Küresel ve bölgesel düzlemde HİBRİT DIŞ POLİTİKA

MDN İstanbul

Dünya ilginç bir süreçten geçiyor. Büyük olasılıkla tarih milenyumun bu dönemini yazarken zorlanacak. Aslında bu durum 1900’lü yılların başlarını çağrıştırıyor. Nüfuz alanı ve güç paylaşımının dönemin aktörlerinin egolarında tavan yaptığı, ittifaklaşmanın doruk noktasına ulaştığı o yıllar beraberinde iki dünya savaşını getirmişti

Elbette ufukta bir savaş görünüyor naraları atarak tedirginlik yaratmayacağız… Ama bugün dünya 1900’lü yılların başında tecrübe ettiği benzer sıkışıklığı yaşıyor, kömür madeninde biriken gaz gibi… Güç savaşları gezegenin muhtelif bölgelerinde şiddetlenerek yaşanıyor. Tuhaf olan küresel rekabetin artık örtülü olarak yaşanmaması… Trump sonrası ABD’nin domino etmeye ve başat rol oynamaya çalıştığı küresel düzlemde artık her şey daha aleni, popülist ve sosyal medya tabanlı yaşanıyor… Tamam, Trump gibi bir figürün ABD’nin başına getirilmesinin arka planını görüyor ve anlıyoruz… Oğul Bush dönemiyle küresel güç iddiasını pekiştirmek üzere gezegene nefret tohumları eken, sözde demokrasi sloganı ile ülkeleri işgal eden, yönetimleri değiştiren ABD, Obama ile kısmi bir restorasyona gitmeyi denedi. Genç, güler yüzlü ve kendinden emin Afro Amerikalı Obama’nın karizması istenen etkiyi yaratamadı, ABD’deki çöküşü sadece geciktirdi, küresel nefreti ve tepkiyi ise dindiremedi…

Devasa Çin’in ayak seslerinin şiddetlenmesi, Rusya’nın geri dönüşü küresel düzlemdeki tek kutupluluğu yıktı. Nihayetinde ABD için deniz bitti… Trump bu noktada sadece rolünü oynaması gereken bir figür, açıkçası iyi de oynuyor… Sosyal medya üzerinden dünyaya yön verme, ülkeleri tehdit etme hiç de bilinen ve aşina olunan yöntemler değil. Stratejistler içinde yeni ve takibi zor bu durumun bir adı yok ve konamıyor…

Bugün küresel güçlerin ve küresel güç adaylarının izledikleri stratejiler ve dış politikalar eskiden olduğu gibi saygılı, ölçülü ve ketum değil… Her şey bilinçli bir tercihle ulu orta yaşanıyor, argümanlar hamaset kokuyor, ülkeler birbirlerine tereddüt etmeden ayar vermeye çalışıyor… Popülizmin kaçınılmaz yükselişi denebilecek bir dönem bu….
Bu yeni düzenin adı henüz konmadı. Öyleyse önce bu adı koyarak başlayalım… Ruslar 2000’li yılların sonlarına doğru ekonomik ve siyasi açıdan güçlerini konsolide edip askeri anlamda kuvvetlenince tüm Atlantik bloğunu şaşırtan ve hazırlıksız yakalayan bir kavramı yürürlüğe soktu. “Hibrit Savaş”… Fikir babası bilindiği üzere Gerasimov. Bu yeni konsept bilinen tüm klasik ve konvansiyonel harp taktiklerini yerle bir etti… Asimetrik etki kavramı gündeme geldi. İşte bugün izlenen dış politikalar da yöntemsel olarak bakıldığında “Hibrit” bir karakter sergiliyor. Öyleyse adını koyduk: Hibrit Dış Politika…

Hibrit dış politikayı ABD, Trump sonrası dönemde tedavüle soktu. Diğer ülkeler bu yolu izlemekten imtina etmediler. Putin, Merkel, Macron ve hatta Şi. Konjonktür Filipinler’de Duterte, Macaristan’da Orban ve Moldova’da Dodon gibi figürleri öne çıkardı… Aslında Japonya gibi duyarlı, gelenekçi ve ağırbaşlı bir ülke de bile Abe popülist olmakla itham ediliyorsa, tezlerimiz gerçekleşiyor ve cevabını buluyor demektir.

Evet, küresel ve bölgesel düzlemlerde de fay hatları bir bir kırılıyor. Özellikle son dönemde ABD’nin yaptığı hamleler, küresel düzlemin tektonik yapısını zorluyor, test ediyor. Çin ile ticaret savaşına girişen, deniz gücünün yüzde 70’ni 2021 yılına dek Asya-Pasifik bölgesinde konuşlandırarak Çin’i çevrelemeyi hedefleyen ve Çin’i öncelikli tehdit ya da ABD stratejisindeki “ihtiyatlı” tanımlamayla “uzun vadeli rakip” olarak gören, Rusya ile rekabeti öncelikle askeri düzlemde NATO üzerinden ivmelendiren, Rusya’yı yakın coğrafyasında baskılamak için düşük kapasiteli devletleri “proxy” olarak kullanan, her türlü askeri meselede “pamuk eller cebe” argümanı ile sözüm ona eşit yük paylaşımını önceleyen, bu doğrultuda petrol zengini Arap ülkelerine de sürekli olarak yeni yeni faturalar kesen, Avrupa’da popülist ve aşırı akımları destekleyerek, AB’nin parçalanmasına oynayan ABD, küresel güç iddiasını sürdürmek için menfaati olan tüm bölgelerde, popülist, güven vermeyen, ikircikli yani gel-gitli bir dış politika izliyor.

Ortadoğu ve Suriye özelinde bugün çekileceğim, yarın asker çekeceğim diyen ABD tutarlı ve inandırıcı değil. Zamana oynuyor. Suriye’de Rusya’ya kaptırdığı inisiyatif nedeniyle kızgın. Var olmak istiyor… Kadim müttefiki Türkiye’nin Rusya ve İran ile işbirliği yapmasını hazmedemiyor. Lakin Türkiye’yi de kaybetmeyi göze alamıyor. Yanına çekmek istiyor ama beceremiyor. Neticede paralı asker topluluğu görüntüsü veren, tarih boyunca hep kullanılan Kürtleri Türkiye’ye tercih ediyor ya da Türkiye’nin sinir uçlarını test etmek için tercih ediyor gibi yapıyor… ABD’nin Ortadoğu stratejileri o denli dinamik değişiyor ki, takibi güç, sürekli salınım yapıyor, stratejik ortağı İsrail dahi tepki gösteriyor.

Atlantik ve Arktik bölgesine yönelik artan ABD ilgisi de dikkat çekici. Burada diğer stratejik ortakları İngiltere ve Kanada ile ortak hareket eden ABD için tehdit elbette Rusya… Bu bölgede denizleri serbest kullanmayı engelleyen faktör olarak Rusya ve Rusya’nın uyguladığı denizaltı harekâtı öne çıkarılıyor. Tıpkı soğuk savaş döneminde olduğu gibi… 2019 yılı NATO’nun Atlantik bölgesini hatırladığı yıl olacak, bu kesin. NATO bu bölgede görünürlüğünü artıracak… Demode bir kavram olan “Konvoyların Emniyetle İntikal Ettirilmesi” eğitimlerinde artış olacak. Bu bölgede Türk savaş gemilerinin NATO bayrağıyla varlık göstermesi sizleri şaşırtmasın. Tabii bu bölgeye artan ilgi Arktik’i de içine alacak… ABD’nin 2. Filosunu yeniden aktive etmesi, uzun zaman sonra Kuzey Denizi’ne Truman uçak gemisini göndermesi bu yaklaşımın ayak sesleri…

Asya-Pasifik, Avrupa-Atlantik ve Ortadoğu… Bu bölgelere olan küresel ilgiyi görmemek mümkün değil… Tüm gözlerin buraya odaklandığı süreçte Latin Amerika ve Karayipler bölgesinde yaşananları sadece görmek isteyen gözler gördü. Küresel satrançta çok önemli olan bu bölge geri planda kaldı… Oysa burada olanlar olacakların habercisiydi… Brezilya ile başlayan değişimin Güney Amerika coğrafyasını karıştıracak adımların başlangıcı olduğunu kim bilebilirdi ki? Küresel ilgi dünyanın belli başlı bölgelerine odaklanmışken ve kimse ne olup bittiğini anlamadan Jair Bolsonaro, Brezilya’nın başına geliverdi. Sağ gelenekten gelen ve Brezilya’nın Trump’ı olarak adlandırılan Bolsonara dikkate alınması gereken bir figür… ABD ile oldukça uyumlu, askeri işbirliğini geliştirmeyi ve hatta ABD’ye üs vermeyi bile dillendiriyor.

ABD’nin Latin coğrafyasını hatırlaması tesadüf mü? Bu bölge yıllarca ABD’nin “arka bahçesi” olarak anıldı. Ancak 1990’lı yılların ortalarından itibaren bölge ülkeleri ABD kontrolünden çıkıp bağımsız hareket etmeye başladı. Elbette Çin faktörü burada önemli. Çin, yaptığı devasa ekonomik yardımlarla bölge ülkelerinin “gizli ajandası olmayan” yeni dostu oluverdi… ABD karşıtı tüm hareketleri destekleyerek iktidar olmalarının önünü açtı…

Çin için önemli olan, devasa ekonomisinin hammadde ihtiyacını garanti altına almak. Enerji gereksinimi de bir diğer faktör. Afrika ve Latin Amerika’ya yaptığı ekonomik yatırımların arka planı bu perspektifte gizli… Çin bu bölgede de yumuşak gücünü kullanıyor… Çoğunluk henüz farkında değil ancak Latin Amerika’da ABD ile Çin savaşıyor… Son olarak Venezuela’da olan bitenler bu hegemonik savaşın son halkasını teşkil ediyor. Rusya’da Çin’in yanında.

Aslında Venezuela’nın sembolik bir önemi de var; Kıtanın son sosyalist ve anti emperyalist ülkesi. ABD’nin Maduro’yu devre dışı bırakma teşebbüsü tam bir “hibrit dış politika” örneği. Bu kıtanın geçmişinde sürekli darbeler olur iktidarlar el değiştirirdi… Açıkçası bu şekilde bir hükümet darbesine yeltenilmesi Güney Amerika için de sürpriz oldu. Ansızın ABD, Venezuella’da seçilmiş Maduro’yu yok sayarak muhalif lider Juan Guaido’yu muhatap aldığını açıkladı. Atlantik yapı hemen ABD’nin arkasında sıralandı. Fransa ve Almanya gibi AB’nin başat aktörleri, Kanada ve doğal olarak İsrail ABD’nin yanında konumlandılar.

İşin tuhaf tarafı karşı cephenin teşkilinde görüldü. Çin, Rusya ve Türkiye Maduro’nun yanında yer aldı! Burada dikkat çeken Türkiye’nin tutumu… Son dönemde bağımsız politikalar izlemekle, Suriye özelinde Rusya ve İran’la yakınlaşmakla eleştirilen, Çin ile ilişkilerini geliştirmeye çalışan Türkiye’nin Venezuella krizindeki konumu bir kere daha Atlantik yapıyı tedirgin etti… Öteden beri dillendirilen Türkiye’nin ekseni mi kayıyor lafları yeniden gündeme getirildi.

Oysa Türkiye, bilhassa menfur darbe girişiminden sonra hak ve menfaatlerini gözetecek stratejiler izlemeye başladı. Bunu yaparken küresel güçler arasında dengeyi gözetmeye çalıştı ve çalışıyor. Yaşanan onca hayal kırıklığı ve kadim dostlarının sorgulanan liyakatları Türkiye’yi yeni arayışlara itiyor. Bu arayışlar yeni birliktelikleri gündeme getiriyor ki bunların başında şüphesiz Rusya geliyor. Rusya artık konjonktürel bir dost olmaktan çıkmış görünüyor. İki ülke arasındaki ekonomik ve siyasi işbirliği askeri boyuta da taşmış durumda, S-400 konusunun bu denli tepki çekmesi boşuna değil… Türkiye’nin Suriye ve İran krizlerinde Atlantik yapıdan ayrışmasından sonra şimdi de Venezuella meselesinde Çin ve Rusya ile aynı safta yer alması bu bakımdan dikkat çekici… Anlaşılan Türkiye de hibrit dış politikayı uygulamaya çalışıyor.

Aslında Türkiye’nin yönelimlerinin test edileceği alanlar belli… Öncelikle Suriye meselesinin çözümü… Burada Türkiye ve Rusya’nın İran ve Çin’in desteğiyle tesis edeceği konsensus önemli. Rusya, Türkiye’nin Atlantik ezberini hatırlamasını engellemek için oldukça saygılı, anlayışlı ve tolereli davranıyor… Türkiye de bunun farkında… Aslında her iki ülke de karşılıklı güven ve güvensizlik arasında gidip geliyor. Erdoğan ve Putin’in bu kadar sık görüşmesinin arka planı iki ülke arasındaki “güveni” diri tutmak. Sayın Cumhurbaşkanının Ocak ayında yaptığı son Rusya ziyareti bu anlamda önemli… Rusya ile işbirliğine devam… Tam bu noktada Adana Mutabakatının dillendirilmesi de dikkat çekici. Türkiye, içinde Suriye’nin olacağı çözüme yaklaşmış görünüyor. Yerel seçim baskısı atılabilecek adımları geciktirse de varılacak hedef belirginleşiyor.

Suriye meselesine sadece karasal bir sorun olarak bakmak aslında stratejik bir körlük… Suriye’nin istikrarının ya da istikrarsızlığının Doğu Akdeniz jeopolitiğine doğrudan etkisi var… Doğu Akdeniz devasa hidrokarbon kaynakları, deniz yetki alanlarının paylaşımı ve Kıbrıs meselesi bakımlarından ülkemiz için hayati önemde… Bölgedeki enerji kaynaklarına erişme mücadelesi son hız devam ediyor. Yunanistan ve GKRY ikilisi bölgede İsrail ve Mısır ile bir eksen oluşturup Fransa başta olmak üzere AB ve ABD’nin desteğiyle ülkemizi bölgede yalnızlaştırmak ve tecrit etmek için adım üstüne adım atıyor.

Tam bu noktada kendisine verilen tüm ev ödevlerini çalışkan bir öğrenci edasıyla yerine getiren Çipras’ın Yunanistan’ı, yaklaşık 30 yıldır devam eden Makedonya sorununu çözerek Balkan jeopolitiğine doğrudan etki edecek bir hamle yaptı. Komşu ülkenin isminin “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” olarak değiştirilmesini öngören “Prespa Anlaşması” Yunan Meclisinde toplam 300 milletvekilinden 153’ü lehte oyu ile kabul edildi. Makedonya’nın “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” ismi ile NATO’nun 30’uncu üyesi olması artık kaçınılmaz görülüyor. Muhtemelen 2025 yılı sonrasında bu ülkenin AB üyeliği de gündeme gelecek. Bu hadise Çipras’ın siyasi hayatının sonu olacak, bu kesin… Ancak Çipras’ın bitirmesi gereken son ev ödevlerinin akıbeti de merak uyandırıyor. Doğu Akdeniz enerji meselesi, Türkiye ile Ege’de mevcut kronik sorunlar ve Kıbrıs meselesi. Çipras’ın şubat ayındaki Türkiye ziyareti bu bakımlardan çok önemli…

Mevcut konjonktürde ne yazık ki Türkiye, Doğu Akdeniz’de yalnız ve bu yalnızlığını aşmak için fazla bir opsiyonu yok. Doğu Akdeniz’de Donanma gücünü kullanarak “oyun bozan” ve herhangi bir oldubittiye izin vermeyen ülkemizin bu kararlılığı daha ne kadar sürdürebileceği öngörülemiyor. Hibrit dış politikaların hakim olduğu mevcut düzlemde Doğu Akdeniz’de sadece askeri gücüne dayanmak Türkiye’nin elindeki tek koz olmamalı… Türkiye Donanma diplomasisi ile “oyun bozmaktan” ziyade belirleyeceği yeni stratejiler ile “oyun kurabilmeli”. Bunun gerek şartı, önyargısız hareket etmek ve geçmişe çıpa atmamak…

Çözüm anlamında konuya vâkıf herkesin söylediği gibi evet, Doğu Akdeniz’de hemen Münhasır Bölge ilan edilmeli, Kıbrıs’ta derhal Deniz ve Hava üsleri kurulmalı… Bu konular açık kaynaklarda da sıklıkla yer alıyor. Siyasi iradenin konuya duyarsız kalmayacağı, adım atacağı kesin. Lakin bu gerekli ve önemli adımlar Doğu Akdeniz’deki yalnızlığımızı aşmak için yeterli değil. Bir şekilde GKRY, Yunanistan, İsrail ve Mısır ekseni bozulmalı ya da hatırda tutulmalı; dış politikada kuraldır, her ittifak karşı ittifakı yaratır.

Mevcut siyasi iklimde Mısır veya İsrail ile bir araya gelmek olası görülmüyor. Son dönemde sıklıkla vurgulanan bir Libya meselesi var. İstikrarsız Libya’da ülkemizin tanıdığı Ulusal Mutabakat Hükümeti ile deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşması yapmak argümanı… Milli Savunma Bakanı Akar bu konuyu önemsiyor. Gerçekleşmesi durumunda önemli bir kazanım olacak….Yunanistan ve GKRY’nin Doğu Akdeniz deniz alanları ile ilgili teorileri çökecek. Ülkemiz durum üstünlüğünü ele geçirecek. Ancak yine de yeterli bir hamle değil. İşte bu noktada Türkiye Doğu Akdeniz’de içinde bulunduğu yalnızlığı Suriye ile aşmayı da ciddi olarak düşünmeli… Tabii Suriye demek Rusya demek… Önceliğimiz elbette güney sınırımızın emniyete alınması ve terör belasının belinin kırılması, denize erişebilecek bir Kürt koridoruna mani olunması.

Şu olguyu aklımıza kazıyalım, büyük devlet refleksi tek bir noktaya odaklanmamayı gerektirir. Resme bütüncül bakmak önemli. Doğu Akdeniz geleceğimizdir. Mavi Vatanda hakkımız olan enerji kaynaklarına ulaşmak ülkemizin geleceğini ve rotasını da belirleyecektir. Doğu Akdeniz jeopolitiği dikkatle takip edilmelidir. Bölgede dinamik bir süreç yaşanıyor… Aleyhimize hukuk dışı denemelerin arttığı, bloklaşmaların vücuda geldiği bir dönemdeyiz. Durum oldukça nazik….

Örneğin son olarak 14 Ocak’ta Kahire’de, Doğu Akdeniz’de gaz üretim ve tüketimi bağlamında Yunanistan, GKRY, Mısır, İsrail, İtalya, Ürdün ve Filistin’in bir araya gelerek “Doğu Akdeniz Gaz Forumunu” kurma kararı almaları dikkat çekti. Nisan ayında hayata geçirilmesi öngörülen bu inisiyatifte Türkiye’nin açıkça dışlandığı görülüyor. Tabii Filistin’in İsrail ile bu inisiyatifte yan yana gelmesi de ayrı bir yazı konusu… Bununla birlikte, 29 Ocak’ta GKRY ev sahipliğinde düzenlenen ve İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz, Malta ve Yunanistan’ın katılımıyla gerçekleşen “AB Güney Avrupa Ülkeleri (MED-7) Zirvesi” de öne çıkan bir başka gelişme. 2017’den sonra bu Zirvenin 2019’da yeniden GKRY’de düzenlenmesi Türkiye’ye yönelik bir mesaj anlamına geliyor. AB, GKRY’nin arkasında, dayanışma içinde mesajı…

2019 yılında Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğinde ivmelenecek araştırma ve sondaj çalışmaları öncesi açıkça ülkemize gözdağı verilmek isteniyor. Macron’un Zirve sonrası açıklamaları, Anastadiasis ile görüşmesi ve GKRY’nin hamiliğine soyunması da denklemin karşı tarafındaki dayanışmayı ve birlikteliği gösteriyor.

Türkiye artık zaman kaybetmemeli… Zira stratejik deprem kuşağının merkezinde yer alıyor. Bugün Venezuella’da Maduro’yu destekleyen, Suriye özelinde Adana Mutabakatını vurgulayan siyasi akıl “hibrit dış politikayı” milli menfaatlerimiz bağlamında en az muhatapları gibi çok yönlü ve çok boyutlu kullanabilmeli… Öncelikle kırılacak bölgesel sonra da küresel fay hatlarını vakitlice öngörmek zorundayız, ülkemizin çıkarları bunu gerektiriyor. Deprem kuşağında yaşamanın ve hayatta kalmanın koşulları herkesin malumu. Akılcı, ihtiyatlı, donanımlı ve öngörülü olmak gerekli. Bu sac ayaklarının gerek şartları ise vatansever, bilgili, tecrübeli ve çalışkan beyinleri dikte ediyor. Kısaca liyakat sahibi olmayı… Şunu unutmayalım, olası depremleri önceden tespit etmek ve ülkemizin geleceğini gözetmek için liyakat sahibi akıllara ihtiyaç var. Zira oyunu onlar kuracak ve kurgulayacak, kıymetini bilelim, elimizden kaçırmayalım.

Bunu Paylaşın