ABD’nin kaygısı Çin’i büyütecek

Yüce Yöney

yuceyoney@marinedealnews.com

Çin’de devlet yönetimindeki kadro değişti ama ekonomi politikalarında ciddi bir değişiklik beklenmiyor. ABD en büyük rakibinin önlenemez yükselişi karşısında kaygılı, AB ise çaresiz ama soğukkanlı

Çin dünyanın en büyük ekonomisi olacak mı? Ekonomik krizde de büyümesini sürdürebilen Çin’in yükselişi duracak mı? Geleceğin süper gücü kim olacak: ABD mi, Çin mi?
Soruyu nasıl sorarsak soralım, yanıtı büyük ölçüde Çin belirleyecek. Yine de ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin konuyu nasıl ortaya koyduğu da önemli.
Avrupa Birliği ile Çin arasındaki ticarette Avrupalı üreticiler Çinli üreticilerin, tabiri caizse, piyasayı düşürdüğünü iddia ediyor. Bunun sonucu olarak da Avrupa’da ulusal eğilimlerin ekonomi politikalarını etkilemeye başladığı görülüyor. Ya da şöyle söyleyelim: Küresel düzeydeki finans krizinin ardından Avrupa’nın içine düştüğü borç krizi AB ülkelerini o kadar sıkıştırdı ki, ulusal ekonomileri korumak adına yabancı ürünlere yönelik baskılar belirgin biçimde arttı, bir tür ticari milliyetçilik ortaya çıktı.
Yerli firmaları korumaya yönelik önlemler eskisi gibi sadece gümrük vergilerinin artırılmasıyla gerçekleşmiyor. AB’nin uyguladığı özel vergiler ya da idari düzenlemelerin bu amaca yönelik uygulamalar olduğu ortada. Güneş paneli gibi Çin malı belli ürünler korumacı bir ticari mevzuatla karşı karşıya.
Çin’e karşı duyulan korkunun somutlaştığı noktalardan biri de özellikle mali açıdan zayıf ülkelerde edindiği ticari konumla bu ülkeleri kendine bağımlı hale getirmesi. AB’nin ekonomik olarak en kötü durumdaki ülkesi Yunanistan’ın büyük liman şehirlerinden ve dünya ölçeğinde deniz trafiğinin yoğun noktalarından biri olan Pire’de liman işletmesinin bir bölümünün Çinli şirketlerin elinde olması bu yönde verilen örnekler arasında.
Bir diğer nokta Çin malları için önde gelen bir pazar olarak AB’nin Çin politikasına dair birlik içinden getirilen eleştirilerden birinde görülebiliyor:  AB’ye üye olsa da her ülkenin kendi çıkarını gözeterek hareket etmesi.
Tüm bunların yanısıra ticari anlamda unutulmaması gereken bir başka husus ise AB şirketlerinin Çin’de üretilen ileri teknoloji ürünlerinin en önemli tedarikçisi olduğu. Bu nokta AB ile Çin arasındaki ilişkilerde önemli problemlere rağmen her iki tarafın da çıkarının olduğu bir yapıyı vurgulaması bakımından çok önemli.

Kur ve korumacılık
AB ile benzer şekilde ABD’nin de sürekli dile getirdiği Çin’in sabit kur uygulaması ise Çin’in bir tür vurdumduymazlıkla suçlandığı ve sürekli eleştirildiği bir konu.
Eleştiriler Çin para birimi Yuan’ın Çin yönetimi tarafından bilinçli olarak düşük tutulduğunda yoğunlaşıyor. Eğer düşük tutulmasa Çin şirketlerinin dünya pazarındaki rekabete dayanamayacağı söyleniyor.
Yuan’ın değerinin düşüklüğü Çin’in ihraç atiği malların tercih edilmesinin nedeni olarak gösterilirken yerli üreticilerin bu rakamlarla mücadele edemeyeceği herkesin bildiği bir gerçek olarak uzun süredir Çin’le ticaret yapan ülkelerde tartışılıyor.
ABD’deki başkanlık seçimi öncesinde ekonomi politikalarıyla ilgili yürütülen tartışmalar esnasında hem Obama hem de cumhuriyetçi aday Romney bu konuda Çin’i açık biçimde eleştirmişti.
ABD endişeli çünkü yüksek borçlanma içinde bulunan ülkenin en fazla borçlu olduğu ülke Çin. Çin Merkez Bankası’nın elindeki Amerikan devlet tahvillerinin değeri 1 trilyon doları geçiyor.
Küresel krizle altüst olan ABD ekonomisinin en büyük sorunlarından biri işsizlikken ve doğal olarak ABD’nin yeni istihdam alanlarına ihtiyacı varken Amerikan şirketleri yıllardır ucuz işgücünün cazibesiyle Çin’e taşınıyor.
Çin’den bakıldığındaysa mesele farklı gözüküyor. Çin ABD başta olmak üzere ticaret yaptığı ülkelerin korumacı uygulamalarından şikayetçi. Hem ABD’nin hem Çin’in birbirinin en büyük ihraç pazarı olduğu düşünülürse sorunun boyutunun niteliği daha iyi anlaşılabilir.
Aslında bu nokta, iki ülke arasındaki ticaretin yüksek hacmi ekonomilerinin birbirine ihtiyaç duyduğu anlamına da geliyor ki, geleceğe dair yazılan senaryolarda kilit önemde olduğu söylenebilir.

ABD’nin planı
Geleceğe dair senaryolar üretilirken ABD’nin Çin karşısında belirleyeceği politikanın da Çin’in izleyeceği yolun da işaretlerinin bir ölçüde netleşmeye başladığını söylemek mümkün.
ABD’nin meselesi temel olarak Çin ekonomisinin güçlenerek gelmesiyle sınırlı değil; aynı zamanda bu ekonomik gücün Çin’i siyasi anlamda giderek daha etkin bir rakip haline getireceğini düşünüyor. Bir yandan Çin’in ordusunu sürekli modernize etmesi de ABD’nin askeri bir rakiple mücadele etmek zorunda kalacağını hatırlatıyor Washington yönetimine.
ABD’nin askeri gücünü ağırlıklı olarak Pasifik’e kaydıracağı herkesin bildiği bir plan. ABD resmi olarak da Asya-Pasifik’teki varlığını artıracağını, ekonomik ve askeri dengeleri bu bölgeler üzerinden yeniden kurgulayacağını daha önce duyurmuştu…
Büyük bir askeri düzenlemeyle 2020’ye kadar ABD donanmasının yüzde 60’ı Pasifik’e yerleşecek. Japonya’daki ABD askeri varlığı önemini koruyacak, fakat buradaki ABD askerlerinden bir kısmı geri çekilerek Hawai gibi başka ülkelere yerleştirecek… Ayrıca Japonya ile füze savunma sistemi konusunda anlaşmaya varıldığını, Japonya’nın yeni nesil radarlara evsahipliği yapan ülkeler arasına girdiğini de unutmamak gerek.
Planların bir kısmı askeri olsa da aslında bölgede ticaret yolları üzerinden gidecek bir mücadelenin gerçekleşmesi bekleniyor. Askeri stratejiler ekonomik planlarla kolkola ilerliyor bölgede. Militarist gövde gösterileri ekonomik çıkarların, ekonomik nüfuz alanlarının korunması için yürütülen savaşın bir parçası. ABD’nin Tayvan’a desteği de bu yüzden.
Sonuçta dünya ticaretinin çok büyük bölümünün deniz yoluyla yapıldığını ve Güney Çin Denizi’nin bu ticaretin en önemli kesişme noktalarından biri olduğunu hatırlamak lazım. Aynı şekilde Güney Çin Denizi’nin enerji zengini olduğu yönündeki tahminleri de…
Çin ABD’nin yeni stratejisinin kendine yönelik olduğunu farkında elbette; Güney Kore, Japonya ve Pasifik’teki üsler ile kendisinin çevrelenmeye çalışıldığını düşünüyor.

Bir tür bağımlılık
Çin’de geçen ay Çin Komünist Partisi’ndeki lider kadrosunun değişimi bu ülkenin özellikle ekonomik konulardaki tutumuna ilişkin bazı öngörülerde bulunmayı mümkün kılıyor.
Krizde büyümeyi sürdürmeyi başarsa da ihracatının kaçınılmaz olarak etkilendiği Çin iç talebi canlandırmak zorunda gibi gözüküyor, ki bu, ülkede muhalefetle karşılaşmayan bir politika. Aynı zamanda çokuluslu şirketlerin de itiraz etmediği noktalardan biri.
Çin’deki gelişmelerin çokuluslu şirketleri ilgilendirmesi sadece dünya pazarlarıyla ilişkili değil, ülkedeki yatırımların ciddi oranda bu şirketler tarafından gerçekleştirildiğini, onların da değişimden pay almak isteyeceklerini hesaba katmak gerekiyor.
Tüm dünyada Çin‘in yeni lideri olarak koltuğa oturan Şi Jinping’in liberal bir politika izleyeceği beklentisi hakim, ki bu Hu Jintao çizgisinde oluşturulan mevcut yaklaşımın keskin bir değişikliğe uğramayacağı anlamına geliyor. Ancak bu durumun ABD’nin içini rahatlatmadığı da ortada.
Sonuçta Asya Pasifik hattında şekillenecek olan yeni düzende Çin, ABD’nin tek süper güç iddiasını tehdit eden ciddi bir tehlike. ABD yeni stratejisinde askeri vurguyu artırdığı sürece Çin de kaçınılmaz olarak bu tehdidi dikkate alarak yatırımlarını yapacak ve gelecekte sadece ekonomik değil askeri bir rakip de olacak.
İki güç arasındaki mücadelenin sert olacağı belli. Çin’in ekonomik kozları ABD’yi bir yandan sıkıştırmaya devam edecektir. Ancak madalyonun öteki yüzünde birbirine bağlı bazı çıkarlar olmadığını söylemek de doğru olmaz. Çin elindeki büyük değerlere varan Amerikan devlet tahvilleri mesela… ABD bunun kendisi üzerinde baskı aracı olarak kullanılacağından endişe etse de, bu tahvillerin değerinin düşmesinin ABD’nin en büyük alacaklısı Çin’e de zarar vereceği düşünülebilir.
İşin doğrusu, her şeye rağmen dengelerin farklı koşullarda farklı gelişmelere bağlanacağını unutmamak ve hepsinin kestirilebilir olmadığından hareketle kapsamlı senaryolara prim vermemek gerek. Belki yakın vadeden söz edilebilir ki, orada da pek fazla çözülmüş sorun görünmeyecektir.

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın
yuceyoney@marinedealnews.com