabii, babam kaptanlığı bırakmış. Başlamış Liman Reisliği, Liman Başkılavuzluğu yapmaya… Görevi nedeniyle farklı şehirlerde çalışmış. Ablam ve ben, babam Bartın’da çalışırken doğmuşuz. Bizden önce de bir ağabeyim var.
Ben 6 yaşımda iken yine babamın işi gereği İzmir’deydik. Oradan ayrılıp İstanbul’a yerleştik. Kökenimiz zaten Üsküdar’da olduğu için okula Üsküdar Taş Mektep’te başladım. Derken İkinci Cihan Harbi çıktı. İstanbul’da bir boşalma, Anadolu’ya doğru kaçma eğilimi başladı. Babam da 76 yaşında emekli olmuştu. Çok enteresandır, benim okula başladığım zamanlarda üç yerden emekliliği vardı: Deniz yollarından, Şirket-i Hayriye vardı o zaman Şirket-i Hayriye’den ve bir de liman reisliğinden. İstanbul’a geldik gelmesine ama harp çıktı. Bir de üzerine ablam zafiyet gibi ağır bir hastalık geçirince, “Kastamonu’ya gidelim” dediler. Kalktık, Kastamonu’nun kazası Cide’ye gittik.
Annemin hikâyesi de ilginçtir. Annem 9 yaşındayken babası bir köyün muhtarı. Benim amcam da kaptan. Aslında bizim bütün sülâle kaptan. Amcam, amcamın çocuğu, dedem, babam, hepimiz kaptan olmuşuz. Amcamın bir oğlu var fakat hasta… O zamanlar tüberküloz çok yaygın. Eşi ise saraylı bir hanım. Düşünün saraylı bir hanım ve tek çocuğu da hasta. Hal böyle olunca amcam bir hal çaresi arıyor. Bir gün Cide’ye uğruyor, İnebolu’ya gidiyor. İnebolu’da köy muhtarına haber veriyorlar. Köy muhtarı da evde yemek yenirken hanımına soruyor, ‘Ufak bir kız çocuğu istiyorlar, ne yapalım, kimi yollarız?’ diye… Annem ‘Ben giderim’ diyor. Ondan sonra annem, onların yanına geliyor, ellerinde büyüyor ve zaman içinde babamla tanışıp evleniyor.
Ben babam Bartın’da, liman başkanıyken doğmuşum. Bir yaşına kadar orada yaşamışız. Babam, İzmir Liman Baş Kılavuzu olunca, çocukluğum İzmir Karşıyaka’da geçti. O günlerde bir anaokuluna gidiyordum. İzmir’in topacı hâlâ aklımdadır. Ama kamçılıdır oranın topacı. Karşıyaka’da Bankalar Caddesi diye bir sokak vardı. Sadece asfalt orada var. Bir gün 50-60 çocuk toplanmışız, topaç asfaltta güzel dönüyor ya, orada oynuyoruz. Polis gelip kovalamıştı hepimizi! Böyle neşeli çocukluk anılarım var. Tabii, ailenin kökeni hep İstanbul Üsküdar’da… Hala nüfus kaydımız oradadır. Söylediğim gibi ben okula Üsküdar’da başlamıştım. Harp nedeniyle Kastamonu Cide’ye gittiğimizde 4. sınıfa geçmiştim. İlkokulu orada bitirdim.

Biz, İstanbul’dan savaş nedeniyle Cide’ye giderken, bir süre sonra döneceğiz diye düşünerek gitmiştik. Eşyalarımızın büyük bir kısmını da Salacak’taki bir yakınımıza, Mükerrer Hanım Teyze’ye bıraktık. Ben ilkokulu bitirince, babam aldığı emekli aylıklarından birini, İstanbul’da okuyabilmem için bana ayırdı. O arada ablam da Cide’de bir orman veznedarıyla evlendi. Onlar İstanbul’a gitmeye karar verince ben de onlarla şehre geldim. Fakat o günlerde İstanbul’da her şey çok pahalı, baktılar geçinemeyecekler, birkaç ayda kalkıp geri döndüler. Ben okula başlayalı daha 3 ay falan olmuş. Ben de ‘Ne yapayım?’ diye düşünürken, teyzemin yanına gittim. Sonra dayımın yanına gittim. Pek düzen kuramadım tabii, neticede İngilizce ve Tarih derslerinden ikmale kaldım. Yaz tatilinde Cide’ye gittim. Sınav tarihi gelince dönüp ikmal imtihanına gireceğim. Fakat harp iyice kızışmış, vapur seferleri iptal edilmiş. Karadeniz’de vapur işlemiyor! Karadan da yol yok. O yıl okula gitmek mümkün olmadı. Bir sonraki yıl da gidemedim. Üçüncü sene annem, ‘Oğlum, 2 sene kaybettin, istersen burada bir terzi ya da ayakkabıcının yanına gir, çırak ol veya tekrar dene’ dedi. Ben, ‘Okuyacağım’ dedim. Yine babamın maaşını verdiler, hangi okulda okuyacağım, nasıl okuldan tasdikname alacağım gibi bir sürü halletmem gereken konu var. Ağabeyim İstanbul’dan yardımcı oldu. Sonuçta kalkıp geldim. Paşakapısı Ortaokulu’na yazıldım. Okulda bir Hacı Baba vardı. Kantin işletirdi. İlk yıl onun pansiyonunda kaldım. Bu arada, babam üç maaş alırken emekli maaşları 2’ye düşmüştü. Sonra Şirket-i Hayriye devletleştirildi. Devlet 2 yerden maaş vermeyeceği için babamın bana verdiği Şirket-i Hayriye maaşı da kesildi. Hal böyle olunca benim maddi durumum zora girdi. Kalkıp, Moda’da oturan halamların yanına gittim. Moda’dan Üsküdar’daki okula tramvayla gidip geliyorum. Bazı öğretmenler de aynı tramvayı kullanıyorlardı. Böylece onlarla biraz yakın olma şansım oldu. Evlerine süt götürmekten ufak tefek işlerini halletmeye kadar yapmadığım jest kalmadı.
Okulda çok çok iyi hocalar vardı. Edebiyat öğretmenimiz Selahattin Savcı, Cumhuriyet Gazetesi’ne yazı yazardı. Bir müzik hocamız vardı, o zaman radyoda müzik saati yapardı. Bir resim hocamız vardı, sergiler açardı. Hatta ben sergi zamanı onun resimlerini taşırdım. O kadar severdim kendisini… Okulda derslerim iyiydi. Hatta bir gün tramvayla eve gidiyorum, sözünü ettiğim Selahattin Savcı isimli öğretmenimiz de bindi. Herkesin içinde bana, ‘Seni tebrik ederim, okulda en iyi dereceyi sen yaptın’ dedi.
Meslek seçimi nasıl oldu derseniz,  ağabeyim hep Bahriye Subayı olmak isterdi. Ondan duyup özendim herhalde, ‘Ben de Bahriyeli olacağım’ deyip duruyorum. Ağabeyimin, sol gözünde miyop varmış, denizcilik ona değil bana kısmet oldu. 1948’de liseye Bahriye Mektebi’nde başladım. Okul o yıl kolej olmuştu. Okulda güzel dostluklarımız oldu. Çok anılarımız var. Mesela bakın, şurada resmini gördüğünüz, Kurmay Albay Denizaltıcı Hakkı Burak, Dumlupınar’da şehit olan komodor. Çok yakışıklı bir adamdı. Çok yardımını görmüşümdür. Onun için resmi burada başköşede duruyor.  Allah rahmet eylesin. Dumlupınar konusu bizim bütün sınıfı derinden etkilemiş bir konudur. Onu da anlatacağım.

Savarona’da yetmiş gün
Lise bittikten sonra, 1951 senesinde Harbiye’ye girdim. O zaman Savarona Gemisi, Deniz Kuvvetleri’nin emrine geçmişti. Bizi ona bindirip seyahate götürdüler. Mısır, yani İskenderiye; Süveyş Kanalı’ndan geçtik Aden; Aden’den Karaçi; Karaçi’den Bombay-Hindistan; oradan tekrar döndük; Afrika’da Kızıldeniz’in ağzında yeni kurulan, kasaba gibi küçük bir ülkeye gittik. Sonra yine Kızıldeniz’den, Antalya, Bodrum sahillerinden geçerek döndük. O zaman Bodrum bir köy. Kayık bağlayacak bir yer bile yok. Bu seyahat 70 gün sürdü. Bizim için büyük bir macera tabii… Anılarımızı da seyir defterimize yazdık. En büyük ilgiyi Pakistan’da gördük. Ülke bağımsızlığını kazanalı 2 yıl olmuştu. Önderleri Muhammet Ali Cinnah’ın yanında Atatürk resimleri duruyordu. Nereye gittiysek, 2 resim hep yan yana!  Bundan etkilenmemek mümkün mü? Cumhurbaşkanı bizi yemeğe davet etti. Geniş bir bahçede, açık havada Cumhurbaşkanı ile birlikte yemek yedik. Düşünün, bizim için ne kadar büyük bir heyecandı!
O yıl Türkiye’de ilk kez, Amerikalılar tarafından test usulü sınav yapıldı. Makine-güverte-ikmal diye 3 branş içinden, makineyi istiyordum. Kazanınca da çok mutlu oldum. 2 sene Deniz Harp Okulu’nda okuduktan sonra asteğmen, 6 ay sonra da teğmen olduk. Bu arada hala Heybeliada’da, Makine Hazırlık sınıfındayız. Sonra donanma stajına çıktım bir sene… Bütün tiplerdeki gemileri gezdik, staj gördük. Tekrar geldik adaya 2 seneliğine. Branşlara ayırdılar makine kısmını, elektrik, elektronik, makine-motor diye… Biz makine- elektronik okuyoruz. İki tane hocamız İngiliz… Türkiye’de pek bu işleri pek bilen yoktu zaten o yıllarda.
Bu arada, Harbiye’de ikinci sınıfta okurken, size anlattığım Dumlupınar vakası yaşandı. Dumlupınar battı. Biz bütün sınıf, son derece yürekten, denizaltıcı olmaya kadar verdik. Sınıf tam 70 kişi. Herkes denizaltıcı olmak istiyor. Ekip elendikçe elendi. Biraz da şansın yardımıyla ben denizaltıcı olmayı başardım. Gölcük’e gittik. Orada 8 ay kurs ve 4 ay staj yaparak denizaltıcı olduk. Yani ben, denizaltının makine kısmını öğrendim. Kaptanlığıma da güvenirim ama mesleğim, deniz makine işletme mühendisi… Gölcük’te denizaltıcı oldum ve 13 sene albaylık yaptım.”

Maşallah dedirtecek bir aşk hikâyesi
Bir Kıdemli Albay ve eşiyle, evlerinde son derece sıcak ve keyifli bir ortamda röportaj yaparken, aslında bir hayatı değil 2 hayatı birden görme şansımız oldu. Bir yanda denizcilerin bilinen renkli hayatları, çapkınlıkları, diğer yanda ise “Aman eşim eve sağ salim dönsün de gerisi önemli değil” diye bekleyen, hatta günlerce denizaltında kalan asker eşi için kurban adayan eşleri…  Denizcilerin geçmişten bu güne hep kadınların ilgisine mazhar oldukları düşünülürse bu duruma pek de şaşırmamak gerek. Geniş coğrafyalarda dolaşmanın özgürlüğüne, üniformanın karizması da eklenince ortaya macera filmi tadında portreler çıkıyor. İşin acıklı tarafı ise, hayat hikâyelerinin en renkli kısımlarının röportajların yazılmayan taraflarında saklı olması…
Gelelim, 10 yıl boyunca sabırla evlenme teklifi bekleyen Feza Hanım ve 48 yıllık bir evliliği başlatan o ilk tanışma anına. “Ben Üsküdar Ortaokulu’nda okurken Nami diye çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Yıllar içinde bizim birbirimize desteğimiz, yakınlığımız arttı. Derken Nami, bir mimar hanımla tanıştı. Biraz da benim cesaretlendirmemle, hanımın ilgisini fark etti. Güzel bir arkadaşlıktan sonra nişan yapmaya karar verdiler. Nişana gittiğimizde Feza ile tanıştım. Yani eşim, en yakın arkadaşım Nami’nin evleneceği hanımın kız kardeşi. Feza’yı gördüm görmesine ama benim o dönem evlenecek bir halim yok. 1955 yılında tanıştık. Sonra Nami, Feza’nın ablası ile evlendi. O günlerde evlilik benim aklımın ucundan bile geçmiyordu. Neden derseniz, o zaman bizim teğmen maaşı, 187 Lira. Bunun ne kadar az bir para olduğunu gözünüzde canlandırabilmeniz için size yaşanmış bir hikâye anlatayım. Okuldan bir ağabeyimiz, çok da onurlu biri, Üsküdar’dan Kadıköy dolmuşuna biniyor. Dolmuş 25 Kuruş. Bizim ağabey, bozuk olmadığı için çıkartıp şoföre, 1 Lira veriyor. Şoför, ‘Bozuk yok’ diye homurdanınca, ‘Üzeri kalsın’ diyor. Şoför dönüp, parayı geri uzatıyor, ‘Sende kalsın, senin bir ayda kazandığını, ben bir günde kazanıyorum’ deyip taşı gediğine oturtuyor. Düşünün o dönemde bir şoför günde 200 Lira kazanıyor, teğmenin maaşı 187 Lira… Hadi, tayin bedelini de ekle, 205 Lira.  Tabldot parası, sigara parası, yol parası, adaya gidiş dönüş parası veriyorsun. Nasıl evlenirsin? Evlenecek bir hal yok yani. O arada babam vefat etmiş, annem, ablamla birlikte Cide’de oturuyor. Benim açımdan evlilik oldukça uzak. Feza’nın ablası, Harbiye’de Ölçek Sokak’ta bir apartmanda oturuyor. Onun alt katında da ben bekâr oturuyorum. Tanışıp görüşüyoruz yani. En yakın arkadaşım Nami ile evlendiği için, benim baldız, Allah rahmet eylesin, o zaman ben izine gelince bize masa hazırlıyor. Rakı içiyoruz gece üçlere, dörtlere kadar…
Feza’nın ilgisini de fark ediyorum, birbirimizi içten içe seviyoruz, istiyoruz ama benim evlenecek halim yok. Feza ablasına gelince ben de yukarı çıkıyorum. Hatta birkaç kere ailelerini de ziyarete de gitmiştim. Öte yandan herhangi bir flört söz konusu değil. El ele bile tutuşmadık çünkü ümit vermek istemiyorum. Bir de paranın da dışında, sanırım o dönem bekârlık da hoşumuza gidiyormuş. Biz alışmışız, giyimimiz, kuşamımız, gezmemiz… Paramız yettiği kadar hepsini yapıyoruz. Eğlenceli bir grubumuz var. İstanbul’a 15 günde bir geliyorum ama şehrin tadını çıkarıyoruz. Keyfimiz yerinde yani. İki haftada bir İstanbul’a geliyorum. Grupta bir Rum terzimiz var, Yorgo Panidis. Tam Galatasaray’da terzi dükkanı var. Cumartesi günü bütün arkadaşlar, orada buluşuyoruz. Yorgo Rum olduğu için bütün Rum meyhanelerini biliyor. Mesela Şişli ile Harbiye arasında İnci diye bir kulüp vardı. Oraya çok giderdik. Aslında sırf Rum aileler giderdi, bekâr almazlardı ama Yorgo’nun hatırıyla biz de girerdik. Site Sineması’nın üzerindeki Çatı’ya giderdik. İlham Gencer, eşi Ayten Alpman… Paramız olunca gezerdik. Bazen paramız biterdi, ikinci 15 günde izne çıkamazdık. Böyle keyifli bekârlık günleri yaşarken pek evliliği düşünmüyordum. Benim durulup evlenme kararı almam, 10 yıl zaman aldı. Böylece 16 Ocak 1965’te evlendik.”

İki Dumlupınar kazası da beni etkiledi
Yusuf Kemal Göleç, Pakistan, Malta Adası gibi yerlerin ardından pek çok tatbikata katılır.  Çalıştığı gemi olan Turgut Reis tamire girerken, tamirden çıkan Preveze Gemisi’ne İkinci Çarkçı olarak terfi ederek tayin olur. Tamir için 6 ay Amerika’da kalırlar. New London’da 1 ay staj… Çarkçıbaşı olmak için yine stajlar, hem görev başında hem nazari sınavlar… Velhasıl 1963 yılında Göleç, Denizaltı Filosu’nda Preveze’nin Baş Çarkçısı olur.
“Bütün bunlar olurken, ben boyun kemiklerimden bir rahatsızlık geçirdim. Hastanede yatarken, ‘Artık seni karaya çıkartalım’ dediler. Zaten binbaşı olmuştum. Böylece Denizaltı Masa Subayı olarak Gölcük Tersanesi’ne tayin oldum. Orada 5 yıl kadar uzun bir süre çalıştım. Sonra 1971 yılında Filotilla Baş Çarkçısı oldum. Yani 4-5 geminin çarkçıbaşısı olma görevine getirildim. Bu arada tersaneden Amerika’ya 50 kişilik bir grup gidecek. Yeni tip denizaltılar gelince, onların değişik cihazları için, eğitim gereksinimi doğdu. Beni filodan istedi tersane, ben kafile komutanı olarak, Amerika’ya gittim. Yine Philadelphia’da 8 ay kaldım. Dönüşte, birkaç yıl sonra Gemi Onarım Baş Mühendisi oldum. Bu arada beni hep mayın filosu gemilerine almak istiyorlar, ben istemiyorum. Arada Eylül 1976’da bir gün Mayın Filosu’nda çalıştım. Sonra tekrar Gölcük’te devam ettim. Asıl aklımda kalan, o dönemlerde İkinci kez Dumlupınar kazası oldu. Bu daha önce anlattığım Dumlupınar değil. İkinci kez, Çanakkale Boğazı’nda çarpışmış. Beni o gemiye, Çanakkale’ye yolladılar. Gemi karaya oturalı bir hafta olmuş. Ölen yok. Denizaltı, filo komutanı, filo baş çarkçısı, komodoru, hepsi orada… İçindekiler diğer gemilerle gönderilmiş. Ben denizaltıları çok iyi bildiğim için, komutana ‘Hadi Gölcük’e gidelim’ dedim. Gemi karaya oturmuş ama ben bunu yüzdürebilirim diye düşünerek risk aldım. Havuza alındı ve hakikaten gemiyi kurtardık.
İş hayatı boyunca bir dönem görev nedeniyle Almanya’ya da giden Yusuf Bey, 1979’da Gölcük Tersanesi’nde İşletme Müdürü olur. Yani tam 5 bin kişilik bir ekibin başına geçer. Ardından Denizaltı Eğitim Okulu Komutanlığı’na atanır. Eğitmenlik yönü de olduğu için hem kurslarda hem de gemilerde pek çok kişinin eğitimine yakından destek verir. 1982’de İstanbul’a tayini çıktığında artık Kuzey Saha Komutanlığı Teknik Grup Başkanı’dır.
“Benim en sevmediğim yer Taşkızak Tersanesi’dir. Askerliğim boyunca oradan kaçsam da en sonunda Taşkızak Tersanesi’nde de görev aldım. Orada 2 görevim vardı: Bayındırlık Müdürlüğü ve İdari Şube Müdürlüğü… İdari Şube deyince, bütün tersanenin disiplini, yemek işleri, askeri, tersaneye gelen gemilerin kontrolü hepsini içine alıyor. İşin Malzeme Müdürlüğü ayrı… Bayındırlık Müdürlüğü derseniz, bütün tersanenin onarımını gözünüzde canlandırın. Bir de Çekmece’de tersanenin kampı vardı. O da yine bana bağlı. Üzerine Personel Müdürü istifa etmez mi? Onu da bana verdiler. Bir de Döner Sermaye Satın Alma Komisyon Başkanlığı var üzerimde!”
İnsan dinlerken merak ediyor. Bu kadar işi bir insan aynı anda nasıl yapabilir? Bu kadar geniş kapsamlı ve önemli görevler bir arada olur mu? Yusuf Kemal Göleç de yanıtı bir hikaye anlatarak veriyor. Osmanlı zamanında Şam’dan Kadı Efendi’ye bir kumaş gelmiş. Kadı almış kumaşı, fes yaptırmak için terziye götürmüş. ‘Fesçibaşı, bana bundan bir fes olur mu’ demiş, Fescibaşı, ‘Olur’ deyip, ölçüyü almış. Kadı giderken bir an düşünmüş, kapıdan geri dönmüş. ‘Efendi, acaba bu kumaştan 2 tane fes olur mu?’ demiş. Adamcağız ne desin, ‘Olur’ demiş. ‘E, yap öyleyse’ demiş. Adam giderken, yine gerisin geri dönmüş, ‘Peki, 3 tane fes olur mu?’ demiş. Terzi bir an durmuş, canı sıkılmış ama belli etmemiş, ‘Olur’ demiş. Akşam olunca Kadı Efendi, feslerini almaya gitmiş. ‘Fesçibaşı benim fesler oldu mu’ diye sormuş. ‘Oldu’ demiş adam. ‘Nerede peki?’ deyince fesçibaşı eliyle vitrindeki 3 tane küçük fesi işaret etmiş. Kadı sinirlenmiş, ‘İyi de’ demiş, ‘Bunlar benim başıma olur mu?’ Fesçibaşı artık patlamış, ‘Sen başıma olur mu demedin, 3 tane fes olur mu dedin. Olur, ama işte böyle olur.’ Velhasıl üzerimize çok iş aldık ama çok adildim. Herkesin derdini dinlerdim. Çok emek verdim. 1985 yılında Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’nda Komutanlık. Ve kadrolar dolu olduğu için artık 1 Eylül’de emeklilik ile askerlik benim için sona erdi. Sonrasında denizcilik malzemesi ithal eden, GEPA isimli şirkete girdim. Orada Teknik Müdür olarak 4-5 sene çalıştım. Ondan sonra oradan ayrılıp gemi inşa mühendisi bir arkadaşımla birlikte bir şirket kurduk. Gemi malzemeleri ve pazarlama işiyle uğraşıyoruz. Şirketi Tuzla’ya taşıdık. Bu arada oğlum Hasan, üniversiteyi bitirdi, Amerika’ya gidip geldi. Ona bıraktık şirketi. Kızım daha büyüktür yaş olarak. Onun eşinin de şirkette küçük bir ortaklığı var ama damadın asıl işi tekstil ihracatı.
Üye olduğu 10’dan fazla dernek olmasına rağmen Göleç, arkadaşlarıyla sık sık bir araya gelebilmek adına, yeni bir dernek kurmuş. Yani sosyal yönü oldukça kuvvetli biri… Konuşmalarından anladık ki, denizaltında bir arada bulunan insanların arasında, çok büyük bir sevgi ve saygı bağı oluşurmuş. Hatta bir denizaltıda ekibe uyum sağlayamayan kişi, derhal geri yollanırmış. Denizaltıcılığı da düşermiş. Kalanlar ise kardeşten yakın bir sevgi ve saygı bağı içinde görev yaparlarmış.

“Allah ile karşı karşıya kaldığımı hissettim!”
Bütün dünyada insanların en çok merak ettikleri yerler arasında biri uzay gemisi ise ikincisi de herhalde ki, denizaltıdır. Kim bilir ne maceralar yaşar, ne korkular atlatır denizaltında olanlar! İşte Yusuf Göleç’in yüreğini ağzına getiren bir an: “Normalde ben denizaltında olmayı seven biriyim. Ama bir gün gerçekten Allah ile karşı karşıya geldiğimi hissettim gemide! Nato Tatbikatı için Akdeniz’deyiz. O zaman daha ikinci çarkçıyım. Bizim dizellerin dışarıya egzoz gazını attığı vanalar vardır. O vananın bir tanesi iyi kapanmamış. O egzoz borusundan dizele, oradan da denizaltının içine su giriyor. E, o suyu hep boşaltmaya kalkarsak hem elektrik sarfiyatı olacak hem de düşmana ses vereceğiz. Çünkü su altındayız. Bu durumda çıkıp o vanayı yukarıdan, yani güverteden kapatmak lazım. Yukarıya çıktık ama Ege’den fena halde dalga geliyor. Bizim üzerimizden geçiyor. Belimizde raya bağlı kemerler var. Alişan diye bir dizel astsubayı ile beraber gittik. Kapağı açtık ama bir metrekareye yakın büyüklükte bir kapak. Üzerinde belki 40 tane somun var. Sürekli cıvata söküyoruz. Biz sökerken bir dalga geliyor üzerimizden geçiyor. Biz güvertenin altındayız, gezinti yerinde değiliz. İş bayağı zor anlayacağınız. Neyse, işi yaptık. Yukarıdan sıktık ve iyice kapattık geldik. Aslında bu çok zor bir iş! Yani yapılacak bir iş değil. Ama Nato Tatbikatı bu! ‘Arızam var’ deyip tatbikattan ayrılmayı kendimize yediremiyoruz. Velhasıl işi yaptık. Şimdi, geminin su altındaki kontrolü çarkçıbaşına aittir. Ama vardiyayı biz de tutarız. Adettir, bir elektrik subayı ya da ana makine subayı dalış yaptırıyorsa, bir çarkçıbaşı ilk dalışta gelir, işin başında durup bakar. Biz geldik. O zaman benim çarkçıbaşım, Fevzi Erokay’dı. Gemi de Amerika’dan aldığımız o arızalı gemi, Turgut Reis’ti. Geldi, ufku seyre sen geç dedi. Bu ne demek? Yani gemiyi sen daldır diyor. Ve gitti. Başımda durmuyor yani! O çarkçıbaşı, ben ikinci çarkçı… Geçtim, dalış alarmı çalsın diye bekliyorum. Yani ilk defa başıma geliyor böyle bir şey. Arızayı gidermişim ama başımda çarkçıbaşı yok, gemiyi daldıracağım. Kalbim çarpıyor. ‘Arızayı gidermeye çalışırken acaba daha mı kötü yaptık’ diye. O kadar olay yaşamışızdır ama ben bir tek orada böyle bir ürperme hissettim. O an beklerken, Allah ile karşı karşıya geldim sanki! Allah sanki karşımdaymış gibi böyle kalakaldım. Sonunda dalış alarmı çaldı, daldık; çok şükür bir şey yok. Arızayı da halletmişiz. Ama bana sorarsanız, denizaltıcılık çok enteresan bir meslektir ve çok zevklidir derim. Bugün doğsam yine denizaltıcı olurum. Ve bunu yalnız ben değil, bütün arkadaşlara gidip sorun, hepsi aynı lafı ederler.

Denizcilikte 9 kural vardır; 9’u da emniyettir!
Gemide yaşam nasıl diye sorduğunuz zaman, mesela gemide yemek yiyemezsiniz. Mazot var, yani mesele yakıt ikmali meselesi değildir. Amerika’ya gider geliriz yakıtla. Yemek yok. Yemek için buz odası vardır, sebzelik vardır, oraya önceden pişirilmiş yemekler konur ama yemeği yiyemezsiniz. Gemide havalandırma çok mecbur kalınca yapılır; sonuçta ter kokusu, yemek kokusu, tuvalet kokusu hepsini mis gibi koklarsınız.  Ancak bataryadaki elektrik, aküleri zayıfladığı zaman, mecburen dizel şnorkel yapıp, dizel çalıştırıp direkt çıkartırız, o zaman hava bir tazelenir. Bir de karbondioksit yüzde 3’ü geçtiği zaman yaşam zora girer. Zaten yüzde 4 olduğu zaman ölürsünüz. O yüzden cihazlarla sürekli karbondioksiti ölçeriz. Su yoktur. Bir gemide 18 ton su bulunur. Onun yarısını dizellerin soğutma suyu olarak saklarız. Ekibin 80-90 kişi olduğunu düşünün, geri kalan 8-9 ton su, ancak bir kaç gün dayanır. Yani öyle elimizi yüzümüzü yıkamak gibi konforlar beklemeyin. Herkesin bir ıslak bezi vardır. Elinizi yüzünüzü silersiniz. Eğer kurumuşsa biraz ıslatırsınız. O kadar.  Denizaltılar için en önemli konu, ne kadar derinliğe dalabildiğidir. Türkiye’de yapılan ilk denizaltı zamanında ben tersanede işletme müdürüydüm. Hatta televizyona çıkıp bilgi vermiştim. Bir emniyet derinliği vardır. Türkiye’de yapılan bu ilk denizaltı Gölcük’te yapıldı, derin su dalışına gitti, iyi sonuç alındı. Vaktiyle Osmanlı zamanında Taşkızak Tersanesi’nde de yapıldığı biliniyor. Akdeniz’deki en eski denizaltı tankeri Osmanlı’dadır. Abdülhamid zamanında yapılmış ve torpido atmıştır o gemi… Suyun altından torpido… Yani çok enteresandır. Aslında Türk denizaltıcılığı çok eski. Burada son olarak şunu söyleyeyim. Denizcilikten ne öğrendin derseniz, denizcilikte 9 kural vardır. Dokuzu da emniyettir!

Dram sevmem, o yüzden bıyıklarım yukarı bakıyor
Şimdi röportaj yaparken Yusuf Bey’le ciddi ciddi Nato Harekatları’ndan, Kıbrıs’tan, denizaltı filosundan konuşurken, arada gözümüz bıyıklarına takılıyor. O kadar sevimliler ki, sanki karşımızda emekli bir asker değil Hulusi Kentmen var. Dayanamayıp bıyıklarına gösterdiği özenden söz açıyorum, o da anlatıyor. “Bir gün grip olmuştum. Bir süre tıraş olamadım. Oğlum dedi ki, ‘Baba bunları kesme de bir bakayım, ben yaşlanınca nasıl olacağım?’ Uyanığa bakar mısınız! ‘Olur’ dedik, bıraktık. Tam da Erbakan’ın iktidarda olduğu dönem… Baktım o dönemde sakal olmayacak, ‘Ben sakalları kesiyorum’ dedim. ‘Baba, bir tek bıyıkları bırak, onu da göreyim’ dedi. Bıyığı bıraktık. Herkes de beğendi. Diyeceksiniz ki, bıyıklar neden yukarı doğru kıvrık? Eskiden Tepebaşı’nda 2 tane tiyatro vardı. Biri dram biri komedi tiyatrosuydu. Dram Tiyatrosu’nun önündeki mask, bıyıkları aşağı doğru bir yüzdü. Komedi olanda bıyıklar yukarı doğru, gülen bir surat. Ben de içimden, ‘Niye dram oynayayım?’ dedim. Böyle bıraktım.
Yusuf Kemal Göleç ile yaptığımız röportajın benim için 2 özel önemi var. Birincisi hep denizaltında günler nasıl geçer diye merak ederdim. Yusuf Bey ile birlikte ilk kez portre sayfalarımızda bu konuda derin deneyimleri olan önemli, çok neşeli bir şahsiyeti ağırlayıp gelecek nesile feyz almaları için belgeleme şansı bulduk. Bir de geçmiş değerleri yaşatıp nezaket ve  misafirperverlikleriyle Ekrem Abimi ve beni anlattıkları anılarla o kadar çok güldürdüler ki… Ömrümüze ömür verdiler. Feza Hanım’da Türk kadınının medeni cesaretini gördüm. Feza Hanım’la birlikte bana hediye ettikleri denizaltıcılara özgü armalı kahve fincanlarının benim açımdan ne kadar değerli bir armağan olduğunu hele Türk Kahvesi’ni çok seven biri olarak anlatmam mümkün değil. Her nerede olmuşsan orayı aydınlatıp hayat vermişssin gönlüne bereket… Bu keyifli yaşam ve samimi paylaşım için çok ama çok teşekkür ederim.

[/membership]

Bunu Paylaşın